Bugün 30 Ağustos 2024 Cuma.
Ve bugün “30 Ağustos Zafer Bayramı ve Türk Silahlı Kuvvetler Günü.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde 26 Ağustos 1922 sabahı, Yunan ordularına karşı başlattıkları taarruz harekâtı, 30 Ağustos‘a kadar sürmüş; 30 Ağustos günü Dumlupınar‘da gerçekleşen meydan muharebesinde, Türk orduları, Yunan kuvvetlerinin asli unsurlarını dağıtmaya başarmıştır.
Zaferden sonra Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 3 Eylül 1922’de Batı Cephesi Komutanlığı’na yazısında Afyonkarahisar ve Dumlupınar Meydan Muharebeleri’nde üstün hizmetleri görülen komutanların terfi ettirilmelerini önerince, TBMM, Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekili Fevzi Paşa’ya Müşirlik (Mareşallik) rütbesi vermiştir.
O günlerde Uşak’ta bulunan Fevzi Paşa, Meclis’e bildirilmek üzere Heyet-i Vekile Riyaseti’ne 3 Eylül 1922 tarihli telgrafında şunları kaydetmiştir:
…”Orduların, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya karşı duydukları sevgi, güven ve bağlılık duygularına yeni bir delil teşkil etmek üzere, 30 Ağustos 1922 tarihli muharebeye Batı Cephesi tarafından ‘Başkumandan Muharebesi’ namı verilmiştir.”
“Başkumandan Muharebesi Zaferi”, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın savaşı idare ettiği tepede ilk defa ikinci yıl dönümünde 30 Ağustos 1924 tarihinde törenle kutlanmıştır.
Bu vesile ile Seç Haber ailesi olarak 100 yıl önce olduğu gibi hürriyet ve bağımsızlığımızın ölmez abidesi olan büyük kutlu günü kutluyor, başta Ulu Önderimiz Başkomutan Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere bizlere mukaddes bir vatan toprağı emanet eden tüm şehit ve kahramanlarımızı rahmet ve şükranla anıyoruz efendim.
Tören programını Mareşal Fevzi Çakmak Paşa, Müdafaa-i Milliye Vekili Kazım Paşa (Özalp) ve Maarif Vekili Vasıf Bey (Çınar) birlikte hazırlamışlardır. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ve tüm devlet erkânını tam kadro katılacağı tören programına göre, muharebenin geçtiği Dumlupınar’ın kuzeyindeki Çal köyünde, bir “Meçhul Asker Anıtı” temeli atılacaktır.
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, Dumlupınar’a gitmek üzere eşi Latife Hanımefendi ve hükümet erkânı ile birlikte 29 Ağustos sabahı Ankara’dan özel bir tren ile hareket etmiş, Eskişehir – Afyon üzerinden 30 Ağustos 1924 Pazartesi günü Selkisaray İstasyonu’na gelmiştir. Selkisaray İstasyonu Büyük Zafer’in yapıldığı Çal Köyü’ne en yakın istasyondur ve geldiği vakit, istasyon semalarında iki uçak onları selamlamıştır.
Başkumandan Muharebesi Zaferi’nin ikinci yılında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı Dumlupınar’a getiren özel tren, Afyon’a varıncaya kadar bayraklarla donanmış istasyonlarda, halkın sevgi ve heyecan gösterileriyle karşılanmış, Afyon’a geldiği vakit ise istasyon semalarında iki uçak onları selamlamıştır. Çal köyüne giden yolun üstünde kendisine hitaben “Yaşasın Büyük Reisicumhur!” yazılı bir tak kurulmuş, tepeye varmadan önce kurulmuş bir başka takın üzerine de “Bu Yerlerin Halaskârına Kütahya Halkının Selam ve Saygıları” yazılmıştır.
O gün, törene katılmak üzere yarım bilet ücret ödeyerek, trenle İstanbul, Ankara, İzmir, Konya ve Adana’dan gelen halk, Darülfünun, basın, Türk Ocakları, TİCİ, Hilal-i Ahmer ve barolar, töreni icra etmek üzere Çal Tepe’ye kalabalık kitleler halinde çıkmışlardır. Çal Tepe’deki tören alanında konuşmacılar için üstü yeşil dallarla örtülü, yüksekçe bir çardak kurulmuştu. Çardağın bir yanında anıt için hazırlanmış temel yeri, diğer yanında ise şehit asker mezarı vardı.
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, mahiyetiyle birlikte birkaç otomobil ile bekleyenlerin hararetli alkışları arasında tören sahasına girmiş, çadırlarda bir süre dinlendikten sonra, eşi Latife Hanımefendi ile birlikte Meçhul Asker Anıtı’nın temel taşını koymuştur. Saat 14.00’e geldiğinde Mareşal Fevzi Çakmak Paşa, alkışlar arasından kürsüye çıkıp, Sakarya’dan Başkomutan Muharebesi’ne kadar geçen askeri sürecin irticalen bir tablosunu çizmiştir. Darülfünun Emini İsmail Hakkı Bey ise konuşmasını; …”Selam, hürmet Türk İstiklalini vücuda getiren insanların dehasına! Hürmet iman, Türkün bitmez tükenmez olan ebedi hayat kudretine!” cümleleriyle tamamlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti halkı namına söz alan TBMM Başkanı Fethi Bey (Okyar)’in ardından Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkmış, komutası altında geçen Afyon-Dumlupınar Büyük Meydan Muharebesi ile onun son safhasını teşkil eden aşağıdaki tarihi konuşmasını yapmıştır:
…”Efendiler,
Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi Fevzi Paşa Hazretlerinin verdiği kıymetli izahatla burada hazır olanlar “Afyonkarahisar – Dumlupınar” Meydan Muharebesinin ve netice i katiye veren 30 Ağustos muharebesinin sureti cereyanı hakkında bir fikri icmal edinmişlerdir. Beş gün bil fasıla geceli gündüzlü devam eden en büyük meydan muharebesinin mahiyeti hakikiyesi bugün verilen tafsilâttan ziyade, yarın tarihin hakemleri erbabı tetebbuun tetkik ve muhakemeleri okunduğu zaman daha bariz, daha şümullü bir surette anlaşılacaktır. Beni, milletim, Türk milleti, emniyet ve itimadına lâyık görerek bu harekâtın başında bulundurdu. Bu vazife ve memuriyetimin mesut hâtırasını milletime karşı daima en derin minnettarlıklarla mütehassıs olarak haz ile iftihar ile muhafaza ediyorum. Vazifelerini milletin arzuyu vicdanisine, ihtiyacı hakikisine, yalnız onun irade i âliyesine tevfikan yapmış olanlara mahsus bir istirahat! Vicdan ile bugün muvacehenizde bulunurken hissettiğim bahtiyarlığı ifade edemem.
Efendiler, tıpkı bugün gibi otuz sekiz senesi Ağustosunun otuzuncu günü saat ikide, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğumuz sırtlarda kahraman on birinci fırkamız, şu karşıki tepelerde muharebeye mecbur edilen düşman kuvayi asliyesine taarruz için yayılarak ilerlemekte bulunuyordu. Şu gördüğümüz Çal köyü alevler ve dumanlar içinde yanıyordu. Beni buraya kadar getiren saikın ne olduğunu izah için hatırladığım bir iki noktayı burada tekrar edeceğim.
29/30 Ağustos gecesi sabaha karşı Garp cephesi harekât şubesi Müdürü Tevfik Bey, bermutat o saate kadar muhtelif karargâhlardan ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinden tespit ve işaret ettiği vaziyeti umumiyeyi cephe kumandanı İsmet Paşa‘ya göstermiş ve o da derhal paşaya göster emriyle Tevfik Bey‘i yanıma göndermişti. Karahisar‘da Belediye dairesinde bana tahsis olunan odada yatmakta idim. Beni uyandıran Tevfik Bey‘in gösterdiği haritaya baktım. Hemen yataktan fırladım. Arkadaşlar, haritada gördüğüm şey şu idi ki, ordularımız düşman kuvayi mühimmesini şimalden, cenuptan, garptan ihataya müsait bir vaziyet almış bulunuyorlardı. Şu halde tasavvur ettiğimiz ve azami neticeler temin edeceğini ümit eylediğimiz vaziyetler tahakkuk ediyordu. Derhal Fevzi ve İsmet Paşaları çağırınız dedim. Üçümüz toplandık. Vaziyeti bir daha mütalea ettik ve katiyetle hükmettik ki, Türk‘ün hakiki halâs güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün şaşasıyla tulü edecektir. Bu karara göre ordulara yeni emir ve talimat yazıldı (saat 6.30 evvelde). Fakat vaziyet o kadar mühim, o kadar sür ‘at ve şiddet talep ediyordu ki, bu tahriri emirlerle iktifa etmek muvafıkı ihtiyat olamazdı. Onun için Fevzi Paşa Hazretlerinden, bizzat Altıntaş ve cenubundan hareket eden ikinci ordumuzun ve bunun daha garbinde bulunan süvari kolordumuzun nezdine giderek tasavvurumuza göre harekâtı tanzim buyurmasını kendilerinden rica ettim.
Dördüncü kolordusu ile istihdaf ettiğimiz düşman kısmı küllisini cenuptan takip eden birinci ordu karargâhına da ben bizzat gidecektim. İsmet Paşa‘nın karargâhta kalıp vaziyeti umumiyeyi idare etmesini münasip gördüm. Fevzi Paşa Hazretleri şimale hareket ederken ben de otomobil ile şimendifer güzergâhını takiben garba hareket ettim. Akçasar‘da birinci ordu karargâhına saat 9’dan evvel idi ki vasıl olmuştum. Ordu kumandanına bir taraftan cephenin tahrirî emri tevdi olunurken ben de kendisine şifahen vaziyeti izah ettim ve dördüncü kolordunun tekmil fırkalariyle ve sür‘at ve şiddetle işte bu köyün, Çal köyünün garbındaki düşman kısmı küllisini ihata edecek surette muharebeye mecbur etmesini emrettim. Ve ilâve ettim ki, düşman ordusu behemehâl imha olunacaktır. Ordu kumandanı benim yanımda telefonla kolordu kumandanı Kemalettin Sami Paşa‘yı buldu. Benim oraya geldiğimi ve emrimin ne olduğunu tebliğ etti. Bir müddet bu karargâhta kaldım. Mütemadiyen gelen muhtelif rütbedeki esir zabitanla görüştüm. Bunlardan biri erkânıharp zabiti idi. Zavallı verdiği malûmat meyanında istemeyerek başkumandan vazifesini alan General Trikopis‘in ve ikinci kolordu kumandanı General Digenis‘in de bizim çevirmek istediğimiz çemberin içinde bulunduğunu ifade etmiş oldu. Derhal yanımda bulunan ordu kumandanına: Kemalettin Paşa‘yı bulunuz. Bizzat Trikopis‘le beraber bütün düşman generallerini behemehâl esir etmesini söyleyiniz dedim. Bu emir derakap telefonla tebliğ olundu. Zavallı esir zabit benim bu emrimi işitir işitmez ikram ettiğim çayı içemeyerek büyük bir baygınlık geçirdi. Daha fazla bu ordu karargâhında kalamazdım. Muharebe vaziyetini gözümle görmek benim için mukavemetsiz bir ihtiyaç oldu. Ordu kumandanını da beraber alarak dördüncü kolordu kumandanının tarassut için bulunduğu şu istikametteki bir tepeye geldik (Arpalık civarında).
Çal köyü garbında ve şimalinde patlayan topların tarakalarını işitiyordum. Oradan vaziyeti dürbün ile tetkike uğraşmak bana sıkıntılı geldi. Daha ileriye, ateş yerine gitmek için kat‘î bir lüzum ve ihtiyaç hissediyordum ve bu noktayı, şimdi üzerinde bulunduğumuz bu tepeyi gösterdim. Oraya gitmek lâzımdır ve buyurun gidelim dedim. Otomobillere atladık bu tepeye gelen yola dâhil olduk. Ara sıra güzergâhımızın soluna düşman mermileri düşüyordu. Dördüncü kolordunun fırkaları şarktan garba güzergâhımızı kat ederek seri hatvelerle ilerliyorlardı. Biraz evvel dediğim gibi saat ikide şuraya çıkmış bulunuyorduk. Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen ihate etmek ve düşmanın muannidane müdafaa ettiği muharebe mevzilerine süngü hücumlarıyla dâhil olarak netice i kat‘iye almak elzemdi. Bunun için bütün kıtaatın azami fedakârlıkla ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hatta mesturiyete bakmaksızın, ateş mevzilerine girip düşman mevzilerini sarsmasını istiyordum. Yanımdaki kumandanlar bu nokta i nazarlarımı anlar anlamaz derhal ve en asabi bir surette faaliyete geçtiler. Maatteessüf şimdi ismini hatırlayamadığım, yanımda bulunan bir süvari zabitine birkaç kelime not ettirerek düşman mevzilerini şimalden saran ikinci orduya gönderdim. Ve şifahen burada benden işittiklerini onlara da söylemesini emrettim. Bu zabit vazifesini yapmış ve birkaç saat sonra tekrar yanıma gelerek malûmat da vermişti. On birinci fırkanın kahraman kumandanı Derviş Bey bizzat ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman mevziine ilerliyordu. Kolordu kumandanı Kemalettin Paşa cenuptan ve garptan düşmana saldırdığı diğer fırkalarına yeniden yeniye tehdit ve teşrii harekât için emirlerini isal ediyordu. İkinci ordunun on altıncı ve altmış beşinci fırkaları düşmanla ciddî muharebeye girişiyorlar, diğer fırkaları da ihate dairesini darlaştırıyorlardı. Bunları görüyordum. Süvari kolumuzun daha garptan düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu bana haber getiren süvari zabiti söylemişti.
Arkadaşlar!
Saat ilerledikçe gözlerimin önünde inkişaf eden manzara şu idi: Düşman başkumandanının şu karşıki tepede son gayretiyle çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan ve helecan vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü hassa kalmamıştı. Bu ovadan, şimalden ve cenuptan birbirini velyeden avcı hatlarımızın, guruba yaklaşan güneşin son şuaatiyle parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman mevaziini saran bir daire üzerinde mevzi almış olan bataryalarımızın fasılasız ve amansız ateşleri düşman mevaziini, içinde barınılmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş mağribe yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda his solunuyordu. Biran sonra cihanda büyük bir inhidam olacaktı. Ve beklediğimiz halâs güneşinin tulü edebilmesi için bu inhidam lâzımdı. Zulmetler içinde bu inhidam vuku bulmalı idi. Hakikaten semanın karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara hücum ettiler, Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı. Kâmilen mahvolmuş perişan bir bakiyetüssüyuf kitlesi bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi pürhavf ve lerzân, bîşekil bir kitle, acaip bir halita halinde firar için fürce arıyordu. Artık gecenin koyulaşan zulmeti neticeyi gözle görmek için güneşin tekrar şarktan tulûuna intizarı zarurî kılıyordu.
Efendiler, ertesi günü tekrar bu muharebe meydanını dolaştığım zaman, ordumuzun ihraz ettiği zaferin azameti ve buna mukabil hasım ordusunun duçar edildiği felâketin dehşeti beni çok mütehassıs etti. O karşıki sırtların genlerindeki bütün vadiler, bütün dereler, bütün mahfuz ve mestur yerler bırakılmış toplarla, otomobillerle ve namütenahi teçhizat ve malzeme ile ve bütün bu metrukâtın aralarında yığınlar teşkil eden ölülerle, toplanıp karargâhlarımıza sevk olunmakta bulunan sürü sürü esir kafileleri hakikaten bir mahşeri andırıyordu. Bu dar ateş ve savlet çemberinden bugün için kurtulabilenler birkaç bin kişilik bakiyetüssüyuftan ibaret idi. Fakat onlar da daha büyük Türk çemberi içinden çıkmağa muvaffak olamayarak başlarında başkumandanları bulunduğu halde beyaz bayrak çekmeye mecbur olmuşlardı.
Efendiler, Ağustosun otuz birinci günü takriben zevalde idi ki, yine bu Çal köyünde, yıkık bir evin avlusu içinde İsmet Paşa ve Feyzi Paşa ile buluştuk. Kırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ilişerek bundan sonraki vaziyeti mütalaa ettik. Kazandığımız meydan muharebesinin bütün seferi hitama erdirebilecek bir azamet ve ehemmiyette olduğunda ittifak ettik. Şimdi Bursa istikametinde çekilen düşman kuvvetlerini mahvetmekle beraber bütün orduyu aslî ile bilâaram İzmir‘e yürüyecektik.
Efendiler, bugünden sonra İzmir‘de “Akdeniz’i, Mudanya‘da “Marmara’yı görmek için 8-9 günlük bir zaman kâfi gelmiştir. Fakat hatırlatmalıyım ki bugüne, bu üzerinde bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çal köyüne gelebilmek için yalnız Sakarya‘dan itibaren sarf ettiğimiz zaman tam bir senedir. Fakat bu tespit ettiğimiz zaferi ihzar edebilmek için bir seneyi çok bulmazsınız zannederim. Çünkü efendiler, harp, muharebe, nihayet meydan muharebesi yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir. Milletlerin çarpışmasıdır. Meydan muharebesi milletlerin bütün mevcudiyetleriyle, ilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlâkları ile, harslar ile, hulâsa bütün maddi ve manevi kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalar ile çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin hakiki kuvvet ve kıymetleri ölçülür. Netice yalnız kuvve i cismaniyenin değil, bütün kuvvetlerin, bilhassa ahlâkî ve harsı kuvvetin tefevvukunu mertebe i sübuta vardırır. Bu sebeple meydan muharebesinde yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün mevcudiyeti maddiye ve mâneviyesile mağlûp sayılır. Böyle bir akıbetin ne kadar feci olabileceğini tahmin edersiniz. Mahvü izmihlal yalnız cidâl sahasında bulunan orduya münhasır kalmaz. Asıl ordunun mensup olduğu millet feci akıbetlere uğrar. Tarih, başlarındaki tacidarların, hâris politikacıların bir takım hayalî emellerle, vasıtası mevkiine düşen müstevli orduların, müstevli milletlerin uğradığı bu nevi feci akıbetlerle malamâldir.
Efendiler, Türk vatanını fethetmek fikrini, Türk‘ü esir etmek hayalini umumi, mâşerî bir fikir haline koymağa çalışanların da lâyık oldukları akıbetten kurtulamamış olduklarını gözlerimizle gördük. Efendiler, kendilerine bir milletin talihi tevdi olunan adamlar, milletin, kuvvet ve kudretini yalnız ve ancak yine milletin hakikî ve kabili istihsal menfaatleri yolunda kullanmakla mükellef olduklarım bir an hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi zapt ve işgal etmek o memleketlerin sahiplerine hâkim olmak için kâfi değildir. Bir milletin ruhu zapt olunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete hâkim obuanın imkânı yoktur.
Hâlbuki asırların mevcudu olan bir ruhu milliye, kavi ve daimî bir irade i milliyeye hiçbir kuvvet mukavemet edemez.
Mahkûm olmak istemeyen bir milleti, tahtı esaretinde tutmağa muktedir olacak kadar kuvvetli müstebitler artık bu dünya yüzünde kalmamıştır. Türk milleti son mücadelâtiyle, bilhassa burada ihraz ettiği zaferle, izhar ettiği azim ve irade ile malûm olan bu hakayiki bir defa daha sine i tarihe çelik kalemle hak etmiş bulunuyor.
Efendiler, Afyonkarahisar – Dumlupınar meydan muharebesi ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos muharebesi Türk tarihinin en mühim bir dönüm noktasını teşkil eder. Tarihi millimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada ihraz, ettiği zafer kadar netice i katiyle ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, cihan tarihine yeni cereyan vermekte katı tesirli bir meydan muharebesi hatırlamıyorum.
Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyetinin temeli burada tarsîn olundu. Hayatı ebediyesi burada tetviç olundu. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada pervaz eden şehit ruhları devlet ve Cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır. Burada esasını vazettiğimiz “Şehit Asker” abidesi işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, fedakâr ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu âbide Türk vatanına göz dikeceklere Türkün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, savletini, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.
Efendiler, bu muazzam zaferin muhtelif amilleri fevkinde en mühimi ve alisi Türk milletinin bilâkaydüşart hâkimiyetini eline almış olmasıdır. Bu hâdisenin tarihimizde ve bütün cihanda ne büyük, ne feyizli bir inkılâp olduğunu izaha lüzum görmem. Milletimizin uzun asırlardan beri hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların tahakküm ve istibdadı altında ne kadar ezildiğini, onların hırslarını temin yolunda ne kadar büyük felâketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek, milletimizin hâkimiyetini eline almış olması hâdisesinin bütün azamet ve ehemmiyeti nazarlarımızda tecelli eder. Gerçi büyük zaferin ferdasına kadar İstanbul’da halife ve sultan namı altında bir şahıs ve onun işgal ettiği hilâfet ve saltanat unvan ile bir makam vardı. Fakat bu zaferden sonra millet o makamları ve o makam sahiplerini lâyık olduğu akıbete isal etti.
Efendiler, hâkimiyeti milliye öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. Avrupa‘nın ortasından ta şarkın öbür ucundaki binlerce senelik memleketlere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun istihkak ettiği talihi daha güzel anlayabiliriz.
Arkadaşlar, saraylarının içinde Türk‘ten gayrı unsurlara istinat ederek, düşmanlarla ittifak ederek Anadolu‘nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından tardı, düşmanların denize dökülmesinden daha rehakâr bir harekettir. Türk milletinin mübarek vediai ecdat olan bu topraklardan tam mânasiyle efendi olarak yaşaması ancak o fuzulî ve bîmâna olduktan başka, mevcudiyetleri mahzı zarar ve felâket olan makamların bertaraf edilmesiyle mümkün olabilirdi.
Efendiler, onlar yüzünden Türk vatanının ve Türk milletinin geçirdiği kederleri, elemleri hissetmemiş bir ferdimiz yoktur. Bu kadar matemler ve felâketler geçirdikten sonra elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak ve orada mesut ve hür yaşayabilmek için behemehâl hâkimiyetine sahip kalmak ve Cumhuriyet bayrağı altında bütün evlâtlarını toplu ve dikkatli bulundurmak lâzımdır.
Efendiler, asırlardan beri inleyerek feryad eden, fakat müstebitlerin, muğfillerin, cahillerin vücude getirdikleri mânialarla canhıraş sedasını milletin kulağına isma edemeyen zavallı vatan, bugün diyor ki can kulağımızı harap olmuş, sinesinde en derin ıstıraplar duymuş validenizin samimî bitabına daima açık bulundurunuz. Efendiler, Asya‘da, Avrupa‘da, Afrika‘da hükümran olmak kudret ve kabiliyetini göstermiş olan ecdadımız vaktinde bu sedayı işitmekten menedilmemiş olsalardı, Türk camiasının, Türk mefkûresinin, Türk menafinin mahfuz ve feyiz dar olacağı ana vatana bugünkü şekli harabesinde mi tevarüs ederdik? Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve marifet, yüksek medeniyet, hür fikir ve hür zihniyet istiyor. Şeref, namus, istiklâl, hakikî varlık, vatanın bu taleplerini tamamen ve serian yerine getirmek için esaslı ve ciddî bir surette çalışmayı emreder.
Efendiler, asırlardan beri Türkiye‘yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye‘yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin duçar olduğu zararları ancak bir tarzda telâfi edebiliriz: O da artık Türkiye‘de Türkiye‘den başka bir şey düşünmemek. Ancak bu zihniyetle hareket ederek her türlü selâmet ve saadet hedeflerine vasıl olabiliriz.
Efendiler, bizim milletimiz vatan için, hürriyeti ve hâkimiyeti için fedakâr bir halktır; bunu ispat etti. Milletimiz yaptığı inkılâbatın kıskanç müdafisidir de. Benliğinde bu faziletler yerleşmiş bir milleti yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz.
Efendiler, milletimiz hâkimiyetini eline aldığı gün, bilmeyen kalmamıştır, en karanlık felâketlerin, en derin uçurumu kenarında bulunuyordu. Kuvvei maddiyesi yıprattırılmış, vesaiti müdafaası gasp olunmuş, maneviyatı, mukaddesatı duçarı tecavüz olmuş elim bir vaziyette bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen mevcudiyetini ve istiklâlini kurtarmağa karar verdi. Bu kararında muvaffak olabilmek için bütün milletin kendine bir hedef ve hareket tespit etmesi lâzım geliyordu. Bütün milletin, o hedef üzerinde behemehâl muvaffak olmayı gaye i emel telâkki etmesi icap ediyordu. Millet bütün mevcudiyeti ile bütün fedakârlığı ile bütün iman ile o hedefe beraber yürüsün ve behemehâl muvaffak olsun lâzımdı. Efendiler, o hedef burası idi. Gaye i emel olan muvaffakiyet burada ihraz olunan zafer idi.
Efendiler, milletimiz bundan sonraki mesaisinde de muvaffak olabilmek için, millî hedefini bütün vuzuh ve katiyetle, tekmil vatandaşların nazarında ve vicdanında bütün parlaklığı ile tespit etmiş bulunuyor, isterseniz benim burada hedef dediğim şeyi, siz milletin mefkûresi tesmiye ediniz. Fakat bu unvanı verirken dikkat ediniz ki, hayalî bir manaya kendimizi kaptırmayalım.
Efendiler, milletimizin hedefi, milletimizin mefkûresi bütün cihanda tam mânasile medeni bir heyeti içtimaiye olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti, kıymeti, hakkı hürriyet ve istiklâli, malik olduğu ve yapacağı medeni eserlerle mütenasiptir. Medeni eser vücude getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve istiklâllerinden tecrit olunmaya mahkûmdurlar. Tarihi beşeriyet baştanbaşa bu dediğimi teyit etmektedir. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak, şartı hayattır. Bu yol üzerinde tevakkuf edenler veyahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak cehil ve gafletinde bulunanlar, medeniyeti umumiyenin huruşan seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.
Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet teceddüde vabestedir, içtimai hayatta, iktisadi hayatta ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakki yolu budur. Hayat ve maiĢete hâkim olan ahkâmın, zaman ile tagayyür, tekâmül ve teceddüdü zaruridir. Medeniyetin ihtiraları, fennin harikaları, cihanı tahavvülden tahavvüle duçar ettiği bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, maziperestlikle muhafazai mevcudiyet mümkün değildir. Medeniyetten bahsederken Ģunu da katiyetle beyan etmeliyim ki, medeniyetin esası, terakki ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayatta fenalık, muhakkak içtimai, iktisadi, siyasi aczi mucip olur. Aileyi teşkil eden kadın ve erkek unsurların hukuku tabiiyelerine malik olmaları, aile vazifelerini idareye muktedir bulunmaları lazımedendir.
Efendiler, milletimiz burada tespit ettiğimiz büyük zaferden daha mühim bir vazife peşindedir. O zaferin idraki milletimizin iktisat sahasındaki muvaffakiyetleriyle mümkün olacaktır. Bilirsiniz ki, iktisaden zayıf bir bünye fakrü sefaletten kurtulamaz; kuvvetli bir medeniyete, refah ve saadete kavuşamaz; içtimai ve siyasi felâketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin idaresindeki muvaffakiyet de iktisadiyatındaki müktesebat derecesi ile mütenasip olur. Hiçbir medeni devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından evvel iktisadını düşünmüş olmasın. Memleket ve istiklâl müdafaası için vücudu lâzım olan bütün kuvvetler ve vasıtalar iktisadiyatın inbisat ve inkişafıyla mükemmel olabilir.
Milletimizin muttasıf olduğu kuvvetli seciye, sarsılmaz irade, ateşin milliyetperverlik iktisadi muvaffakiyetten ne beân edecek feyizlerle de lâyık olduğu derecede takviye olunmak zaruridir. Asır mübarezesinde milletimizi muvaffak edecek bir iktisadi hayat teminini istihdaf eden umumi maarif ve terbiye sistemlerimiz, her gün daha çok esaslaşacak ve elbette muvaffak olacaktır.
Efendiler, artık bugün hayat ve insaniyet icapları bütün hakikatiyle tecelli etmiştir. Bunlara mugayir olan rivayetler ahlâk ve imana esas olmaz. Hakikat tecelli edince kizp ortadan kalkar. Safsatalar, hurafeler kafalardan çıkmalıdır. Her türlü teali ve tekemmüle müsteit olan milletimizin içtimai ve fikrî inkılâp hatvelerini kısaltmak isteyen mâniler behemehâl bertaraf edilmelidir.
Efendiler, son sözlerimi münhasıran memleketimizin gençliğine tevcih etmek istiyorum.
Gençler
Cesaretimizi takviye ve idame eden sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.
Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizindir. Cumhuriyeti biz tesis ettik; onu ilâ ve idame edecek sizsiniz.
Arkadaşlar, bu gaza ve Şahadet diyarını terk ederken “Şehit Asker” i hep beraber hürmet ve tazimle selamlayalım.
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasının ardından temeli atılan şehit asker mezarının başında Fatihalar okundu, dualar edildi ve askeri birlikler ve izci gurupların icra ettikleri resmigeçit ile tören son bulmuştur.
Dumlupınar Meçhul Asker Anıtı, Cumhuriyet’in ilk anıtı olma özelliğine sahiptir ve Mimar Arif Hükmet Koyunluoğlu ve Taşçı Kadir Usta tarafından 1927’de tamamlanmış, 30 Ağustos 1927 tarihinde açılmıştır. Anıtın bilinen hikâyesi ise şöyledir:
…”31 Ağustos 1922’de Muharebenin bir gün sonrasında, muharebe alanını gezen Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Berberçamı denilen mevkide bir top mermisinin açtığı çukura gömülmüş Türk ve Yunan askerlerinin cesetleri arasında toprağın üstünde sancağı dimdik tutmakta olan bir erin havadaki katılaşmış kolunu görünce bundan çok müteessir olmuş, ‘Çocuk burada ne işin vardı’ dedikten sonra yanındakilere yerde duran Yunan bayrağını işaret ederek, ‘Bayrağı oradan alıp kaldırın, O bir millet şerefidir’ demiştir. Daha sonra, o havada asılı vaziyette sancağı elinden bırakmadan şehit olan kahraman askerin kimliğinin araştırılmasını istemiş, ancak askerin üzerinde künye bulunamayınca da, savaş sonrasında yapılacak “Meçhul Asker Anıtı” için bu görüntünün sembol alınmasını ve anıta erin ismi bilinmediğinden “Şehit Mehmet” adının verilmesini istemiştir.”
Anıttaki meçhul askeri, işte bu askerin tuttuğu sancak temsil edecek; anıtın kaidesinde ise şunlar yazılacaktır:
“Adı: Mehmetçik;
Soyadı: Yenen Er;
Baba Adı: Türk;
Ana Adı: Türkiye;
Sanatı: Askerlik;
Doğumu: Tarihten Önce;
Ölümü: Yoktur.”
30 Ağustos 1937 tarihli Ulus gazetesi, Milli Mücadele’de şehit düşen binlerce Türk’ten özellikle meçhul olanını temsil ettiği için bu kabristanda yatan askeri şöyle tasvir etmiştir: …”O bütün meçhulün içinde bize en yakın bir kahramandır. O belki kimimizin şehit olan babası yahu kardeşidir. O mezarın üzerinde bütün şehit analarının, bütün öksüzlerin bütün harp dualarının, nişanlısını harpte kaybolmuş bütün genç kızların velhasıl her Türkün hakkı, yakınlığı, sevgisi ve şefkati vardır. O mezarın önünde eğilirken, en yakın akrabalarımızdan bir kahramanın tek hatırasını anıyoruz, demektir. Onun için meçhul Mehmetçik hepimizin bildiği aziz şehittir.”
Bu eser ne yazık ki büyük bir saygısızlık örneği olarak 1964 yılında 220 sayılı yasa ile Zafer Tepe’ye yeni bir Zafer Abidesi yapılabilmesi için sökülerek depoya kaldırılmış, bu sırada birçok mermer parça zedelenmiş, unutulmaya terkedilmişti.
1979 yılında Tümgeneral Ali Özveren tarafından üst makamlardan alınan izinle depodan çıkartılıp, onarılan anıt, bu kez Berberçamı Tepesi’ne yerleştirilmiş ve 30 Ağustos 1979’da tekrar ziyarete açılmıştı. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı tarzında tasarlanmış ve inşa edilmiş olan anıtın bronz olan bayrağı orijinal halinin aksine sonradan boyanmıştır.