Atatürk, Türk tarihi içinde eşsiz bir kişidir; Türk Bağımsızlık Savaşı’nın önderi, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türk çağdaşlaşma hareketinin lideridir. Askerliği, devlet adamlığı, inkılapçılığı yanında düşünce bakımından da seçkin bir fikir adamı ve yazardır.
Bu nedenle Atatürk kitapları denince günümüzde aklımıza gelen ilk isim, Cumhuriyet tarihinin önemli kaynaklarının başında yer alan, Ulusal varlığımızın geleceğine her zaman ışık tutan, yazarı ve ilk okuyanı “Gazi Mustafa Kemal” olan ve her dönem kuşaktan kuşağa canlı bir meşale olarak aktarılmaya devam eden büyük eseri “Nutuk” gelmektedir.
Atatürk, Türk milletine yadigâr olarak bıraktığı ve adını “Nutuk” olarak verdiği eserini ilk defa Cumhuriyet Halk Fırkası Umumi Reisliği sıfatıyla, fırkanın 2. Büyük Kongresi’nin yapıldığı TBMM toplantı salonunda, 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında, toplam 36 saat 31 dakika süreyle okumuştur. Bazı kaynaklarda Nutuk’un tamamının Atatürk tarafından “36 saat 30 dakika”-“36 saat 33 dakika”- “36 saat 35 dakika” da okunduğunu belirtilmiş ise de, bu konuşma dünya hitabet tarihinde eşine az rastlanacak uzunluktadır.
Atatürk, 15 Ekim 1927 Cumartesi günü, öğleden önce Türkiye’nin dokuz yıllık en önemli bir döneminin belgelere dayalı siyasal tarihi olan Kurtuluş Savaşı’nın ve Türk Devrimi’nin ilk elden güncesi niteliğindeki Nutuk’una şu sözlerle başlamıştır:
-…”1335 (1919) senesi Mayıs’ının on dokuzuncu günü Samsun’a çıktım.
Vaziyet ve manzara-i umumiye:
Osmanlı Devleti’nin dâhil bulunduğu grup, Harb-i Umumî ‘de mağlûp olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şerâiti ağır bir mütarekenâme imzalanmış. Büyük harbin uzun seneleri zarfında millet yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harb-i Umumî ‘ye sevk edenler kendi hayatları endişesine düşerek memleketten firar etmişler.
Saltanat ve hilâfet mevkiini işgal eden Vahideddin, mütereddi (soysuz), şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği denî(alçak) tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın riyasetindeki kabine aciz, haysiyetsiz, cebin (korkak), yalnız pâdişahın iradesine tâbi ve onunla beraber şahıslarını vikaye edebilecek (koruyacak) herhangi bir vaziyete razı.
Ordunun elinden esliha (silahları) ve cephanesi alınmış ve alınmakta…
İtilaf Devletleri, mütareke ahkâmına (buyruklarına)riayete lüzum görmüyorlar. Birer vesile ile itlaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilayeti, Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap, İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da, İtalyan kıtaat-ı askeriyesi, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta ecnebi zâbit ve memurları ve hususi adamları faaliyette. Nihayet, mebde-i kelâm (başlangıç ifadesi)kabul ettiğimiz tarihten dört gün evvel, 15 Mayıs 335’te İtilaf Devletleri’nin muvafâkatiyle Yunan ordusu İzmir’e ihraç ediliyor.”
Atatürk’ün, 15 Ekim 1927 Cumartesi günü, öğleden önce okuduğu Söylev’ini birde günümüz Türkçesi’ne uyarlayan İsmet Zeki Eyüpoğlu’ndan okuyalım:
(—)”1919 yılı Mayıs’ın 19’uncu günü Samsun’a çıktım.
Genel durum ve görünüş:
Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu bağlaşık devletler grubu, Genel Savaş’ta yenilmiş, Osmanlı ordusu ağır bir “Ateşkes Anlaşması” imzalamış. Büyük Savaşın uzun yılları içinde, ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve ülkeyi Genel Savaş’a sokanlar, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife görevinde bulunan Vahdeddin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki Hükûmet; yetersiz, aşağılık, korkak, yalnız padişahın isteklerine bağlı ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.
Ordunun elinden silahları alınmış ve alınmakta…
İtilâf Devletleri, Ateşkes Anlaşması hükümlerine uyma gereği görmüyorlar. Birer temelsiz nedenle İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da, Adana ili Fransızların, Urfa, Maraş, Antep İngilizlerin eline geçmiş. Antalya ve Konya’da, İtalyan asker birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her yanda yabancı subay ve görevlileri ve özel adamları çalışmakta. Daha sonra, sözümüzün başlangıcı diye aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da İtilaf Devletleri’nin uygun görmesiyle Yunan ordusu İzmir’e gönderiliyor. (Bakınız: Nutuk (Söylev) / Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul 2010, Say Yayınları, 5.Baskı, Sf:21)”
Büyük Atatürk, Nutuk’ta, Samsun’a çıktığı ve sonradan doğum günü olarak kabul ettiği “19 Mayıs 1919 gününü; … “mebde-i kelâm (başlangıç ifadesi) / ”sözümüzün başlangıcı” olarak kabul etmiştir. Belirtilen bu tarihe,İstanbul’da ikamet etmiş bazı yazarlar eserlerinde: …”Gözden kaçırılan önemli başka bir gerçek, Atatürk’ünMilli Mücadele’yi başlatmak için 16 Mayıs 1919’da Beşiktaş’tan hareket ettiğidir. Oysa buna da değinilmeyerek 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı vurgulanır.” şeklinde ya sitem etmişler ya da üzüntülerini dile getirmişlerdir. Esasen, Atatürk’ün İstanbul’dan Samsun’a gidiş yolculuğu Nutuk’ ta hiçbir dönem unutulmamış, birçok kaynak eserde belirtilerek yayımlanmıştır. Oysa Atatürk, Beşiktaş’tan değil İstanbul’un Galata semtinden, Galata Rıhtımından hareket etmiştir:
(—)
-…“Artık Şişli’deki evi bırakmak üzereyiz.
Bandırma Vapuru Galata Rıhtımı’nda hazır, bildiğimiz bu! Karargâhımızdan olanlar belirlenen saatte rıhtıma toplanmış olacaklardı. Otomobil kapının önünde idi. Evdeki vedaları bitirmiştim. Tam o sırada gelerek beni büroma götüren bir dostum (Rauf Orbay*), aldığı bir habere göre, benim ya hareketime müsaade edilemeyeceğini yahut vapurun Karadeniz’de batırılacağını söyledi. Yıldırımla vurulmuşa döndüm. Daha sonra vaktiyle uzun müddet yanımda çalışan erkânıharp da gelerek, maiyetinde çalıştığı bir damattan aynı şeyleri öğrendiğini bildirdi. Bir an yalnız kaldım ve düşündüm. Bu dakikada düşmanların elinde idim. Bana her istediklerini yapamazlar mıydı? Beynimden bir şimşek geçti: Tutabilirler, sürebilirler, fakat öldürmek! Bunun için beni Karadeniz’in coşkun dalgaları arasında yakalamak lazımdır. Bu ihtimal mantıklı idi. Ancak artık benim için yakalanmak, hapsolmak, sürülmek, düşündüklerimi yapmaktan men edilmek, hepsi ölmekle eşit idi. Hemen karar verdim, otomobile atlayarak Galata Rıhtımı’na geldim. Baktım ki, rıhtıma yanaşmış olacağını sandığım vapur, uzaklardadır. Sandallarla vapura gittik. Kaptana yola çıkmak için emir verdimse de, Kız Kulesi açıklarında muayeneye tabi tutulduk. Birkaç yabancı subay ve askeri bizi yollayacaklardı. Muayene uzayıp gitti. Gelip gidildiğine göre, acaba bunlarla şehirlerdekiler arasında bir haberleşme mi vardı? Maksat beni tutuklamak ise, bütün bu şeylere lüzum yoktu. Sıkılıyordum. Bir kararsızlık da olabilir, diye düşünüyordum. Bundan istifade edebilmek için kaptana hareket hazırlıklarını çabuklaştırmasını söyledim.
Yirmi yedi yıllık ihtiyar kaptan demir aldırmaya başladı. Ben kaptan yerinde idim. Subay ve askerler dışarı çıktılar. Hareket ettik.
Karadeniz Boğazından çıkarken, kaptana tehlikeli ihtimalleri anlattım. Cevap verdi:
-Ne aksi, dedi, bu denizi pekiyi tanımam, pusulamız da bozuk…
Mümkün olduğu kadar kıyıları takip etmesini tavsiye ettim. Çünkü bundan sonra benim tek istediğim, Anadolu’nun bir kara parçasına ayak basmaktan ibaretti.
Sahili takip ede ede evvela Sinop’a geldik. Kasabaya çıktım. Oradakilerle görüşerek, Samsun’a kolaylıkla gidebilecek yol olup olmadığını soruşturdum. Ne yazık ki yokmuş! Çok zorluk çekecek ve günlerce yolda kalacaktık. Bilmem neden, bir an evvel Samsun’a ayak basmak için o kadar acele ediyordum ki, zaman kaybetmektense tehlikeye göğüs germeği tercih ettim.
Tekrar Bandırma Vapuru’na bindik. Aynı tertipte seyahat ederek, Nihayet Samsun Limanı’na vardık. (Bakınız: Ülker Yayınları, “Atatürk’ten Mektuplar Hatıralar”, Ekim 2002, Sf:61-62)
Nutuk’ta, gözlerden kaçtığı iddia edilendiğer bir konu da; Atatürk’ün Samsun’a Kaç Para ile gittiği veya Kim Tarafından, Ne Kadar? Verildiğidir. Atatürk bu sorunun yanıtını elbette vermiştir. Saygısızlık etmek istemem ama ben önceliği ilimden, bilimden uzak kaynağı belli olmayan sözde bazı tarihçilerin asılsız iddialarına kısaca bir göz atmak istiyorum;
Kadir Mısırlıoğlu’na göre; …”Vahdeddin, İngilizlere fark ettirmeden atlarını satmış ve Mustafa Kemal’e 40.000 altın vermiştir.” Necip Fasıl Kısakürek ise; …”Padişahın kendi cebinden bir miktar para verdiğini bu miktarın 30,40 veya 60 bin olduğunu” söylemektedir. Ancak resmi bir belge söz konusu değildir. Yine, padişahçı ve padişahın hizmetinde çalışmış kişilerin yıllar sonra ki beyanları kanıt olarak ileri sürülmektedir ki bu durumun doğruluğu mümkün değildir. Ancak Padişah’ın çok zengin olduğu doğrudur. Şöyle ki: …”Damat Ferit Paşa ile dokuz sadrazamın yaverliğini yapan ve ülkeden kaçtıktan sonra ölünceye kadar Vahdeddin’in yanında olan Tarık Mümtaz Göztepe; …”Vahdeddin’in kaçarken 35.000 İngiliz Lirası ile kaçtığını ve bu paranın da Sertabip Reşat Paşa tarafından bizzat taşındığını ve masrafların Reşat Paşa tarafından yapıldığını ve tartışmalı ölümünden sonra paranın idaresinin Vahdeddin’in kayınbiraderi Zeki Bey’in eline geçtiğini söylemiştir. Bakınız: “Vahidettin”, Sebil Yayınevi, 1968, Sf:100)”Ayrıca Atatürk’ün, Anadolu’da yaşadığı maddi zorluklara bakılınca padişah tarafından verildiği iddia edilen bu para işinin doğru olmadığını hatta olanaksız olduğunu da söyleyebiliriz.
Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemesi için Sultan tarafından gönderildiği iddiasına eklenen bir de 40 bin altından 400 bin Liraya kadar yükselen tahsisat meselesi vardır. Bazıları da başka rakamlar vermekte, hatta bunun bir çanta içinde eline tutuşturulduğu da ileri sürülmektedir. Bunun da son derece büyük bir palavra olduğu o kadar altının bir çantaya sığmayacak, daha önemlisi tek kişi tarafından taşınamayacak ağırlıkta olmasıyla (320 kilo) kanıtlanmıştır. (Bakınız: Orhan Koloğlu, “Sorularla Vahidettin” Pozitif Yayınları, Eylül 2007, Sf: 76)
Tüm bu asılsız iddiaları çürütmenin bir yolu da hiç kuşkusuz Atatürk ile dava arkadaşlarının 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktıktan sonraki yaptıkları çalışmaların nasıl finanse edildiğini bilmek olacaktır.
Atatürk demiştir ki:
-…”Ben, memleket ve milleti düştüğü felâketten çıkarabileceğim inancıyla Anadolu’ya geçtiğim ve amacın gerektirdiği teşebbüslere giriştiğim zaman cebimde, emrimde beş para olmadığını söyleyebilirim. Fakat parasızlık benim milletle beraber atmaya muvaffak olduğum hedefe yönelik adımları durdurmaya değil, zerre kadar azaltmaya dahi sebep teşkil edememiştir. Yürüdük, muvaffak olduk; yürüdükçe, muvaffak oldukça maddi güçlükler, kendiliğinden ortadan kalktı.
Ankara’da, mukaddes topraklarımızı her taraftan sarmış ve fiilen işgal etmiş düşman ordularını, bu mukaddes topraklardan atmak imkânından bahsettiğim zaman bana, en şuurlu, ileri görüşlü oldukları iddia olunan kimseler, bütün bu teşebbüslerin paraya bağlı olduğundan bahsediyor ve “Ne kadar paran vardır?” ve ya “Nereden, nasıl para bulabilirsin?” gibi sualler soruyorlardı.
Benim verdiğim cevap şu idi:
“Türk milleti kendi hayat ve kurtuluşuna yönelmiş olduğuna kanaat edeceği teşebbüsleri başarabilecek bir kudrete maliktir. Bu teşebbüssün ciddiyetine kanaati halinde onun gerektirdiği kadar servet kaynağını, işe girişenlerin emrine hazır hale koyar.”
Bu dediklerim, sözden işe geçmiş hakikatler değil midir?
Bu noktada hemen şunu da ilave edeyim ki, Ankara’da ilk milli hükümet kurulduğu zaman etraf ve çevrelerin tereddüdünden bahsetmeyeceğim. Fakat o hükümeti teşkil eden kimselerin dahi bana “…Hükümet teşekkül etti. Fakat devlet ve hükümeti idare için nereden para alacağız?” dediklerini hatırlarım.
Verdiğim cevap pek sade olmuştur:
“Çalışmalarınız, devleti, milleti kurtarmaya yönelmişse ve bu çalışma hedefiniz büyük Türk milletince belli olunca sualiniz tekrar etmeyecektir. Türk milleti, kendisi için, kendi geleceği ve kurtuluşu için çalışan müteşebbisleri, heyetleri güçlükler karşısında bırakmayacak kadar yüksek vatanseverlik ve yüksek şeref hisleriyle donanmıştır.”Tüm bu asılsız iddialara Atatürk 1926’da işte bu yanıtını vermiştir. Atatürk ile dava arkadaşlarının 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktıktan sonraki yaptıkları çalışmaların nasıl finanse edildiğininyanıtlarını kaynaklardan araştırmaya devam ediyoruz:
Atatürk’ün, 9. Ordu Kıtaâti Müfettişi Mustafa Kemal olarak, yine “Müfettişlik Heyeti” yani karargâh arkadaşlarıyla birlikte 16 Mayıs 1919 günü üç aylık ödeneği ile Samsun’a hareket etmiştir.Ödeneği kısa zamanda tükenmiş, hayatını askerlik mesleğine adamış biri olarak biriktirdiği 800 Lira ile Milli Mücadele’ye başlamıştı. Atatürk’ün Samsun’a giderken zamanın maliye bakanından üçer aylıklarını peşin istediği ve birkaç kez istediği biliniyor. Bu konudaki tek belge Dâhiliye (İçişleri) Nâzırı Mehmet Ali Bey’in, makbuz karşılığında Mustafa Kemal’e vermiş olduğu 25.000 Liradır. (Bakınız: Yılmaz Çetiner, “Son Padişah Vahdettin”, Milliyet Yayınları, 1993, Sf:149)” Bu belge dışında herhangi bir paranın ödenmesi söz konusu değildir.
Rauf (Orbay*)Bey’e göre de Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey, örtülü ödenekte bulunan 1100 altının 1000 altınını Atatürk’e vermiştir şeklinde iddia edilmiş se de bu konuda herhangi bir belge yoktur. Zaten, yine Mehmet Al Bey, 150’likler olarak Türkiye Cumhuriyeti’nden sürülünce yıllar sonra yaptığı açıklamada, 25.000 kağıt lira verdiğini söyleyerek makbuzunu göstermiş, örtülü ödenekten ve 1.000 altından da söz etmemiştir (!). 1 Haziran 1919 günü İstanbul Hükümeti’nin almış olduğu karardan da anlaşılacağı üzere; Atatürk’ün ödeneğinin Harbiye Nazırlığı bütçesinden verildiği, ayrıca yarım aylık oranında zam yapıldığı belirtilmektedir.
Yine Karakol Cemiyeti ya da örgütünden Topçuoğlu Nazmi Bey, Rauf (Orbay*)Bey ile Erzurum’da bulanan Atatürk’e 5.000 Lira göndermiştir.(Erzurum Kongresi gideri 1.420 Liradır. Halk tarafından toplanan 1.500 Lira ile yapıldığı bilinmektedir!)”
Sivas Kongresi’ne gidilirken ciddi bir ekonomik sıkıntı olduğu da bilinmektedir. Böyle bir para söz konusu olsaydı ekonomik sıkıntıdan söz edilemeyeceği açıktır. Atatürk ve heyeti, Erzurum’dan Sivas’a gitmek için Binbaşı Süleyman Bey’den 900 Lira almışlardır: …”Atatürk, Sivas Kongresi için yolculuk hazırlıklarına başlamıştı. En büyük sorunlardan biri maddi sıkıntılardı. Şarki Anadolu Müdafaa-i Milliye Cemiyeti topladığı parayı Erzurum Kongresi için kullanmıştı. Cemiyetin, Erzurum Yönetim Kurulu üyelerinden emekli Binbaşı Hatunoğlu Süleyman Bey, elinde bulunan 900 Lirayı kimsenin haberi olmaması şartıyla Atatürk’e ve arkadaşlarına vermiş bu parayla Sivas yolculuğuna çıkılmıştır.” (Bakınız: Ahmet Hür, “50 Soruda Milli Mücadele”, Puslu Yayıncılık, Mart 2017, Sf:43)
Faruk Yılmaz’ın “Osmanlı Borçları Tarihi” isimli çalışmasında Milli Mücadele döneminde yaşanan ekonomik sıkıntılara da değinmiştir. Örnek olarak; Erzurum’dan Sivas’a giderken yaşanan ekonomik zorlukları Mazhar Müfit Kansu’nun kaleminden aktarıyor: …”Güzel Paşam, ben de öyle düşünüyorum. Ancak üç dört arabaya ihtiyacımız var. Bugün, belediye reisi ile görüştüm. Ucuza bize araba temin edecek. Fakat 400 lira paraya ihtiyacımız olacak, dedim ve ilave ettim; Tabi yol boyunca ve Sivas’ta da paraya ihtiyacımız olacak. Kasabamızsa malum! (Bakınız: Berikan Yayınevi, 2013, Sf:125-126)”
Ankara’ya geldiklerinde de parasızlık durumları bilinmektedir: …”Mustafa Kemal, Ankara’ya geldiği vakit 1.200 Lirası kalmıştı. Bu da Müfettişliğe verilen 20.000 (25.000 olmalı) Liranın artığı idi. Sonradan, Diyanet İşleri Başkanı olan Rıfat Hoca tüccarlardan 6.000 Lira toplayarak kendisine vermişti. Par bulmak, bu küçücük sermaye ile kurulan devleti beslemek, daima çetin bir mesel olacaktı.(Bakınız: Falih Rıfkı Atay, “Çankaya (3)”, Cumhuriyet Gazetesi Yayını, Kasım 1999, Sf:22)
Musa Kâzım Karabekir Paşa tarafından Atatürk’e hizmet etmesi için görevlendirilen Ali Çavuş, Atatürk’ün tüm şahsi masraflarını tutardı ve şu cümlelerle anlatmıştı: …”Atatürk, potin bağı veya kahve ocağı masraflarını bile kendi hesabına yazdırdı. Ve ölünceye kadar da bu titizliğini sürdürdü. Millete, devlete ait olan varlıklardan bir kuruşu bile zimmetine geçirmemişti.”
Ali Çavuş, Ankara’ya vardıktan sonra çok fazla ekonomik zorluk çektiklerini söylemektedir: …”Atatürk ve mahiyeti, Ankara Ziraat Mektebi’nde bulunuyordu. Binada bir şekilde tabldot yemeği çıkabiliyordu ama büyük para sıkıntısı çekiliyordu. Binadaki hiçbir görevlinin eline para geçmiyordu, maaş da almıyorlardı. Atatürk dâhil 36 mevcutlu karargâhı, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti namına diğer vilayetlerin milli teşkilatlarından gelen küçük küçük paralarla geçindiriyorlardı. Türkiye çapında isim yapan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin parasının olmadığı, üyelerinin de meteliksiz olduğunu bilemezlerdi…Durumu Atatürk’e haber vermeye mecbur kaldılar. Atatürk:
-…”Çocuk postaneyi yokladınız mı? Bakın! Cafer Tayyar’dan belki havale vardır,” dedi.
Hâlbuki her tarafı yoklamış ve Refet (Bele) Paşa’nın 50 Lirasını da yemişlerdi. Ali Çavuş, ‘Paşam her tarafa baktık. Hiçbir yerden havale yok’ dedi. Bu söz üzerine Atatürk:
-…”Valizde Annemin (Zübeyde Hanımefendi) birkaç ziyneti var. Onları al, Osmanlı Bankası’na rehin bırak, para al. Çocuklar aç kalmasın,” dedi.
Bu emir üzerine Ali Çavuş, valizden mücevherleri çıkararak Osmanlı Bankasına götürüp rehin bıraktı ve 200 Lira aldı.Biraz rahatlamışlardı. (Bakınız: Zeynel Lüle, “Ali Çavuş”, Doğan Kitap, Aralık 2008, Sf:82)”
Atatürk, ne dünün ne de bugünün yöneticilerine benzemez. Altın-Para sayma makinesi de yoktur. İster topla, istersen çarp ve yine istersen bir daha ya topla ya da çarp… Sonuçta, Anadolu’ya giderken padişahtan bırakın 40.000 altını, 60.000 altını, bir kuruş bile yardım almadığı ortadadır. Eee ne demişler, “Yanlış hesap Bağdat’tan dönermiş!” ama sözde bazı tarihçilerin günümüzde dönülmez bir yola girdikleri açıktır. Bu nedenle sözü son bir kez daha Atatürk’e bırakıyorum:
-…”Osaraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler, asırlarca bu milleti dalgın bıraktılar; Onu nura koşmaktan men ettiler. Onlar, bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Bir paraya, diğeri askere muhtaç oldukları zaman!
Bir yandan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana’yı, Mısır’ı, İran’ı zapt için fütuhata kalkarlardı. Hâlbuki milletin o zaferlerde hiçbir milli emeli, vicdani arzusu ve menfaati yoktu. Onların hırsı, onların şan ve şerefi için, bu milletin evlatları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirlerdi.
Sonra onların saraylardaki debdebeyi temin için paraya ihtiyaçları vardı. Bu parayı da milletten sopa ile alırlardı. Bütün bunların neticesi milleti fakirliğe, harap lığa, nihayet ölümün kıyısına götürdü. İşte bu idare tarzına Padişahlık idaresi denir. Bu idareyi bir daha dirilmemek üzere tarihe gömdük.”
Atatürk tarafından yazılan büyük eseri Nutuk’ta “19 Mayıs 1919, sözümüzün başlangıcı” olarak kabul edilmiştir. Bir başka tartışmalı konuda Atatürk’ün Samsun’a kaç kişi ile gittiğidir. Daha önceden “Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a Gidiş Belgeleri” adını vererek iki bölüm halinde yayımladığımdan bu konu hakkında sadece konu başlığını paylaşmakla yetineceğim: https://www.sechaber.com.tr/mustafa-kemal-pasanin-samsuna-gidis-belgeleri-1-bolum/
https://www.sechaber.com.tr/ataturkun-samsuna-gidis-belgeleri-2-bolum/
Diğer bir tartışmalı konu da, Nutuk’ta belirtilen “Ateşkes Antlaşması’nın adının ne olduğu, kimler tarafından, kim için ve ya niçin imza edildiğidir. Bu konu hakkındaki ulaşabildiğim belge ve görüşleri makalemin ikinci bölümünde okuyabiliriz.(“19 Mayıs 1919, sözümüzün başlangıcıdır Bölüm: 2)
***Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.