Birinci Dünya Savaşı’nda, İttifak Devletleri olan Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan ile birlikte savaşan Osmanlı Devleti, 1918 yılına gelindiğinde deyim yerinde ise tüm gücünü yitirmişti. 1911 yılından bu yana savaşan Osmanlı ordusu, insan gücünün çok büyük bölümünü Anadolu halkından karşılamış, yoksulluk ve yoksunluk içindeki insanımız ile savaştan en fazla zararlı çıkan ülke durumuna düşmüştü. 5 Ekim 1918’de ateşkes antlaşması için Amerika’ya başvuran Osmanlı Devleti için Birinci Cihan Savaşına son veren “Mondros Mütarekesi” Ahmet İzzet Paşa’nın 25 gün sürensadrazamlığı sırasında imzalanmıştır.
Ahmet İzzet Paşa’nın 25 gün süren hükümet başkanlığı da hayli enteresandır (14 Ekim – 8 Kasım 1918). Osmanlı Devleti için “ne olursa olsun barış” fikri hâkim olunca, İmparatorluğu bu savaşa sürükleyen İttihat ve Terakki Partisi’nin o sırada son sadrazamı bulunan Talat Paşa istifaya karar vermiştir. İttihat ve Terakki Partisi’nin önde gelen isimlerinden Halil Menteşe’nin 1946 yılında yayımlanan hatıratına göre, Talat Paşa çekilirken hükümeti vatanseverliğe itimat edilir bir heyete bırakmak istemiş ve Vahdeddin’e: …”şu sırada hükümet fasılası câiz değildir. Kimi sadrazam buyuracaksanız kararınızı verin. Ben çekilir çekilmez hükümete el koysun”demişti.
Yine, Halil Menteşe’nin naklettiğine göre; …”padişah bu teklif üzerine Tevfik Paşa’yı getirmek istemişti. Lâkin onun birtakım ölüp gitmiş kimseleri bile kabine listesine aldığını gören Talat Paşa, bu fırsattan faydalanarak böyle güç zamanda pek ihtiyarlamış bulunan Tevfik Paşa’nın iş başına getirilmesinin doğru olmayacağını ileri sürüp Ahmet İzzet Paşa’yı tavsiye etmiş ve bu tavsiyesini kabul ettirmiştir.”
Hatırlanmalıdır ki, “3 Ocak 1914’te sonraki yıllarda Enver Paşa olarak şöhret sahibi olan Enver Bey’in rütbesi Osmanlı devlet geleneklerine aykırı olarak yarbaylıktan paşalığa yükseltilmiş ve “Ahmet İzzet Paşa”nın yerine Harbiye Nazırlığı görevine getirilmesiyle de Enver Paşa, Genelkurmay Başkanlığı görevini de üstüne almıştır.”
Abdullah Özkan, “Atatürk’le Cumhuriyet Yolunda Kurtuluş” adlı eserinde; …”Atatürk’ün Ahmet İzzet Paşa’yı Vahdeddin’e telgrafla tavsiye ettiğini ve aynı kabinede kendisine de Harbiye Nazırlığı verilmesini istediğini ve diğer nazırlıklar için de bazı isimler verdiğini nakletmiştir. Atatürk böylece, düşündüklerini tatbik için bütün ordunun kumandasına hâkim olmak istiyordu. Bir müddet sonra Talat Paşa istifa ile Ahmet İzzet Paşa sadrazam oldu. Lâkin Atatürk’ün öbür tavsiyeleri yerine getirilmedi. Hatta Atatürk, Ahmet İzzet Paşa’nın sadarete getirilmesinde de kendi tavsiyelerinin tesirli olup olmadığı hakkında bir şey diyemeyeceğini söylemiştir.(Bakınız: Sf:515)
Ahmet İzzet Paşa, askerlik, felsefe, edebiyat, tarih, fen bilimleri gibi pek çok sahada bilgi sahibiydi. Almanca, Fransızca, Arapça ve Farsça biliyordu. Kibar, mert ve erdem sahibi bir kişi olarak herkes tarafından seviliyordu. Prof. Dr. Utkan Kocatürk, 4 Ağustos 1918’de Atatürk’ün Pera Palas’ta Ahmet İzzet Paşa’yla görüştüğünü kaydetmiş, 5 Ağustos günü Atatürk’ün Padişah Vahdeddin ile görüşmesini şöyle aktarmıştır:…”Atatürk, beraberinde Yaver-i Ekrem Ahmet İzzet paşa olduğu halde Dolmabahçe Sarayı’ndaki Cuma selâmlığından sonra mahfilde gerçekleşen bu görüşmede yeni padişaha Başkomutanlığı kendi üzerine almasını, Başkomutan Vekili değil, Genelkurmay Başkanı seçmesini tavsiye etmiştir. Nitekim 8 Ağustos 1918’de Enver Paşa’nın Başkomutanlık Vekili unvanı, Başkomutanlık genelkurmay Başkanı unvanına çevrilmiştir.”
11 Ekim 1918 tarihinde Atatürk’ün Halep’ten Padişah Vahdettin’e iletilmek üzere Başyaver Naci (Eldeniz) Bey’e telgrafından bahsetmiştir. Kocatürk, …”kaynaklarda bu telgrafın kesin tarihi yoktur. Olayların akışı 12 veya 13 Ekim 1918 olabileceğini düşündürmektedir. Atatürk, Ahmet İzzet Paşa’ya da aynı şekilde bir telgraf çekmiş, kabinede Harbiye Nazırlığının kendisine verilmesini istemiştir:
—“Vatanımın selâmetinin temini bakımından Tevfik Paşa Hazretleri gerçekten müşkülâta tesadüf etmişlerse sadaretin derhal İzzet Paşa Hazretlerine verilmesi ve onun da esası Fethi (Okyar), Tahsin (Uzer), Rauf (Orbay), Canbulat, Azmi, Şeyhülislâm Hayri ve âcizlerinden oluşan bir kabine teşkil etmesi zaruridir. Adı geçen kişilerin oluşturacağı kabinenin vaziyete hâkim olabileceği görüşündeyim.”Not: Atatürk bu telgrafı 8 Ekim günü Talât Paşa’nın sadrazamlıktan istifası üzerine çekmiştir. Çünkü Talât Paşa’nın istifası üzerine, kabineyi kurma görevi Tevfik Paşa’ya verilmiş, ancak kendisinin 11 Ekim 1918’de kabineyi kuramayacağını bildirmiştir. Nedenini yukarıda okuduğumuz Halil Menteş’in hatıratından biliyoruz.
Ahmet İzzet Paşa, Talat Paşa önderliğindeki İttihat ve Terakki Hükümeti’nin istifası üzerine 7 Ekim 1918’de sadrazamlığa atanmıştır. 14 Ekim 1918 tarihinde hükümeti kuran Ahmet İzzet Paşa, ilk iş olarak Harbiye Nazırlığı ve Başkomutanlığı üzerine almış ve ateşkes antlaşması yapmak için koşulları zorlamıştır. Bu dönemde Osmanlı Hükümeti’nin ateşkes için yaptığı girişimler boşa çıkınca, Kutül-Amare’de esir düşen ve Büyük Ada’da misafir olarak esir edilen İngiliz Generali Townshend, Ahmet İzzet Paşa ve Hüseyin Rauf (Orbay) Bey’e haber göndererek arabulucu olmak istediğini bildirmiştir. Bunun üzerine 17 Ekim tarihinde Babıâli’de General Townshend ile Sadrazam Ahmet İzzet Paşa ve Denizcilik Bakanı / Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf (Orbay) Bey bir araya gelmişlerdir. Görüşmede Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, İngiliz Generalinden ateşkeste “şerefli şartlar elde edilmesini” istemiştir. Hüseyin Rauf Bey de, İtilaf Kuvvetleri’nin işgal ettiği yerlerde özerk yönetimi kabul edebileceklerini, Osmanlı’nın siyasal ve ekonomik bağımsızlığını kabul etmelerini, mali sorunun ortadan kalkması için borç verilmesini ve İngiliz dostluğunun sağlanmasını istemiştir.
Ancak bu taleplerin, İngiltere açısından ayağı yere basmayan uçuk talepler olduğu açıktır.
General Townshend’in ara buluculuğu üzerine İngiltere tarafından görüşmeler için yetkilendirilen Akdeniz İngiliz Donanması Komutanı Amiral Sir Somerset Arthur Gaugh Calthorpe, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya bir mektup göndererek Osmanlı temsilcilerini Mondros’a derhal yollamalarını istemiştir.
Sultan Vahdettin, Mondros Ateşkes antlaşmasında, saltanatın haklarının tanınması yanında kendisinin de Padişah olarak kalmasını garanti altına almak istiyordu. Bunun için de Damat Ferit Paşa’yı gidilecek delegasyonun başına geçirmek istiyordu. Ahmet İzzet Paşa, Vahdettin’le görüşmesinde Damat Ferit Paşa’yı mecnun/aklı yerinde olmayan bir kişi olarak tanımlamasına karşın Vahdettin ısrarcı olmuş ve “Biz onu idare ederiz” demiştir. Vahdettin’in ısrarı üzerine Damat Ferit Paşa ile görüşen sadrazam, Ferit Paşa’nın ipe sapa gelmez konuşmaları üzerine hükümetin istifa edeceği Padişah’a iletilince Vahdettin geri adım atmak zorunda kalmıştır. Hükümet tarafından Osmanlı Devleti’ni temsil etmek üzere üç kişilik bir kurul oluşturuldu. Kurula Başkan olarak iyi derecede İngilizce bilen, “Hamidiye Kahramanı”, Bahriye Nazırı/Denizcilik Bakanı Hüseyin Rauf (Orbay) Bey getirildi. General Townshend de H. Rauf Bey’in kurula başkanlık etmesi konusunda imalarda bulunmuştu. Kurulun diğer üyeleri Dışişleri Müsteşarı Reşat Hikmet Bey ve Miralay/Albay Sadullah Bey oldu.
Prof. Dr. Metin Ayışığı, eseri “Mareşal Ahmet İzzet Paşa”da: …”Vahdettin saltanatını garantiye almak için Mondros Mütarekesi’ne yollanacak kişileri kendi seçmek istemiştir. Damat Ferit Paşa’yı yollamak istemişse de Meclis-i Mebusan’da ve kabinede ciddi karşı çıkışlar nedeniyle vazgeçmiş, Meclis-i Vükela/Bakanlar Kurulu tarafından tayin edilen heyeti kabul etmek zorunda kalmıştır. Ancak; verilecek emirleri Padişah bizzat kendisi dikte ettirmiştir, bilhassa Hilafet ve Saltanat ile Osmanlı Hanedanı’nın haklarının tamamen korunmasının sağlanmasını öncelikle istemiştir.(Bakınız: Türk Tarih Kurumu yayını 1997, Sf:204)”
Mondros’a gidecek kurula İstanbul Hükümeti de sekiz maddelik bir talimatname vermiştir. Bu talimatnameye göre:
*Boğazlar, Yunan gemileri dışında diğer ülkelerin her tür gemilerine savaş ve barışta açılacak,
*Fazla asker terhis edilecek,
*Ateşkes tüm cephelerde uygulanacak,
*Türk topraklarına yabancı asker çıkarılmayacak,
*Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığı kabul edilecek,
*Karadeniz Bölgesi’nde Alman saldırılarına karşı tedbirler alınacak,
*İngilizler alınan tedbirleri isterlerse görebilecekler,
*Ateşkesten sonra serbest ticaret yapılacak, borç para talep edilecek ve ulusal onurumuz korunacaktır.
Ancak bu taleplerin hiçbirisi kabul edilmemiştir!..
26 Ekim 1918 tarihinde Limni Adası’nın Mondros Limanı’na ulaşan Osmanlı delagasyonu, ertesi gün İngilizlerin Agemonnon zırhlısında görüşmelere başlamıştır. Görüşmeler dört günde ve beş oturumda sonuçlanmış ve taraflarca imzalanmıştır.
İngiliz savaş ofisince hazırlanıp, İngiliz Hükümeti’nin onayı ile İngiliz Karadeniz Ordusu Başkumandanı Koramiral SirSomerset Arthur Gough-Calthorpe’ye gönderilen ateşkes koşulları tamamen kayıtsız koşulsuz teslimiyetçi bir yaklaşım sergiliyordu. Amiral Calthorpe verilen talimatta, maddelerin kabulünün sağlanması isteniyor, ancak ilk dört maddenin can alıcı olduğu ve ilk dört madde kabul ettirildikten sonra diğer maddeler ateşkes antlaşmasını imzalamaz bir hale sokarsa taviz verilebileceği kabul ediliyordu. Amiral Calthorpe’nin üsten bakışlı, …”Ben maddeler konusunda tartışma yapamam, ya imza edersiniz ya da gidersiniz!” biçiminde biçimindeki sert tutumu karşısında Rauf Bey olmak üzere Osmanlı Kurulu fazla bir varlık gösterememiştir. Tarihçi Sina Akşin, Rauf Bey’in basiretsizliğini; …”ya yetersiz ve yeteneksiz bir delege/diplomat olmasına ya da İngiliz hayranlığına bağlamaktadır. (Bakınız: “İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele”, Cem Yayınevi, 1992, Sf:61.)
Atatürk, Mondros Mütarekesi’nden sonra cepheden İstanbul’a dönmüştü (13 Kasım 1918).Atatürk, İstanbul’a geldiği ilk günlerine ait hâtıralarını şöyle anlatmıştır:
…”Bir gün İzzet Paşa tarafından makine başına davet olundum. Müşarünileyh kabineden istifa ettiklerini bildirttikten sonra benim İstanbul’da bulunmamın münasip olacağını söyledi. Ben bunu imadan İstanbul’da buhranlı vaziyetler cereyan ettiğini anlayarak zaten kumanda ettiğim grupta lâğvedilmiş olduğundan İstanbul’a hareket ettim.
Hatıramda yanılmıyorsam İzzet Paşa ile ilk defa henüz terk etmemiş olduğu Fuat Paşa türbesi karşısındaki sadaret Konağında görüşmüştük İzzet Paşa kabineden niçin çekildiklerini izah etti. Bu nihayet bir izzet-i nefis meselesiydi.
Ben çekilmiş olmalarını doğru bulmadım. Kendisine Sadaret tevcih olunan Tevfik Paşa kabinesini teşekkül ettirmemek ve tekrar İzzet Paşa riyasetindeki yeni bir kabine teşkil etmek lüzumunda kâni olduğunu bildirdim. Vaziyet münakaşa olunarak teklifim kabul edildi. Hatta yeni bir kabine listesi de yapıldı. Esaslı bir noktayı atladım galiba. Ben İstanbul’a geldiğim zaman artık harp kabinesi rical-î mühimmesi orada değildirler.
Sadaret Konağı’nda verilen karardan sonra her birimiz bir türlü çalışmaya başladık. İlk hedef kabineyi iskat etmek olduğuna nazaran, ben derhal Meclis-i Mebusan ile temas aradım. Öteden beri arkadaşım olan mebuslarla konuştum. Noktainazarımı onlara izah ettim ve beni daha büyük mebus kitleleriyle temasa getirmelerini kendilerinden rica ettim. Bu arkadaşların delâletiyle ilk defa olarak sivil kıyafetle Fındıklı’daki Meclis-i Mebusan binasına gittim.
O günlerde Tevfik Paşa kabinesine itimat mevzuubahisti. Ben adem-i itimat reyi verilmesi fikrindeydim. İşte Meclis-i Mebusan binasına girdiğim gün, itimat meselesinin Meclis’te reye vazolunacağı gündü. Kanaatimi mümkün olduğu kadar süratle tanıdığım veya orada bana tanıtılan mebuslara izaha çalışıyordum. Bir kısım mebuslarda şu tereddüt vardı:
“Eğer âdem-i itimat reyi verecek olursak Meclis’i dağıtacaklardır. Fakat Tevfik Paşa kabinesine itimat reyi verip biraz zaman kazanarak bu esnada belki faydalı işler görmek mümkün olur.”
Ben ise Meclisin zaten behemehâl dağıtılacağına kâniydim ve dağıtacak olan da yeni sadrazamdı. Bu kararı tatbik için bittabi evvela Meclisin itimadını alarak makam-ı sadareti usulü dairesinde işgal etmesi lazımdı. Bunu temin ettikten sonra bazı zevatın düşündüğünün aksine olarak hiçbir zaman ve fırsat vermeksizin Meclis’i dağıtacağına şüphe yoktu. O halde netice mademki bu olacaktı. Kabineye âdem-i itimat reyi vererek bunu tekerrür ettirerek zaman kazanmak daha muvafıktı. İşte belki u kazanılacak zaman zarfında tekrar İzzet Paşa riyasetinde bir kabine vücuda getirmek esbab ve şeraitini hazırlayabilirdik. Meclis salonlarında, koridorlarda, ayaküstü ve ani mantıklarla yapılan bu münakaşalar şöyle bir netice verdi:
“Mühim bir kısım mebuslar salonlardan birine toplandılar ve beni de oraya davet ederek, heyet-i umumiyeye izahat vermemi teklif ettiler. Vaziyeti, içinde bulundukları şeraiti ve yapılması lazım gelen hareketi muktedir olduğum kadar kendilerine izah ettim. Behemehâl kabineye âdem-i itimat reyi vermelerini tavsiye ettim.”
Teklifim orada hazır bulunanlarca kabul olundu ve muvaffak olacakları kat’i ümitlerini söyleyerek bulunduğumuz salondan çıkıp Meclis Reisi’nin içtima işaretine şitap ettiler.
Ben bir locada karar neticesini bekliyordum. İsimler okunarak reyler soruldu. Tasnif olundu ve kürsüden netice Heyet-i Umumiye’ye bildirildi. Tevfik Paşa kabinesi ekseriyette itimada mazhar olmuştu. Ne yalan söyleyeyim. Biraz mütehayyir kaldım. Benim teklifimi kabul ettiklerini söyleyen mebus adedi istisgar olunacak gibi değildi. Bâhusus unlar arasında sözlerinin ve mevkilerinin çok nafiz zannını verenlerde vardı. Fakat şüphesiz Meclis hissiyatının bir an içinde bin renk alabilecek mahiyette olduğundan daima uzak kalan benim gibi bir askerin hayretine taaccüp edilmez.
Bu acayip fikirler ve hisler mecmaından çıkmak için fazla beklemedim. Derhal Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın sarayını terk ettim. Evime döner dönmez saraya telefon ederek Vahidettin’den mülâkat istedim. Onunla hemen bir mülakatta bulunmayı faydalı buluyorum.
Maksadım kendisiyle açık görüşmek, tedbir olarak düşündüğümü açıkça söylemek ve bu tedbirin tatbikindeki zarureti izah etmekti. Padişahı tasavvur ettiğimiz teşebbüse ikna edebileceğimi zannediyordum. Mülâkat talebi için vazifesi itibariyle delâlette bulunan Naci Bey’e (Naci Paşa) maksadımı ima ettim. Naci Bey’in, u mülakatın o gün veya ertesi gün olması için çok çalıştığına eminim. Fakat kafasındaki gizli kararı saklayan Vahidettin, saffet ve samimiyet gösteren aldatıcı tavrıyla önümüzdeki Cuma günü selâmlıkta hazır bulunmamı ve orada benimle görüşeceğini bildirdi. Cuma’ya çok gün vardı. Maamafih yapılacak başka bir şey de yoktu.
Cuma selâmlığına gittim. Namazdan sonra beni oradaki salona davet eden Vahidettin ile hariçte dinleyenler tarafından çok uzun olarak tefsir edilmiş bir mülakatta bulunduk. Hakikatten mülakat zaman itibariyle çok devam etti. Lâkin fikir teatisi itibariyle pek kısa olmuştur. Ben tahmin edebileceğimiz zemin üzerinde onu tenvir ve ikaz için mukaddame yaparken o çok mahirane bir tarzda izahatıma tekaddüm etti. Dedi ki:
—“Ordunun kumandan ve zabitleri eminim ki seni çok severler. Bana teminat verir misin ki onlardan bana bir fenalık gelmeyecektir”.
Birden bire böyle bir sualin maksat ve manasına intikal edemedim.
—“Ordu tarafından aleyhinde harekete ait malumat ve mahsusatınız mı var, efendim?”
Gözlerini kapadı. Müspet veya menfi cevap vermedi. Aynı suali tekrar etti:
—“Vakıa ben İstanbul’a geleli birkaç gün oldu. Buradaki ahvali yakından bilmiyorum. Fakat ordu, rüesa ve zabitânınzâtı şahanenizle karşı karşıya bulunması için bir sebep olabileceğini zannetmiyorum. Onun için sizi temin ederim ki hiçbir fenalığa intizar buyurmayınız”.
Çok muhteşem bir tarzda ilave etti:
—“Yalnız bugünden bahsetmiyorum. Bugünden ve yarından…”
Son cümle bende bir şüphe uyandırdı. Demek ki yarın Padişahın öyle bir hareket yapma ihtimali vardır ki ordu vatanperver kumandan ve zabitleri müteessir olabilirler. Zatı şahane beni iğfal ederek, vasıtamla onlardan emin olmak istiyordu. Fakat bu düşüncemi kendisine nasıl izah edebilirdim ve böyle bir izahta bulunmak kendim için ve maksat için faydalı olur muydu?
Karşımdaki adam kararını çoktan vermiş görünüyordu. Biz ise bu kararın ne olduğunu anlamayan veya anlamak istemeyen kimselerle temasta kalmış mukabil hiçbir tedbir almaya zaman ve fırsat bulamamış vaziyetteydik. Padişah gözlerini açarken ayağa kalktı ve şu sözlerle nihayet verdi:
—“Siz akıllı bir kumandansınız. Arkadaşlarınızı tenvir ve teskin edeceğinizden eminim.”
Çok ümitsiz ve müteessirdim. Fakat teessürümün hakiki sebebini dahi anlayamamış halde Vahidettin’in salonundan çıktım.
Dışarıda bir saati mütecaviz zamandan beri kapılarda, koridorlarda, şurada burada ayakta bekleyen birçok rical vesairenin bu uzun mülakattan bezgin ve yorgun fakat bira manidar nazarlarda bana bakmakta olduklarını hissettim. İtiraf ederim ki o anda bu nazarların manalarını anlayamamıştım. Ancak bir iki gün sonra artık her sırrı öğrenmiştim. Bu geçen günler zarfında ne olmuştu. Onu cümleniz bilirsiniz. Meclis-i Mebusan feshedilmişti.
Sonraları işittim ki güya o uzun mülakatta Padişah Meclis-i Mebusân’ı dağıtmak lüzumu üzerinde benimle müdavele-i efkâr etmiştir. Ve ben kendisini tasvip ederek ordunun aynı fikirde olduğun söylemişimdir ve kendimle arkadaşlarım namına ona söz vermişimdir. Artık böyle dedikodulara ehemmiyet verecek halde değildim, müteessirdim. İzzet Paşa ve bazı rüfeka ile Sadaret konağında verdiğimiz karar çoktan suya düşmüştü.
Şişli’deki evimde yeni vaziyeti mülahaza ediyordum. İstanbul sokakları İtilaf Devletleri’nin süngülü askerleriyle dolmuştu. Boğaziçi toplarını sağa sola çeviren düşman zırhlılarıyla lacivert sularını göstermeyecek kadar örtülüydü. Herkes ancak pek zaruri ihtiyaçları için evlerinden çıkabiliyor, sokaklarda hatır ve hayale gelmeyen hakaretlere uğramamak için caddelerin duvar diplerine büzülerek, eğilerek veya korkarak yürüyebiliyorlardı. Bütün ihtiyatlara rağmen yine bin türlü feci tecavüz sahneleri eksik değildi. Koskoca İstanbul ve koskoca İstanbul’un yüz binlerce halkı sesleri kısılmış bir haldeydi.
İstanbul ufuklarında yükselen; yalnız düşman sesleri, düşman bayrak ve süngüleriydi.
Şayân-ı hayrettir. Artık âdi bir mendil gibi ayakaltında çiğnenen bu muhitte hâlâ bir saltanat, bir hükümet, bir varlık zannedenler vardı”.
“19 Mayıs 1919 Sözümüzün Başlangıcıdır, 5 Bölüm” de buluşmak ümidiyle esenle kalınız efendim.
https://www.sechaber.com.tr/19-mayis-1919-sozumuzun-baslangicidir-1-bolum/
https://www.sechaber.com.tr/19-mayis-1919-sozumuzun-baslangicidir-2-bolum/
https://www.sechaber.com.tr/19-mayis-1919-sozumuzun-baslangicidir-3-bolum/
***Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.