29 Nisan 1919 Salı, Türk Bağımsızlık Savaşı’nın (Milli Mücadele’nin) çok önemli bir günüdür, başlangıcıdır. Çünkü Harbiye Bakanı Şakir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı bakanlığa çağırmış ve kendisine Damat Ferit Paşa Hükümet’i tarafından 9. Ordu Birlikleri Müfettişliği görevine atandığını bildirmiştir. İşte o gün Milli Mücadele’nin en tartışmalı konularından biri haline gelerek “Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a VI. Mehmet, Sultan Vahideddin mi gönderdi?” ile “9. Ordu Müfettişliği görevine atanan Mustafa Kemal Paşa’nın yetkilerini kim verdi?” beraberinde getirmiştir.
Büyük Atatürk, Milli Mücadele’yi başından sonuna kadar hikâye ettiği ünlü büyük Nutuk’ta bu görevinden; (-…”Bana verilen yetkiye göre, Ankara’da bulunan 20. Kolordu ve bunun bağlı olduğu müfettişlik ile Diyarbakır’daki kolordu ve hemen bütün Anadolu mülkiye memurları ile haberleşebilecek, ilişkide bulunabilecektim. Bu geniş yetkinin beni İstanbul’dan uzaklaştırmak maksadıyla Anadolu’ya gönderenler tarafından nasıl verildiği garip görünebilir. Hemen söylemeliyim ki bana bu yetkiyi onlar bilerek ve anlayarak vermediler. Her ne biçimde olursa olsun, benim İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin icat ettikleri neden Samsun’a kadar gitmek idi. Ben bu görevin yerine getirilmesinin, makam ve yetki sahibi olmaya bağlı olduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O tarihte Genelkurmay’da bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar sezen kişilerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular ve yetkiye ilişkin talimatı da ben kendim yazdım. Hatta Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa (“Mehmed Şakir bin Numan Tahir”) bu talimatı okuduktan sonra imzada duraksamış, anlaşılır anlaşılmaz bir tarzda mührünü basmıştır.”) açıkça söz ettiği halde, Vahideddin yanlısı kimi yazarlar bu geniş yetkilerin Mustafa Kemal Paşa’ya özellikle Vahideddin ’in verdiğini belirterek, kendisini de Anadolu’ya Padişah gönderdi yargısına varırlar; hatta abartarak Vahideddin ’in vatanı kurtarması için bunu yaptığını da ileri sürdürmektedirler.
Öyle ki, Büyük Zafer’den sonra Avrupa’ya kaçan Ferit Paşa Hükümeti’nin Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey’in …”Anadolu hareketi benim eserimdir. Mustafa Kemal’i Anadolu’ya ben gönderdim. Giderken de kendisine örtülü ödenekten para verdim” dediğini diyecek kadar da ileri gitmişlerdir.
Atatürk’ün, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) II. Kurultayı’nda 15 – 20 Ekim 1927 tarihleri arasında 6 günde okuduğu “Nutuk”, 19 Mayıs 1919’dan 1927 yılına kadar süren çok önemli bir dönemi kapsamaktadır. Yine, Vahideddin yanlısı kimi yazarlar bu temeli inşa ederlerken, Nutuk’un orijinal el yazması ile baskı nüshaları mukayese edildiğinde, metinler arasında bazı farklar olduğu görüldüğünü, kimi kelimelerin yerinde başka sözcükler olduğunu ve bazı ifadelerin değiştirilerek, paragrafların yer yer kısaltılıp bazı paragraflar tamamen atılarak yayınlanmış Nutuk’un biraz yumuşatılmış olması iddiasındadırlar.
Hâlbuki Büyük Atatürk, 19 Mayıs 1919’dan önceki dönemi de içine alan anılarını, Nutuk’tan yaklaşık bir buçuk yıl önce Hâkimiyet-i Milliye ve Milliyet gazeteleri başyazarı Falih Rıfkı Atay ile Mahmut Soydan’a yazdırmıştır. Bu anılar bahsi geçen her iki gazetede “Gazi Paşamızın Hatırat Sahifeleri” başlığıyla 12 Mart 1926 ve Cumhuriyet gazetesinde de 15 Mart 1926 günü yayınlanmaya başlamış, …”Bu yazı dizisi ‘İnkılabın herkesçe meçhul köşelerini bu kıymetli hatırat tenvir edecektir (aydınlatacaktır)” başlılığıyla okuyucuya sunulmuştur. (Not: Bu anılar daha sonra 1965 yılında Falih Rıfkı Atay tarafından “Atatürk’ün Bana Anlattıkları” adıyla yayınlandı. (İş Bankası) 1988 yılında Cumhuriyet gazetesi tarafından aynı başlıkla kitap halinde tüm okuyuculara armağan olarak verildi. Dr. İsmet Görgülü, tüm bu anıları bir düzen içinde “Atatürk’ün Anıları” (Bilgi, 1997) adıyla; Ahmet Yılmaz, aynı anıları “Büyük Gazi’nin Anılarından Sayfalar” (Dinozor, 2008) adıyla yayınlandı.)
Atatürk, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanan bu anılar için Falih Rıfkı Atay ve Mahmut Soydan’a verdiği özel röportajda anlattıklarının önemini şöyle vurgulamıştır:
-…”Benim anlattıklarım ve anlattıklarımı değerlendirmek için size verdiğim belgeler okunduktan sonra, bütün Türk milletini, özellikle Türk aydınlarını vicdan ve fikir hesaplaşmasına çağırmak isterim. “Anılar” diye size anlattığım bu hikâyelerin, zamanımıza kadar birtakım devlet büyüklerinin anılarını yayımlamak sevdasına benzer bir eğilimden doğmuş olduğunu sanmayınız. Eğer ben, bu gerçekleri size söylüyorsam ve milletimize ulaştırıyorsam elbette bundan büsbütün başka bir amacım vardır. Bu amaç ne olabilir?… Bunu burada ulaştırıyorsam elbette bundan büsbütün başka bir amacım vardır. Bu amaç ne olabilir?… Bunu burada açıklayamam. Fakat benim tasarladıklarımı, düşüncelerimi içtenlikle ulaştıran bu yazılar okunduktan sonra kuşku duymam ki milletim kendi kendine durumu öğrenecek değerlendirebilmek için gerekli belgelere sahip olacaktır. Dediklerimi olaylar eylemlerle kanıtlamamış olsaydı bu sözlerimin kapsadığı gerçeği – güç anlaşılır düşüncesiyle – bir zaman daha yayımlamakta ağır davranmaya gerek görürdüm.” (Bakınız: Falih Rıfkı Atay, “Nutuk Öncesi Atatürk Konuşuyor” , Derleyen: İsmet Bozdağ, Tekin Yayınevi)
Atatürk’ün kuşku duymadan ve bizzat dikte ettirdiği bu anılar Nutuk’tan bir önceki dönemi aydınlatıcısı olduğundan,
“Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a VI. Mehmet, Sultan Vahideddin mi gönderdi?” ile “9. Ordu Müfettişliği görevine atanan Mustafa Kemal Paşa’nın yetkilerini kim verdi?” sorularının yanıtlarını da vicdan ve fikir hesaplaşması yapmadan bu “Anılar”ın içerisinden alıntılarla değerlendireceğiz.
“Anılar”a geçmeden önce dilerseniz Sultan V. Mehmed’in vefatı üzerine tahta geçen VI. Mehmet, Sultan Vahideddin kimdir, özetle hatırlayalım:
…”VI. Mehmet, Sultan Vahideddin ya da Sultan Vahdettin (d. 14 Ocak 1861 İstanbul – ö. 16 Mayıs 1926 San Remo), Osmanlı İmparatorluğu’nun 36’ncı ve son Sultanı ve 115. İslam Halifesi ‘dir.
Sultan Vahideddin, I. Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu ve müttefiklerinin yenilgisiyle sona ermek üzereyken 4 Temmuz 1918‘de son Osmanlı padişahı olarak tahta çıkmıştır.
Bir taraftan I. Dünya Savaşı mağlubiyetinin getirdiği problemlerle (30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile 10 Ağustos 1920 ‘de imzalanan Sevr Anlaşması ve sonuçları ile) uğraşırken, bir taraftan da İttihat ve Terakki Partisi mensuplarının iş başından uzak tutulması ile uğraşmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu arada Mustafa Kemal önderliğinde Anadolu‘da başlayan Milli Mücadele hareketine de dört defa Sadrazamlık makamına getirdiği Damat Ferit Paşa ile karşı koymaya çalışmıştır (!).
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 1 Kasım 1922’de Saltanat ile Hilafetin ayrılmasına ve Saltanatın kaldırılmasına karar verildiği zaman, istifasını veren Sadrazam Tevfik Paşa‘nın yerine yeni bir Sadrazam atama girişiminde bulunmayan Sultan Vahdettin, 17 Kasım 1922‘de Halife sıfatı üzerinde olduğu halde(!) bir İngiliz gemisiyle (İngiliz zırhlısı HMS Malaya) Türkiye‘yi terk etmiştir. (“1 Kasım 1922‘de Saltanatın kaldırılması üzerine sadece Halife sıfatını taşıyan Vahdettin‘in yurtdışına kaçması üzerine yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 18 Kasım 1922‘de Abdülmecit Efendi, halife seçilmiştir (18 Kasım 1922)”).
Halifelikten düşürülen Vahdettin, İngilizlerin kendisini İngiltere’de istememesi üzerine önce Malta‘ya, oradan da Melik Hüseyin’in daveti üzerine Mekke‘ye gitmiş oradan da İtalya’nın San Remo şehrine giderek ikamet etmiştir. Vahdettin, 20 Nisan 1923 tarihine kadar Hicaz’da kalmış, ancak İngiltere’nin baskısı yüzünden buradan da ayrılarak bir süre Cenova’da yaşamıştır. Nihayet, Cenova’dan İtalya’nın San Remo kasabasında kiralanan bir villaya taşınmış ve 16 Mayıs 1926’da ölmüştür. Cenazesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından kabul edilmemesi üzerine Şam’a getirilerek Sultan Selim Camii kabristanına defnedilmiştir. (Türkiye’de Türbesi olmayan tek Osmanlı Padişahıdır.)”
Atatürk’ün Veliaht Vahideddin ile tanışması Almanya seyahatinden 2 gün önce Vahideddin ‘in İstanbul’un Üsküdar ilçesine bulunan Çengelköy’ündeki köşkünde olmuş, 15 Aralık 1917 tarihinde Veliaht Vahideddin Efendi’nin mahiyetindeki heyetle birlikte Alman Umumi Karargâhını ve Alman cephelerini ziyaret amacıyla düzenlenen Almanya seyahatine gitmek üzere İstanbul’dan trenle hareket etmiştir. (Bakınız, Mehmet Önder, “Atatürk’ün Almanya Gezisi (15 Aralık 1917 – 4 Ocak 1918)”, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1981.)
Atatürk, Vahideddin ile Nasıl Görüştüğünü Şöyle Anlatmıştır: -…”İstanbul’da Pera Palas Oteli’nin bir dairesine yerleşmiştim. Artık her şeyin mahvolduğuna inanmış bir adam gibi üzgün, düşünüyordum. Ancak mahvolan her şeyin tekrar kurtulabileceğine inanan bir adam gibi avunuyordum. Bu ruh hali içindeyken bir gün bana, padişahın vekili sıfatı ile Enver Paşa başvuruda bulundu ve dedi ki:
-“Almanya İmparatoru, zat-ı şahaneyi genel karargâhına davet etti. Zat-ı şahane böyle bir ziyareti yapamayacak durumda bulunduğundan düşündük, veliaht hazretleri, zat-ı şahane adına bu yolculuğu yapsın. Kendisinin eşliğinde bulunmayı kabul eder misiniz?”
Ben, böyle bir kişi ile yolculuğu kendim için enteresan gördüğümden hemen olumlu cevap verdim. Düzenleme, bildirim yapılmış, iki üç gün sonra, bir Perşembe akşamı trene binip Vahideddin ile yolculuğa çıkmamız kararlaştırılmıştı.
Bana denildi ki:
—“Yolculuğa çıkmadan evvel veliaht hazretleriyle tanışmalısınız.”
Naci Paşa, şimdi Kolordu Komutanı ve Harp Okulu’nda benim Terbiye-i Askeriye hocamdı. O zaman sanırım Miralay (Albay) Naci Bey’in de Vahideddin’le birlikte bulunması uygun görülmüştü.
Bir gün, hareketimizden evvel Vahideddin’in sarayında birleştik. Bizi, sarayın içinde Arap halılarıyla örülmüş bir salona açılan kapıdan bir odaya soktular. Redingotlu adamlarla dolu olan odanın eşyası, bir kanepe ve kanepenin iki tarafından birer koltuktan ibaretti. Henüz girdiğimiz bu odada ayakta dururken, çok laubali görünen adamların içinde bir başka redingotlu adam belirdi. Bu yeni gelenin kim olduğunu ve ne olmak gerektiğini ne ben, ne de arkadaşım fark etmedik. İçeri girdi, bizim bulunduğumuz tarafa yöneldi. Kanepenin sağ köşesine oturdu. Ben, karşısındaki koltuğa oturdum. Öbür taraftaki koltuğa Naci Paşa oturdu. Bu kişi bir defa gözlerini kapadı, derin bir vecde daldı, neden sonra yeniden gözlerini açtı, bize lütfen iltifat etti:
-“Sizinle müşerref oldum, memnunum.”
Yeniden gözlerini kapadı. Bu nazikçe sözlere cevap vermeye hazırlanırken, şaşkın bir kişiliğin huzurunda bulunduğumu fark ettim. Naci Paşa’nın yüzüne baktım. O da çok durgundu. Onda bir defa daha konuşma yeteneği olup olmadığını anlamak için beklemeyi yeğledim. Biraz sonra gözlerini açtı:
-“Yolculuk yapacağız, değil mi?”
Ben çok sıkılmış, çok azap çeken bir durumda:
Evet, yolculuk yapacağız dedim.
İtiraf edeyim ki bir deliyle karşı karşıya bulunduğumuzu hemen hissetmiş, fakat mantıksal karşılıklı konuşmaya girişmekten kendimi alıkoymuştum. Hemen ayağa kalkıp dedim ki:
Efendi hazretleri, birlikte yolculuk yapacağız. Yolculuk iki gün sonra başlayacaktır. Perşembe günü garda hazır bulunacaksınız. Oradan hareket edeceğiz.
Veda ettik ve çıktık. Özenle hazırlanmış bir saray arabasına binmiştik. Naci Paşa ile aramızda yaklaşık şöyle bir konuşma oldu:
Zavallı, bedbaht, acınası… Bunlarla ne olabilir?
Naci Paşa:
-“Öyledir.”
Bu zavallı yarın padişah olacaktır. Kendisinden ne beklenebilir?
Naci Paşa:
-“Hiç.”
Biz ki aklımız, mantığımız vardır, biz ki memleketin alın yazısını bu görüntü ve geleceğini anlamış insanlarız, ne yapabiliriz?
Naci Paşa:
-“Güç,” dedi.
Perşembe akşamı gara gittim. Yalnız, daha evvel Vahideddin’in etrafındaki adamlara haber göndermiştim ki bizim yolculuğumuz bir bakıma askeri bir seyahat olacaktır. Zat-ı âli üniformasını giymelidir (!).
Gara geldiğim vakit Vahideddin’in sivil giyinmiş olduğunu gördüm. Veliahdın teşrifatçısı olan İhsan isminde bir adam vardı. Kendisine dedim ki:
Ben Veliaht Hazretleri’nin üniforma giymesi için haber göndermiştim. Söylemediniz mi?
Bana, saray geleneklerinin verdiği bir gururla:
-“Siz kim oluyorsunuz?” dedi.
Ben sana kim olduğumu açıklayacak durumda değilim. Yalnız, soruyorum: Ben sana Veliaht Hazretleri’nin üniforma giymesi gerektiğini söylettim. Kendisine söyledin mi, söylemedin mi?
Bu cümleleri biraz sert söyledim. O zaman bana cevap vermek zorunda kaldı:
-“Ben söyledim, fakat yapmadı. İzin verirseniz açıklayayım,” dedi.
Anlattığına göre Veliahda Feriklik (Tümgeneral) rütbesi verilmiş, sonra Mirliva (Tuğgeneral) olduğunu bildirmişler, O da bundan gocunarak:
-“Mademki benden ilk rütbeyi almışlar, ikinci rütbeye tenezzül etmem,” demiş. Ve hiçbir rütbeye layık olmayan Vahideddin işte bu sebeple gara sivil giymeyi yeğlemiş. İhsan Bey denen adamla fazla meşgul olmaya gerek görmedim.
Bineceğimiz tren hazırdı. Bir askeri müfreze savaş safı düzeninde Veliahdı uğurlamaya hazırdı. Veliahdın yanına yaklaştım. Başkumandan Vekili Enver Paşa da orada idi:
Bu asker sizi uğurlamak için hazırdır. Kendilerini selamlayınız, dedim. Vahdeddin yüzüme baktı. Bu bakışı ile “Nasıl?” demek istiyordu. İşaret ettim:
Siz yürüyünüz, arkanızdan biz geleceğiz, dedim. Vahdeddin askerin önünden geçerken iki elleri yukarıda, doğallıktan uzak ve bilinçsizce selam vererek yürüdü. Geriye dönüp trene bindik. İçine girdiğimiz salonun pencerelerini açtırarak tren hareket edeceği sırada Vahdeddin’e:
Bu pencereden askeri selamlayınız! dedim.
-“Niçin gerekiyor,” dedi.
Evet gerekiyor!
Vahdeddin benim pervasızca tavırlarıma boyun eğmiş görünerek dediğimi yapıyordu. Tren İstanbul’dan ayrıldı.
Vahdeddin, birlikte bulunduğumuz salonun gerisindeki diğer bir salonda kendisine hazırlanan kompartımana gitti. Ben burada yatacaktım. Fakat salonun her yanına bir takım bavullar, sepetler vesaire yığılmış olduğunu gördüm. Daha evvel, Vahdeddin’in çok yakını Refik adında bir kişiye demiştim ki:
İstiyorum, Vahdeddin’in yakınında yatayım, Onunla beraber bulunayım ve kendisini irdeleyeyim.
Bu adam bana önce söz vermişken sonra öyle bir düzenleme yapmış ki Vahdeddin’in yakın adamları her tarafı doldurmuş ve bana sözünü ettiğim salon kalmış.
Niçin böyle yaptınız? dedim. Bana güzel bir cevap verdi:
-“Efendimiz bendegânı (hizmetinde olanlar) ile hemkarin (yakın) olmak ister. Zat-ı âliniz efendimizi ve o da sizi rahatsız edebilir. Bu nedenle sizi O’nun vagonuna bitişik bir yerde bulundurmayı yeğledim.
Refik Bey’in sözünü gayrimakul bulmadım. Evet, gerekiyordu ki Vahdeddin’in yanında uşaklar ve Refik Bey’de o uşakların başında bulunsun.
Trenimiz İstanbul’dan uzaklaşmıştı ki biri geldi:
-“Efendimiz sizi salona davet ediyor,” dedi. Doğrusu bu davet beni memnun etti. Yarınki Padişahı yakından incelemek fırsatlarından birincisi bağışlanıyor demekti.
Vahdeddin’in salonuna girdiğim vakit kendisini ayakta beni bekler buldum. Oturdu, oturmak için bana da yer gösterdi. Bu dakikada Saray’ında genellikle gözleri kapalı konuşan kişiyi, büsbütün başka bir durumda buldum. Aksine gözlerini çok kuvvetle açmış ve dikkatle bana bakıyordu. Bir söylev verir gibi şu yolda konuştu:
-“Affedersiniz, Paşa Hazretleri, birkaç dakika öncesine kadar kiminle yolculuk etmekte olduğumu bana açıklamamışlardı. Ancak, trenin hareketinden sonra aldığım bilgi üzerine gıyaben çok tanıdığım ve takdir ettiğim bir komutanımızla birlikte bulunduğumu anladım. Ben sizi çok iyi bilirim. Arıburnu’nda ve Anafartalar’da yaptığınız bütün işleri ve kazandığınız başarıları tümüyle biliyorum. Siz, İstanbul’u ve her şeyi kurtarmış bir komutansınız. Birlikte yolculuk etmekte olduğum için çok memnun ve kıvançlıyım.”
Vahdeddin bu sözleri çok ağır, fakat muntazam söylüyordu. Hayret ettim. Gerektiği gibi cevaplar verdim. Aramızda mükemmel, ciddi ve içten sohbetler oldu.
O gece için görüştüklerimizi yeterli sayarak kendisini fazla rahatsız etmek istemediğimi söyleyip izin istedim, salona döndüğüm zaman ferahlık duyuyordum. Düşündüm ki bu kişi akıllı olmalıdır. İstanbul’da ilk buluştuğum zaman, o dönemi bilenlerce anlaşılması kolay olan nedenler ve koşulların etkisi altında garip bir hal gösteren Veliaht, İstanbul’u terk ettikten, kendisini tamamen serbest gördükten ve muhataplarının güvenilir adamlar olduğunu anladıktan sonra kişiliğini olduğu gibi göstermekte artık engel görmüyor. Buna göre ben de kendisine bütün durumları ve zorunlulukları anlatabilirim. Hatta kendisince yapabilecek bazı ortamlar üzerinde etkinlik gösterebilirim ümidine kapıldım.” (Bakınız: Niyazi Ahmet Banoğlu, 1899 – 1919 / 1927 – 1938 Atatürk’ün İstanbul’daki Günleri”, Alfa Yayınları, I. Basım: Mart 2012, Sf:36…39.)
Atatürk, Veliaht Vahideddin Efendi’nin mahiyetindeki heyetle beraber “15 Aralık 1917 – 4 Ocak 1918” arasını kapsayan bu seyahat esnasında, Alman askeri çevrelerinde incelemeler yaparak, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla görüşmüş, onlara – hoşlanmasalar – da I. Dünya Savaşı’nın muhtemel sonuçları hakkındaki görüşlerini açıkça ve belirgin şekilde anlatmıştır. Atatürk’e o güne kadar ki üstün başarıları nedeniyle “Birinci Rütbeden ‘Kılıçlı Mecidî Nişanı” (16 Aralık 1917)verilmiştir.
Almanya gezisi sırasında, Kayzer Wilhelm II ile ilk görüştükleri gün, Kayzer onun elini (On altıncı Kolordu… Anafarta… Siz On altıncı Kolordu ve Anafartalar’ı yapmış olan Mustafa Kemal değil misiniz?) diye sıkmış, verdiği bir yemekte de Kurmay Başkanı General Ludendorff’a Mustafa Kemal Paşa’yı işaret ederek sağındaki adamla konuş diyerek Mustafa Kemal’e ve fikirlerine verdiği önemi belirtmişti.
Bu demektir ki Mustafa Kemal Paşa o günlerde, başta Kayzer olmak üzere, Alman devlet adamları ve komutanları tarafından çok iyi tanınmaktadır. Tanımayanlar ise Mustafa Kemal Paşa’nın karşısında O’nu tanıdıktan sonra farklı bir hale bürünmüşlerdir. Bu durumu anlatan şöyle bir olay olmuştur. Vahdeddin’in yanında Alman Karargâhına gittiği zaman yaşlıca bir Alman Generali kendisine sormuştur:
-“Tümene komuta ettiniz mi?”
-“Biraz fazlasına.”
-“Yani Kolordu’ya mı kumanda ettiniz?”
-“Biraz fazlasına.”
-“Orduya mı kumanda ettiniz?”
-“Hayır. Ordular grubuna!” (Bakınız: Sadi Irmak; Atatürk Bir Çağ’ın Açılışı, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 1984, s.20.
Gezi sırasında Alman gazeteleri, Vahdeddin’den yalnızca Osmanlı Veliahdı diye bahsettikleri halde, Mustafa Kemal’den, “Gelibolu ve Kafkas savaşları Kahramanı, Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa” olarak söz ediyorlardı. Mustafa Kemal Paşa, Alman cephelerini ziyaret ettiği günlerde, Alman komutanlarla gerçekçi bir gözle savaşın getireceği sonuçlar üzerinde tartışmalar yapmış; Vahdeddin’i bu gerçekler üzerinde ve Türkiye’nin ne denli Alman dostlarına güvenebileceği hakkında sorular sormaya yöneltmişti. Alınan cevaplar ne Vahdeddin’e, ne de Mustafa Kemal’e güven vermişti. (Bakınız: Mehmet Önder; Atatürk’ün Almanya ve Avusturya Gezileri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993, s.9.) Bu münasebetle Veliaht, Mustafa Kemal Paşa’yı yakından tanımış olduğu için, Sultan Reşat’ın ölümünden sonra padişah olur olmaz, Mustafa Kemal Paşa’yı kendisinin “Fahri Yaveri” yapmış ve tekrar 7. Ordu Kumandanlığına tayin ettirmişti.
Atatürk, anılarında Almanya seyahatinden sonra Padişah Vahideddin ile ilk görüşmesini şöyle anlatır:
-…”Tekrar yalnız olarak Padişahla görüşmek istedim. Beni bu sefer de kabul etti. Ben, ilk görüşünde direten bir adam tavrıyla, belki de başlangıç yapmadan aynı doğrultuda konuşmaya başladım. Vahideddin hızlı bir kavrayışla bana cevap verdi:
-“Paşa, ben her şeyden önce İstanbul halkını doyurmak zorundayım. İstanbul halkı açtır. Bunu sağlamadıkça alınacak her önlem yersiz olur.”
Bu cümlenin sonunda Zat-ı Şahane gözlerini kapadı. Ben, tilki huyunda her entrikasının her gün tanığı olduğum yüzlerce örneğinden biri karşısında bulunduğuma büyük üzüntüyle inandım. Düşündüğüm şu idi: “Zat-ı şahane önce İstanbul halkını kazanmak istiyor. Kendisine gelecekteki girişimleri için kuvvet ve dayanak noktasını burada arıyor.” Fakat yine düşündüm ki genel koşullar iyileştirilmedikçe, politikacılık noktasından doğru olsa bile, bu isteğin yerine getirilmesi mümkün olabilir miydi? Bunun için bir düşünce daha söylemekten kendimi alamadım:
Çok doğru düşünüyorsunuz, fakat İstanbul halkını doyurmak için alınan önlem ve girişimler, zat-ı şahanenizi bütün memleketi kurtarmak üzere alıkoyamaz. Bütünün esenliğini sağlayacak çalışma, ancak makinenin bütününün işlemesiyle mümkün olur ve bütün işlemedikçe bu makineden bir kısmı ürün de alınamaz. Söylediğimiz yerindeliğine inanıyorum. Belki zat-ı şahanelerince fazla telakki buyurulur Devleti, ulusu ve bütün çıkarları savunan kuvvet başkasının elinde bulundukça sizin Padişahlığınız da sözde olmaktan kurtulamaz. Biraz tedbirsizce olduğuna inanıyorum.
Padişahın verdiği cevaba şu cümle karıştı:
-“Ben gereken şeyleri Talat ve Enver Paşalar Hazretleriyle görüşürüm!”
Bunu söyleyen kişi, daha birkaç ay evvel, Veliahtlığında da Talat ve Enver Paşalardan tiksindiğini anlatan ve bu adamların, memleketi mahvolmaktan başka bir sonuca götürmesi mümkün olmayan girişimlerini eleştiren Vahidendin idi.
Şimdi Padişah ve Halife Vahidendin bu kişilerle görüşmüş, memleketin esenliği için gereken önlemleri almış bulunuyor. Vahidendin demek istiyor ki:
-“Siz görev ve yetkiniz dışında benimle laubalilik mi etmek istiyorsunuz?”
Bu maksadı anladıktan sonra, Vahidendin karşısında benim vicdanı görevim son bulmuştu. Ayağa kalktım. İzin istedim. Gözlerini kapadı ve hiçbir kelime söylemeksizin elini uzattı.
Salondan çıktığımda, Naci Paşa gözlerimdeki üzüntüyü okumuş gibi göründü. Tek kelime söylemeden uzaklaştı. Pera Palas’taki daireme geldim.
Vahideddin ‘in yanına gittim. Ne ince, ne takdir eden bir padişah. Henüz ayakta iken Alman General’leri karşısında kısa bir nutuk söyledi. Bu sefer gözleri açıktı:
-“Çok beğendiğim ve güvendiğim bir komutan!” diyerek beni onlara tanıtıyordu.
Oturduk, dedi ki:
-“Sizi Suriye’ye komutan atadım. Oradaki durumlar önem kazanmış. Oraya gitmeniz gerekiyor. Sizden isteğim şudur: O tarafları düşman eline geçirmeyeceksiniz. Verdiğim görevi başarıyla yerine getireceğinizden eminim. Hemen o ülkeye hareket etmelisiniz.”
İradesini bitirdikten sonra Alman General’ine baktı:
-“Bu komutan dediklerimi yapabilir,” dedi.
Görünürde ne büyük teveccühe mazhar olmuştum. Benim yerimde bir ahmak olsaydı ne kadar sevinecekti. Ben ise bir entrikacı karşısında bulunduğumdan ne kadar üzgündüm.
Düşündüm:
Diyeyim ki, …”Padişah Hazretleri! Bana öyle bir görev veriyorsunuz ki o görevi yerine getirmekle görevli komutanlar yerlerindedir. Beni onların üstünde bir başkomutanlıkla mı görevlendiriyorsunuz? Eğer böyle ise çok kıvançla iradenizi kabul edeceğim. Fakat şüphe etmiyorum ki bunun farkında bile değilsiniz. Vaktiyle istifa ederek haklı sebeplerle bıraktığım orduya ki o ordu bugün yenilmiştir, orada bulunan bütün ordular gibi… Beni onun başına gönderiyorsunuz. O halde bütün bu irade buyrulan görevleri yapmaya nasıl muktedir oluyorum?”
Nitekim Suriye cephesinde İngiliz birlikleri, 19 Eylül 1918’de tekrar taarruza başlayarak Türk cephesini düşürdüler. Yıldırım Ordular Grubu büyük bir baskına uğramış, İngilizler karargâha kadar girmişlerdir. 21 Eylül’de Ordular Grubu geri çekilme kararı verdi.
7. Ordu Kumandanı olan Mustafa Kemal Paşa, önceden aldığı tedbirlerle düşman süvarisini Bisan’da durdurmayı başardı. Kayıp vermeden, ordusuna geri çekilmeyi tamamlattı; ancak 1 Ekim 1918’de Şam düştü.
Bu yenilgi üzerine, Alman General Liman Von Sanders, Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığını Mustafa Kemal Paşa’ya bırakarak Adana’ya çekildi.
Bu arada Arap Emiri Faysal’ın kuvvetleri, yerli Araplarla birlikte Türk kıtalarına fırsatını bulduğu her anda saldırmaktadır. Mustafa Kemal Paşa önce Arap çetelerini bozguna uğrattı, sonrada birliğiyle Halep kuzeyindeki mevzilere çekildi. Böylece, İskenderun Tellürifat mevziinde İngiliz taarruzlarını durdurmaya çalışmıştır. Bu başarı üzerine, Padişah Vahdeddin tarafından, Veliaht iken Almanya seyahatinde refakatinde bulunduğu sırada tanıdığı Mustafa Kemal Paşa’ya “Olağanüstü hizmetleri ve ordusunu imhadan kurtardığı için” Fahri Yaverlik unvanı verilmiştir (22 Eylül 1918). (Bakınız: Şükrü Tezer; Atatürk’ün Hatıra Defteri, TTK Ankara, 1972, Sf:166.)
(Not: Araştırmacı yazar Turgut Gürer; …“Nablus’tan hareket edildikten itibaren ilk tevakkuf (durma) mahalli olan Beytül Hasan’da Mustafa Kemal’e Fahri Yaveran-ı Hazreti Şehriyarilik unvanı müjdelenmişti”. Bu görev, Padişaha fiilen yaverlik yapmayı gerektirmeyip sadece bir şeref unvanı idi. Nitekim Mustafa Kemal Paşa aldığı bu unvandan sonra da, 7. Ordu Komutanlığını uhdesinde bulundurmuş, muhabereleri sevk ve idare etmiştir.” demektedir. “Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer” Cepheden Meclise Büyük Önderle 24 Yıl”, Gürer Yayıncılık, 4.Baskı, İstanbul, Ocak 2007, s.201.”)
Birinci bölüm sonu.