“BENİ TÜRK HEKİMLERİNE EMANET EDİNİZ!”
Dr. Nihat Reşat BELGER, Atatürk’ü muayene ettiği dönemde Yalova Kaplıcası işletme Müdürü ve Başhekimi olarak görev yapıyordu. Hem İstanbul’da hem Paris’te tıp eğitimi görmüş, değerli bir iç hastalıkları uzmanıydı ama profesör unvanını taşımıyordu. 1938 yılı ortalarına doğru, İstanbul Tıp Fakültesi Hidroklimatoloji profesörlüğüne atandı ve 1943 yılına kadar üniversitede hizmet verdi. Atatürk’ün sağlığı ile ilgili olarak düzenlenen raporların hiçbirinde profesör unvanını kullanmadı.
Dr. Nihat Reşat BELGER, Ruşen Eşref ÜNAYDIN’a, hastalığın teşhisini şöyle anlatmıştır:
—“1937 senesinde sıhhat durumu yavaş yavaş bozulmaya yüz tutan Atatürk’te biraz zayıflama, bilhassa bacaklarda kaşınma gibi hem kendinin hem de etrafındakilerin nazarı dikkatini celbeden bazı gayrı tabii haller görülmüşse de, bunlar pek ehemmiyetli addedilmemiş. Kaşıntı, Atatürk’ü her şeyden ziyade iz’aç ediyormuş. Atatürk bilhassa bundan kurtulmak için hekimlerine rahatsızlıklarını anlatmış ve tedavisini istemiştir.
O zaman kendisini Ankara’da daima müşahede altında bulunduran mütad müdavi doktorlarından başka Atatürk, bir de o vakitler Ankara’da Numune Hastanesinde vazifeli bulunan İtalyan asıllı meşhur Alman cilt mütehassısı Profesör Marchionni tarafından muayene edilmiş. Kaşıntıya sebeptirler zannedilerek köşkteki karıncaların itlâf edilmesi gibi tedbir ve tedavilere rağmen, kaşıntının önüne geçilememiştir.
Bunun üzerine Yalova Kaplıca sularının teskin edici hassaları göz önünde tutularak, kaşıntı belki o suların tesiri ile yatışır mülahazasında bulunulduğundan Yalova’ya gitmesi Atatürk’e tavsiye edilmiş. Atatürk de bu tavsiyeyi kabul etmiş. Mevsimin kış olmasına, “INSTALLATION” nun da henüz tamamlanmadığına bakmayarak 1938 senesi Ocak ayında Yalova’ya işte bu vesile ile gelmiştir.
Atatürk geceyi, Termal otelindeki apartmanında geçirdi. Ertesi sabah otelde, kendisine mahsus olarak yaptırılan banyo dairesine girdi ve beni çağırttı. Şikâyetlerini bana bildirdi. Kaşıntıya çare bulmamı istiyordu. Dedim ki:
—“MÜSAADE BUYURURSANIZ, ÖNCE ZAT-I DEVLETİNİZİ BİR MUAYENE EDEYİM. KAŞINTILARIN SEBEBİNİ TESPİTE ÇALIŞAYIM.”
-…”PEK İYİ.” dedi.
Soyunma yerine koydurmuş olduğumuz şezlonga uzandı, ben de muayeneye başladım. Tabii önce, vücudun en çok kaşınan yerlerini yani bacaklarını muayene ettim. Egzama, ürtiker, erytheme gibi belirtiler bulamadım. Yalnız kaşıntının bıraktığı tırnak izleri gördüm.
Atatürk’ün yaşayış tarzını göz önünde tuttuğum için bacaklardan sonra karnını ve bilhassa karaciğerini muayeneye koyuldum. Ve derhal gördüm ki, Atatürk’ün ciğeri üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir. Kalbini dinledikten, tansiyonunu da alarak muayenemi tamamladıktan sonra kendisine teşekkür ettim. Muayenemin bittiğini söyledim.
Atatürk:
-…”DOKTOR, KAŞINTININ SEBEBİNİ BULDUNUZ MU?” diye sordu.
—“EVET, EFENDİM DEDİM VE BU KAŞINTININ YEMEK VE BİLHASSA İÇMEKLE İLGİSİ OLDUĞUNU” arz ettim.
-…”BUNA EMİN MİSİNİZ?” diye sordu.
Atatürk’ün mizacını bilenler sezerler ki, O’nun bu türlü soruşu bir sonuç çıkarmak üzere bir hükme varmak için sözün önemini araştırıp ağırlık derecesini ölçmesine bir başlangıçtır.
—“EFENDİM, KANAATİM O KADAR KAT’İDİR Kİ, BU TEŞHİSİMİN İSABETİNDE ŞÜPHENİN GÖLGESİ BİLE YOKTUR. KARACİĞERİNİZ BÜYÜMÜŞ VE BİRAZ SERTLEŞMİŞTİR. İŞTE KAŞINTININ SEBEBİ BU KARACİĞER RAHATSIZLIĞIDIR.” dedim.
Sözlerim, o ana kadar kendisine karaciğer rahatsızlığından bir defa bile bahsedilmemiş Atatürk üzerinde, hissettim ki, bir sürpriz tesiri yaptı. Fakat O, hiçbir hayret belirtmeksizin, bu sözlerimi tam bir sükûnetle dinledi.
-…”ŞİMDİ NE YAPACAĞIZ?” diye sordu.
Nihat Reşad sözüne devamla dedi ki:
—“Kendisine muvafık gördüğüm şekilde termal tedaviyi tespit ettim. Kaşıntıyı teskine yardım edecek bir toz bile verdim. Bu tozla birlikte bir de küçük bir perhize konulmasını rica ettim.
Atatürk’ün Yalova’daki kısa tedavisinden alınan tesir memnuniyete şayandı. Çünkü hem kaşıntı azaldı, hem de bir zamandan beri kesilmiş olan iştihası düzeldi. Atatürk, orada bir kilo bile kazandı. Yalova’ya geldiğinde ağırlığı “74” kiloya inmişti. Yalova’da geçirdiği on bir günden sonra ise bu ağırlık “75” kiloya çıktı.
Atatürk tavsiyelerime o kadar ehemmiyet vermişti ki, akşamları sofrada kalma âdetini bile değiştirtti; bu müddeti epey kısalttı. Daha evvelce sofrada kalma zamanı, bazen sabahın altısını bulurmuş. Yalova’ya geldikten sonra bunu saat ikiye kadar indirdi.
Atatürk bu halden görülen farktan çok memnun oldu. Neşesi arttı. Hattâ onuncu gün kaşıntıdan eser bile kalmamıştı.
Hülâsa umumi vaziyetinde hissedilir on ikinci günü,
BU TEDAVİYE HİÇ DEĞİLSE ÜÇ HAFTA DEVAM ETMESİ İÇİN ISRARLI RİCAYA RAĞMEN HER SEBEPTENSE BURSA’YA GİTTİ.”
Bursa’da bir gün bir gece kalmış, sonra termal otele uğramaksızın doğruca İstanbul’a geçmiş ve bildiğime göre, Bursa’da geçirdiği geceden sonra dönüşte soğuk almış, saraya keyifsiz olarak gitmiş.
Ertesi akşam da, bu rahatsızlığın devam etmesine rağmen Park Otele gitmiş, gece saat dörde kadar orada kalmış, yani eski hayatına dönmeyi bir defa daha denemiş. Daha ertesi gece sarayda, birden bire kuvvetle öksürmeye, biraz zorca nefes almaya ve göğsünde şiddetli veca, (point de cote), ağrı duymaya başlamış. Kadıköy’de oturmakta olan daimi hekimi Profesör Neşet Ömer’e derhal yanına gelmesi için telefon ettirmiş. Fakat o gece, şiddetli bir lodos fırtınası hüküm sürdüğünden, Profesör Neşet Ömer, Atatürk’ün emrini yerine getirememiş.
Bunun üzerine Atatürk, bana telefon edilerek saraya davet edilmemi emreylemiş. Gece saat dört sularında, O zaman ikamet etmekte olduğum Sıraselviler’deki apartmanıma gönderilen bir otomobille Dolmabahçe’ye gittim. Atatürk’ün huzuruna çıktım. Kendisini muayene ettim. Atatürk çok yazık ki zatürreeye tutulmuştu. Lüzumlu gördüğüm tedaviyi tespit ettim. Atatürk biraz rahatlayıncaya kadar yanında bekledim. Sonra evime döndüm.
Ertesi gün Profesör Neşet Ömer Bey saraya gelmişti. Ben de yine davet edildim. Bu defa Atatürk’ü ikimiz birlikte muayene ettik. Tedavisine müştereken devam ettik. O zaman daha penisilin yoktu. Atatürk’teki yüksek hararet günlerce sürdü. Size daha önce bahsettiğim karaciğer zayıflığı dolayısıyla nekahet devresi gecikti ve uzadı.
Biz Atatürk’ü kuvvetlendirmeye çalıştığımız sırada, o zamanki Yugoslav Başvekili Stoyadinoviç de Ankara’ya behemehal Atatürk’ü ziyarete gelmek üzere idi. Henüz tamimiyle iyileşemediğini kendisine iyice izah etmiş olmamıza rağmen, Ankara’ya behemehal gitmek arzusunu izhar etti. Hâsılı, bizler O’nun tasvip etmediğimiz bu seyahatine mâni olamadık. Mehaza devletin mühim bir siyasî meselesinde mutlaka vazife başında bulunmak isteği ile koca adam yorgun argın kalktı gitti.
Burada Doktor Nihat Reşat hem teessür hem de hayranlıkla bir an durakladı. Bir noktaya işaret etmek ister gibi sayılabilecek o dalgınlığından yavaşçacık uyanırcasına hafif bir sesle dedi ki :
“—YUGOSLAVYA BAŞVEKİLİ ANKARA’DAN AYRILDIKTAN SONRA ATATÜRK’ÜN RAHATSIZLIĞI BİRAZ DAHA ARTINCA, HÜKÜMET FRANSA’DAN MEŞHUR BİR KARACİĞER HASTALIKLARI MÜTEHASSISLARINDAN PROFESÖR DOKTOR FİSSENGER (FİSENJE)’ Yİ ANKARA’YA DAVET ETTİ.”
Öğrendim ki, davete Paris sefaretimiz tavassut etmiş. O zamanki Paris elçimiz rahmetli Suat DAVAZ’ ın hususi tabibi bir Fransız doktorunun patronu olan Profesör Gougerot (Gujöro), Profesör Fissenger ile dünürmüş. Büyük elçimiz, Ankara’dan emir alır almaz meseleyi hususi tabibi ile görüşmüş. O tabip de Türk hükümetinin bu isteğini patronuna bildirmiş. Bunun üzerine Gougerot, dünürü Fissenger’i tavsiye etmiş. Hükümetimiz de muvafakat eylemiş. Profesör Fissenger Ankara’ya böyle gelmiş.
Ankara’da Fissenger, Atatürk’ü muayene ederken ben orada değildim. Fakat, profesör Neşet Ömer’den işittim. Fransız mütehassısı, Atatürk’ün bizim tavsiye ettiğimiz tedaviye devam etmesini muvafık görmüş.
Fissenger Ankara’dan ayrıldıktan biraz sonra, Atatürk bu defa da behemehâl Hatay’a gitmek lüzumuna hükmetmiş. Yorulmaması için kendisine vuku bulan bütün ricalara rağmen kalkmış, bir siyasi gayenin tahakkuku için yine, hatta bu kere daha yorgun argın, Hatay’a gitmiş, daha doğrusu Hatay’la ilgili olarak Kilikya’ya… Orada, resmi geçitte hazır bulunmuş. Güneşin altında saatlerce ayakta kalmış, büsbütün yorulmuş ve Ankara’ya öyle dönmüştür. Ankara’da tedaviye devam etmişse de her şeyin gerektiği gibi yapılmasına, itiraf etmeli ki tam bir riayet göstermemiştir. Böylece Ankara’da kısa bir müddet kaldıktan sonra, tebdil-i hava için Savarona yatına geçmiş.
Ben Atatürk’ü sarayda geçirdiğini söylediğim pnömoni hastalığından sonra, yata yerleştiği zamana kadar geçen üç dört ay zarfında hiç görmemiştim ve Fissenger Ankara’dan dönerken İstanbul’da onunla dahi görüşmemiştim.
Yat İstanbul’a gelip, Atatürk de orada yerleşip kalınca hemen beni istetti.”
Bir başka yazımda görüşmek üzere.
Eksiklikler benim, fazlalıklar daha önce emek verenlerindir.