Eski FRANSA Başbakanlarından Edouard HERRIOT:
-…”SİZLERE ŞUNU SÖYLEYEYİM Kİ, BEN ATATÜRK’E KÂTİP OLMAK İSTERDİM. SEBEBİ DE O’NUN HER AKŞAM SOFRASINDA BULUNUP YÜKSEK FİKİRLERİYLE BESLENMEK DİLEĞİNDE OLUŞUMDUR. BÖYLECE YENİDEN BİR ÜNİVERSİTE BİTİRMİŞ OLACAĞIM.”
“ATATÜRK ‘ÜN SOFRASI” denilince,
ATATÜRK ‘ün İNGİLTERE Kralı VIII. EDWARD ‘ın İSTANBUL ‘a kendilerini ziyarete geldiklerinde, verilen ziyafette “BU MİLLETE HER ŞEYİ ÖĞRETTİM, FAKAT UŞAKLIĞI ÖĞRETEMEDİM” dedikleri gelir aklımıza.
ATATÜRK ‘ün hizmetinde bulunan Cemal GRANDA, ATATÜRK ile ilgili değerli anılarını “ATATÜRK’ÜN UŞAĞININ GİZLİ DEFTERİ” adı altında toplamıştır. Anıları Turhan BİRKAN düzenlemiştir. Bu anılar ATATÜRK ‘ün kişiliği ve psikolojisi hakkında da çok değerli birer materyal niteliğindedir.
Cemal GRANDA ‘nın ATATÜRK ‘ün İSTANBUL ‘da geçen yaşamı ile ilgili anılarını da “KESİN TARİH” belirtmediği için bu bölümde okuyucuya sunuyoruz diyen Niyazi Ahmet BANOĞLU ‘nun “ATATÜRK’ÜN İSTANBULDAKİ GÜNLERİ” adlı eserindeki “ATATÜRK VE UŞAĞI” konulu anıya bazı hatırlatmalar da bulunarak sizlerle paylaşmak istedim.
“ATATÜRK VE UŞAĞI”
Bir akşam saat 20.00 sularında sarayın Marmara ‘ya bakan balkonunda yirmi kadar konuk yemek yiyordu. Arkamda duran ATATÜRK:
-…“EFENDİ, EFENDİ…”
Diye seslendi.
Döndüm. Hiç unutmam, elinde kristal rakı sürahisi vardı.
—“BUYRUN EFENDİM… BİR EMRİNİZ Mİ VAR PAŞAM?…”
Diye cevap verdim.
CUMHURİYET rejiminin kurulmasına rağmen herkes ATATÜRK ‘e “PAŞAM” diye seslenirdi. Beylik, Paşalık kalktığı halde bu “PAŞA’LIK ATATÜRK İÇİN KALKMADI ÖLÜNCEYE KADAR DEVAM SÜRDÜ.”
Yazımın başında bazı hatırlatmalarda bulunacağımı belirtmiştim. Şimdi siz değerli okurlarımdan özür dileyerek Cemal GRANDA ‘nın değerli anısına kısa bir ara vereceğim:
MUSTAFA KEMAL PAŞA ‘nın Başyaveri, “İSTİKLAL MADALYASI “sahibi Mehmet Cevat Abbas GÜRER TÜRK Asker ve Siyasetçilerimizdendir.1941 yılına kadar Milletvekilliği yapan GÜRER, MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ile ilgili hatıralarını, “EBEDİ ŞEF KURTARICI ATATÜRK’ÜN ZENGİN TARİHİNDEN BİRKAÇ YAPRAK” adlı eserinde:
—“ATATÜRK ‘ün sürekli ve verimli çalışmasıyla az uyku uyduğunu birkaç misalle tespite çalışacağım: ATATÜRK ‘ün uyanık geçirdiği zamanla, uykuda geçirdiği müddet, mukayese edilemeyecek kadar farklıdır. ATATÜRK ‘ün bir insan ömrüne sığamayacak kadar zengin olan çalışmasını sıralayacak açıklayacak ve genişliğiyle anlatacak değilim. ATATÜRK ‘ün durmayan, dinlenmeyen yıpratıcı çalışma tarzının bütün genişliğiyle anlatılması bu yazıya sığmaz.
ATATÜRK ‘ü yakından tanıyanlar pekiyi bilirler ki, yirmi dört saatlik hayatını hiçbir zaman bir programa sığdıramamıştı. Zaten onun karşılaştığı olaylar, ilerideki zamana bırakılmayacak kadar hemen karar verip yapmayı gerektirdiklerinden, bir programlı hayat sürmesine müsaade etmemişlerdi.
Bununla birlikte, zaman ve yer elverişli olduğu ve memleket ve millet işleri yoluna girdiği devirde de, O yine çerçeveli hayata giremedi. Cesaretle söyleyebilirim ki, ATATÜRK ‘ün yaradılışı da buna engeldi. Ölünceye kadar kendi kendisinin polisi olan ATATÜRK, evlerinde, seyahatlerinde, gezintilerinde, halk arasına girip çıkmasında da bir programa bağlı değildi.
Savaşlarda olduğu gibi, günlük devlet işlerinin önemlerine göre gece veya gündüzün her saatinde kendisine bildirilmesini isterdi.
Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıklar bir yana, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı.
Çoğu zaman uykuda geçirdiği zamana acırdı.
Bir defa bana demişti ki: -…”HAYAT PEK KISA. ÇOCUKLUK VE OKUL BİR KISMINI ALIYOR. GERİYE KALANINI İSE UYKU YARIYA İNDİRİYOR. UYKUSUZLUĞU GİDERECEK VE VÜCUDA VERDİĞİ İSTİRAHAT GIDASINI VERECEK KOMPRİMELER İCAT EDİLSE… BİR GÜN O DA OLACAKTIR. NİTEKİM TIP, KİMYA, UYUTMAK İÇİN PEK GÜZEL İLAÇLAR YAPMIŞTIR.”
Kısa bir aranın ardından yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz;
“ATATÜRK VE UŞAĞI”
O akşam ilk kez konuştuğum ATATÜRK ‘le aramızda şunlar geçti:
-…”SENİN İSMİN NEDİR?”
—“CEMAL!”
-…”SONU YOK MU BUNUN?”
—“VAR, CEMALETTİN…”
Bunun üzerine ATATÜRK bana doğru ilerleyerek:
-…”HAAA… İSİMLER KEMALETTİN OLUR, FAKAT CEMALETTİN OLMAZ. SEN YİNE CEMAL KAL… DİNİN CEMALİ MİYDİN Kİ SANA BU İSMİ KOYDULAR?”
Aradan yarım saat geçmişti ki, yemek devam ediyordu.
Sevinçten kabıma sığamıyordum. Evet, ATATÜRK EN SONUNDA BENİMLE KONUŞTU. HEM DE UZUN UZUN… Ertesi gün benimle alay eden arkadaşlara anlatacağım şeyleri kafamda tasarlıyor, onlardan hınç çıkaracağımı düşünüyordum.
Fakat ATATÜRK, bu CEMAL adına tutulmuş olacak ki yeniden seslendi:
-…”BU CEMALETTİN İSMİNİ KİM KOYDU SANA?”
Artık adam akıllı korkmaya başlamıştım:
—“BABAM” Diye cevap verdim.
-…”ÖYLE İSE BABAN NE ADAMMIŞ SENİN” Diye sertçe çıkıştı.
Bunun üzerine:
—“BEN BABAMI TANIMIYORUM” Deyince yüzü daha da sertleşti:
-…”BABAMI TANIMIYORUM NE DEMEK? SEN BABASIZ MI DOĞDUN? BABAN YOK MU SENİN?…”
—“BEN DOKUZ AYLIKKEN BABAM ÖLMÜŞ.”
ATATÜRK üzüldüğümü yüzünden okumuş olacak ki birden sesini yumuşattı:
-…”ANANI TANIYORSUN YA YETER!…” Dedi.
Ve biraz durduktan sonra ekledi:
-…”BEN DE BABAMI TANIMIYORUM YA…”
O gece yemek sabahın beşine kadar devam etmişti Çoğu geceler böyle olur, meclisin horozlar öterken dağıldığı görülürdü. Bu yüzden ATATÜRK de sabah saat beşten önce yatağına giremezdi.
Şimdi siz değerli okurlarımdan özür dileyerek Cemal GRANDA ‘nın değerli anısına tekrar kısa bir ara vereceğim:
ATATÜRK ‘ün yakın mesai arkadaşlarından ve TÜRKİYE ‘de hukuki temellerin atılmasında katkıda bulunmuş 23 KASIM 1924 – 27 EYLÜL 1930 tarihlerinde “TÜRKİYE ADALET BAKANI” olarak görev yapmış Devlet adamlarımızdan Mahmut Esat BOZKURT:
“TÜRK VATANININ GECE BEKÇİSİ ATATÜRK’TÜR,”
—“ ATATÜRK gece uykusuzluğuna çok alışıktı. Konuk kabul etmediği gecelerde bile uyumaz, kütüphanesine çekilerek okumakla sabahlardı. ATATÜRK, konuklarına sabaha karşı izin verdikten sonra banyosunu alır ve yatağının yanındaki komodinin üstünde mevsimine göre hazırlanmış meyve suyunu içerdi. Gündüzleri de bir bardak dolusu yağlı ayranı diğer içkilere tercih ederlerdi.
Gündüz kıyamet kopsa alkollü içki almazdı. Yalnız sıcak günlerde bir iki bira ile yetinirdi.
İNGİLİZ Kralı EDWARD ‘ın İSTANBUL ‘u ziyaretinde Kral, kendi eliyle ATATÜRK ‘e bir kadeh viski sunmuştu. ATATÜRK bu ikramı nazikâne geri çevirdi.
-…”TEŞEKKÜR EDERİM. GÜNDÜZLERİ İÇKİ KULLANMAM.”
İNGİLİZ Kralı EDWARD kendi kadehini de elinden bıraktı ve cevap verdi:
—“BEN DE SEVMEM.”
Kısa bir aranın ardından yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz;
“ATATÜRK VE UŞAĞI”
Saat on birden sonra hava serinlediği için misafirler birer ikişer balkondan içeri girmeye başladılar. Masanın üzerinde boşalmış DİMİTRAKOPULO şişeleri duruyordu. O devrin en ünlü rakısı olan DİMİTRAKOPULO ’dan ATATÜRK her gece yarım kilo içerdi. Mezesi de sadece tuzlu leblebiydi. Ara sıra da fava denilen zeytinyağlı, limonlu bakla ezmesini istediği olurdu.
En sevdiği yemekler arasında kuru fasulye ile pilav gelirdi.
ATATÜRK tekrar beni çağırdı. Yemek isteyecek sanıyordum. Fakat onun aklı hep benim ismimde değil miymiş?…
—“ULAN, BU İSMİ SEN Mİ KOYDUN, BABAN MI?” Diye bar bar bağırmaya başladı.
Çok korkmaya başlamıştım. Benim korktuğumu görünce daha fazla bağırıyordu. Artık elim ayağım titremeye başlamıştı. Ayakta duracak halim yoktu. Belki daha fazla kızar da kovulurum, diye gözünden uzaklaşmaya karar verdim. Saat üçe doğru sofrayı bırakarak yatmaya gittim.
O gece sabaha dek gözümü uyku tutmadı. Yattığım yerde dua ediyordum. Kâbusla karışık korkulu rüyalar gördüm. Yavaş yavaş geldiğime pişman bile olmaya başlamıştım. Bu isim de başıma iş açıyordu galiba… “NEREDEN BULMUŞLARDI BU CEMAL’İ DE, BANA TAKMIŞLARDI…?”
Ertesi gün de aynı korku ve heyecan içinde geçti. Adeta akşam olmasını istemiyordum. Adeta akşam olmasını istemiyordum. Tek avuntum, ATATÜRK ‘ün geceki olayı unutmuş olmasıydı.
Akşam yemeğini hazırlamış bekliyordum.
Saat yediye doğru,
ATATÜRK’ÜN ARKASINDAN AFET İNAN, ZEHRA HANIM, BAŞYAVER RUSUHİ BEY, GENEL SEKRETER TEYFİK BEY OLDUĞU HALDE SALONA GİRDİ.
Başyaver aşağı inerek öbür misafirleri de sofraya getirdi. Sofraya oturmadan önce ATATÜRK misafirlere Arapça:
-…”FADDAL!..”
Dedi ve herkes masadaki yerlerini aldı. Bu sözü çok keyifli olduğu zamanlar sık sık duyduğumu hatırlıyorum.
Şimdi siz değerli okurlarımdan özür dileyerek Cemal GRANDA ‘nın değerli anısına tekrar kısa bir ara vereceğim:
Asıl adı Süleyman Asaf EMRULLAH olan, TÜRK, Asker ve Siyasetçilerimizden Kılıç ALİ Beyin “ATATÜRK’ÜN HUSUSİYETLERİ” adlı kitabında şöyle demektedir:
ATATÜRK ‘ün en büyük zevki sofrası idi. Kendileri çok mütevazı olduklarından daima bize:
-…”BİR LOKMA EKMEK, BUNU BİRKAÇ YAKIN ARKADAŞ İLE OTURUP BERABERCE YEMEK VE İÇMEK BANA KÂFİDİR.” Derlerdi.
Sofranın bizim gibi bir sürekli ileri gelenleri, bir de vekillerden, mebus ve gazetecilerden davet edilenleri, bunlardan başka da sefirlerimizden, kumandanlarımızdan, kendilerinin eski arkadaşlarından ve ahbaplarından, her tertipten ara sıra davet edilenleri vardı.
Hiçbir kimse ATATÜRK ‘ün sofrasına, izinsiz, davetsiz gelemezdi. Ancak İSMET Paşa ile Hariciye Vekili Şükrü KAYA ‘nın özel durumları vardı. Bu zatlar, her zaman, işlerinden boş kaldıkları ve gerekli gördükleri vakit, hangi saatte olursa olsun, sofraya gelebilirdi.
“ATATÜRK ÇOK MUNTAZAM, ÇOK DİKKATLİ BİR İNSAN OLDUKLARI İÇİN SOFRASININ MUNTAZAM OLMASINI İSTERDİ.”
Onun için, sofraya otururken her şeyin yerli yerinde, düzgün halde bulunmasına bilhassa ve bizzat dikkat ederlerdi. Sofranın tanziminde, sofra örtüsünde, tabaklarda, çatal bıçaklarda bir çarpıklık, bir yanlışlık görülürse bunları bizzat düzeltirler, ondan sonra sofraya otururlardı.
Bu intizama yalnız kendi evlerinde değil, davetli bulundukları başka yerlerde de dikkat ederlerdi. Hatta bazen gittikleri yerlerde salonların döşenmesinde gördükleri yanlışlıkları hemen düzeltirlerdi. Duvarda asılı tabloların yerinde ve düzgün takılıp takılmadıkları hemen dikkatlerini çeker, her hangi bir tablonun karşısına geçerek:
-…”BİRAZ SAĞA, HAFİF AŞAĞI…”
Diye kumanda ederek tabloya bir vaziyet verdirirlerdi. Karmakarışık, gelişigüzel döşemeye dayanamazlar, hemen düzelttirirlerdi.
ATATÜRK ‘ün sofrası bir yemek sofrası, bir içki sofrası, bir eğlence sofrası değil, bir çeşit akademi, adeta bir çeşit dershane idi.
Sofranın karşısında daima büyük bir kara tahta üzerinde tebeşiri ile silgisi ile hazır bir halde bulunurdu. Bu sofrada dâhili politika, iktisadi politika, tarih, dil, coğrafya vb. gibi çeşitli ilmi konular, günün önemli davaları, nice inkılâp hareketleri ve buna benzer her çeşit milli meseleler görüşülmekte idi. Sofrada herkes açık konuşur, herkes fikir ve düşüncesini söyler, herkes kendi tezini müdafaa eder, hatta ATATÜRK lüzum gördüğü zamanlar kararlar bile alınırdı.
Kısa bir aranın ardından yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz;
“ATATÜRK VE UŞAĞI”
Sofrada ilk söz bana idi:
-…”CEMAL, SENİ DÜN AKŞAM SERT SÖZLERLE ÇOK HIRPALAMIŞTIM. FAKAT CEMALLER DAİMA BÜYÜK ADAMLAR OLUR. SEN DE BÜYÜK ADAM OLACAKSIN.”
Sonra tarihteki ünlüleri sıralamaya başladı.
-…”SEN CEMAL PAŞAYI TANIR MISIN? ŞEHZADE CEMALLETTİN EFENDİ’Yİ, KONYA ÇELEBİSİ CEMALETTİN’İ TANIRMISIN?”
—“İSİMLERİ İŞİTTİM.” Diye cevap verdim.
-…”BU KADARI DA YETİŞİR.” Dedi.
Yemek sürüp gidiyordu. Hava yumuşadığı halde bir gün önce içimi kaplayan korkuyu üzerimden atamamıştım. Her an yine aynı konuya döneceğinden ödüm kopuyordu. Saat gece yarısını geçiyordu. Birden ismimle bana seslendiğini duydum ve yanına koştum.
-…”CEMAL, SENİN BU İSMİNİ DEĞİŞTİRELİM OLMAZ MI? SEN KENDİNE GÖRE BİR İSİM BUL BAKALIM…”
Şaşırmıştım.
Daha cevap vermeye vakit kalmadan:
-…”BEN SANA BULDUM İSİM.”
Dedi.
-…”SENİN İSMİN ÇELEBİ OLSUN…”
ATATÜRK ‘ün çok sonraları yine bir mecliste “BİZ SEVDİĞİMİZ İNSANLARA ÇELEBİ DERİZ.” Dediğini duymuşumdur.
O anda bütün korkum bir bulut gibi dağılıvermişti. Yüzümdeki memnunluğu görünce anladı. Zaten kabul etmemek için hiçbir neden yoktu. Fakat bir kere de iznimi almadan edemedi:
-…”GÜZEL Mİ?”
Diye sordu.
—“ÇOK GÜZEL EFENDİM.”
Dedim.
Bunun üzerine sofradaki konuklara dönerek:
-…”BU ÇOCUĞUN ADI BUNDAN SONRA ÇELEBİ’DİR.”
Şimdi siz değerli okurlarımdan özür dileyerek Cemal GRANDA ‘nın değerli anısına tekrar kısa bir ara vereceğim:
CUMHURİYET dönemini en etkin gazetecilerinden ve İZMİR ‘in kurtuluşundan sonra MUSTAFA KEMAL ile tanışıp dostluğunu kazana Falih Rıfkı ATAY Bey, özellikle ATATÜRK ‘ü yakından tanıtan anılarıyla ünlenmiş, 1923 – 1950 yılları arasında Milletvekili olarak TÜRK Siyasetinde yer almıştır. Falih Rıfkı ATAY Bey:
—“İş başından artan ömrü sofrada geçmiştir. Bu bir içki ve cümbüş sofrası değildi. Dostları ile, hatta düşmanları ile sohbet ve tartışma meclisi idi. ATATÜRK, hayallerini, tasarılarını, ızdıraplarını, hatıralarını, ta genç subaylığından son zamanlarına kadar sofrasında anlatmıştır.
SELANİK ‘te Askeri dehasını tanıtan “TATBİKAT” oyunlarına sofrasından kalkıp gittiği gibi, her devrim gününün başlangıcı da bir sofra sabahı idi. Eğlence âlemi, aşıp taştığı yer de yine sofra meclisi olmuştur. Bu ne zaman bir zevk ve eğlence, ne zaman büyük taarruzu hazırlayan bir kumanda heyeti ve ne zaman en çetin devlet işlerini karara bağlamak topluluğu idi, tahmin edemezdik.
Fakat misafirlerinin çeşidine göre az çok hangisine hazırlanacağımızı bilirdik. Bazen bir meseleyi daha fazla deşmeğe misafir çeşidi elverişli olmadığı zaman “GALİBA YORULDUK” der, meclise son verir, vedalaşmak üzere elini sıkanlardan bir takımına “TEŞEKKÜR EDERİM”, Bir takımına usulca “SİZ BİRAZ DAHA KALINIZ.” Derdi.
Sofra bir imtihan meclisi idi. Hiç söylemeksizin, hissettirmeksizin, bir vazifede kullanacağı adamları, içki âleminin pek elverişli olduğu türlü yönlerden yoklardı. Hükmünü kolay verir, çok defa aldanmazdı.”
Kısa bir aranın ardından yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz;
“ATATÜRK VE UŞAĞI”
Diyerek herkese tanıttı.
O anda ATATÜRK ’ün önem verdiği bir adam olmanın gururu içindeydim. Koltuklarım kabarmıştı. O gün sarayda kim varsa herkese ve bütün konuklara beni yeni gelmiş önemli bir kişiymiş gibi tanıtıyor:
-…”BU ZATI BİLİRMİSİNİZ, ÇELEBİDİR…”
Diyordu.
Böylece ATATÜRK ‘ün serzenişlerinden, hatta bağırmalarından kurtuluyor, üstelik onu sevdiği, çağırırken zevk duyduğu bir isme de sahip oluyordum. BÖYLECE ADIM 20 TEMMUZ 1927’DEN BAŞLAYARAK “ÇELEBİ” OLARAK KALDI. ARKADAŞLAR DA HALA BÖYLE ÇAĞIRIRLAR.
BİTTİ.
Ben buradan ATATÜRK ‘ün hayatı üzerinde kalem oynatanlara izninizle seslenmek istiyorum:
“ATATÜRK, YAPTIĞINI SAKLAMAK, İKİYÜZLÜLÜĞE DÜŞMEKTEN DAİMA TİKSİNMİŞTİR.”
Bir akşam, birdenbire Saray’dan kalkarak Gülhane Parkında Halk Partisinin verdiği bir açık hava toplantısına gittiğimiz zaman, orada bulunan on binlerce insana harf inkılâbını müjdelemiş ve bu esnada ayağa kalkarak Millete hitaben:
-…”ARKADAŞLARIM, BU ELİMDEKİ RAKIYI EVVELCE PADİŞAHLAR DA, HALİFELER DE İÇERLERDİ. FAKAT ONLAR SARAYLARINDA, DÖRT DUVAR ARASINDA İÇİYORLARDI. BEN İSE AZİZ MİLLETİMİN ÖNÜNDE VE ONUN ŞEREFİNE İÇİYORUM.”
Diye kadehini kaldırdığı zaman, halkın alkış tufanı arasında Sarayburnu, dakikalarca çınlamıştı.
EKSİKLİKLER BENİM FAZLALIKLAR DAHA ÖNCE EMEK VERENLERİNDİR. BİR BAŞKA YAZIMDA GÖRÜŞMEK ÜZERE ESEN KALINIZ.