Cevat Abbas GÜRER’in anılarında ATATÜRK ile ÜLKÜ arasındaki derin muhabbetin şimdi hatırlayabildiğim bazı noktaları bunlardır dediği satırları sizlerle birlikte okuyup, ÜLKÜ ‘den ve Annesi VASFİYE Hanım’dan çok değerli anıları öğreneceğiz.
“ÇOK UYUDUN ATATÜRK, ARTIK KALK!”
ATATÜRK ‘ün yaveri Cevat Abbas GÜRER anlatıyor:
“ÜLKÜ’NÜN ANASI VASFİYE”
Asırlardan beri TUNA kıyılarından cenuba doğru inen TÜRK ailelerinin yavruları arasında kalmış bir kızcağızdı. Onu SELANİK ‘te ATATÜRK ‘ün annesi ZÜBEYDE himayesine almış, o zamanlar ÜLKÜ kadar küçük ve masum olan Bayan VASFİYE ‘ye şefkat kucağını açmıştı.
VASFİYE de, bütün TÜRKLERDE olduğu gibi yaradılışın terbiye ve metaneti vardır. Evin çocuğu gibi muamele gören bu küçük kızcağızı, Bayan ZÜBEYDE gün geçtikçe daha fazla seviyordu.
Vakte ki, ATATÜRK ‘ün validesi vefat etti, VASFİYE de Sayın Bayan Makbule BOYSAN ‘ın yanında kaldı. Aradan geçen zaman içinde evvelce büyük bir yavru olan VASFİYE büyümüş, gelişmiş, evlenme çağına erişmişti. Her aceminin yapacağı veçhile o da Sayın Bayan Makbule BOYSAN ‘ın iznini almadan evlenmiş fakat mesut olmamıştı. Bu suretle Bayan VASFİYE ‘yi ATATÜRK ailesi yıllarca kaybetmişti.
Uzun yıllar sonra bir gün, komşusu bir bayanın delâletiyle Bayan VASFİYE Dolmabahçe Sarayı’na beni götürmeye gelmişti. Fakat kendisi utangaçlığından lafa hiç karışmıyor, adeta arkadaşı ona tercümanlık yapıyordu.
Bayan VASFİYE, bir aralık evlilik hayatının ağırlığı, her gün muhtelif evlerde ağır hizmetlerin karşılığı olarak verilen ücretlerin bile elinden alındığını ve bu hallere salâbeti ahlakiye sinin muhafazası uğruna tahammül ettiğini ağlatarak anlattı ve ATATÜRK ‘e iltica ettiğini bildirmemi rica etti.
Beni müteessir eden Bayan VASFİYE ‘nin elem ve ıstıraplarını hikâye ettiğim ATATÜRK mütehassıs oldular, çok sevdiği annesinden yadigâr olan kimsesiz bu zavallı kadını ertesi gün himayelerine aldılar.
Bir müddet sonra ANKARA ‘da kıymetli ve temiz, bir şimendifer memuru olan Mehmet Tahsin ÇUKURLUOĞLU ile evlendirildi.
Bayan VASFİYE ‘nin evliliğinin ilk yıllarında ÜLKÜ dünyaya geldi. Büyük ATATÜRK ‘ün kucağında dakikalarca kalıyor, saat ve kordonu ile oynuyordu. Saati kulağına götürmeyi de bellemişti.
ÜLKÜ, aylarını doldurdukça, gittikçe ATATÜRK ‘e bağlanıyordu. Bir yaşını tamamladıktan sonra, Ebedi Şef’e daha ziyade yaklaşmak, ondan ayrılmak ister, her tesadüfünde ATATÜRK ‘e bir şeyler anlatmak için yarım yamalak sözlerine masumane işaretleri katardı. Fakat saatle oynamayı da unutmazdı.
ATATÜRK, küçük ÜLKÜ ‘nün her hareketinden hoşlanırdı. Hele her zaman saati unutmamasını ve dinlenmesini kuvvetli hafızasına verirdi. Gün geçtikçe ATATÜRK, ÜLKÜ ‘yü artan bir muhabbetle sevmeye başlamıştı.
ATATÜRK, esasen küçük çocuk sevmezdi. Diyebilirim ki, ilk sevdiği küçük çocuk, ÜLKÜ ‘dür.
Bildiğim hilâfına olan bu muhabbet merakımı mucip oluyordu:
Bir gün: ATATÜRK ‘ün ÜLKÜ ‘ye muhabbetinin neden ileri geldiğini sordum. Cevaben, (ZEKAYI TAKDİR EDERİM. BU ÇOCUKTA KIYMETLİ BİR ZEKÂ GÖRMEKTEYİM. ÜLKÜ İLE ONUN İÇİN ÂLAKADAR OLUYORUM.) buyurdular.
İşte, Ebedi Şef’in ÜLKÜ ‘ye olan muhabbetinin sebebi budur.
Aylar, yıllar geçiyor. ÜLKÜ de büyüyordu. Konuşmaya başlamıştı. Masumâne sözlerini, şirin halleriyle ikmal eden küçük ÜLKÜ ile meşgul olmak ATATÜRK için de bir zevk oluyordu.
ANKARA ‘nın belli başlı gidilecek yerlerinden biri olan ve o mübareğin kendi eliyle ihya edilmiş bulunan Orman Çiftliği’ne gidildiği vakit; “MUTLAKA ÜLKÜ’YÜ DE ZİYARET EDERDİ.”
ATATÜRK, ÜLKÜ ‘yü otomobiline alır, yanına oturtur, ona büyük adam muamelesi yapardı.
Ebedi Şef, ÜLKÜ ‘nün bütün arzularını yerine getirmek isterdi. Hatta ne kadar çocuksa olsa bile…
Mesela, yaramaz ÜLKÜ bir ara artist olmak hevesini gösterdi. ATATÜRK bu sanatı takdir ettiği için, kabul olsaydı ÜLKÜ ‘yü yetişmiş bir kız gibi, tiyatro ve dans mektebine hemen verecekti. Fakat ÜLKÜ ‘nün çok küçük olması münasebetiyle arzusunun yerine getirilemeyeceği tabile edildiyse de, ATATÜRK ‘ün bu arzuları yapamadığından üzüldüğünü hayretle görmüştüm.
ÜLKÜ, bir aralık para tifodan rahatsızlandı. Dolmabahçe’de büyük bir ihtimamla tedavi altına alındı. O mevsimde Florya’da kalan ATATÜRK ‘ün her gün ÜLKÜ ‘yü ziyaret etmekte olduğunu görüyorduk.
ÜLKÜ ‘nün yanına evvelâ büyük adam giriyor, hatırını sorduktan sonra inceden inceye sıhhatini, vaziyetini tetkik ediyordu. Ve ÜLKÜ ‘nün arzusu yoklanarak müsaadesi alınır; bizler, sırayla büyük muhabbet taşıyan küçük hastanın hal ve hatırını sormak üzere yanına girerdik.
ATATÜRK, huzurlu ve sükûnlu zamanlarında uzunca muntazam uyurdu. Mühim meseleler karşısında kaldığı vakitler veya muharebe günlerinde uyumazdı.
Hele TÜRK Milletine benliğini, TÜRK kıdem ve asaletini ve yapmak, yaratmak kuvvet ve kudretini tanıtmak için kati delilleriyle meydana çıkarmak ve ona tespit etmek azmiyle koyulduğu fasılasız hummalı TÜRK tarihi ile… Bütün dillerin kaynağı olan TÜRK ‘ün geçmiş ve zengin lehçelerinden anadil TÜRKÇE ‘yi yurdun kentli ve köylünün konuşacağı ve yazacağı bir TÜRK dili yapmak ve onu bütün asaletiyle dört bucağa yaymak kararıyla yıllarca süren dâhiyane çalışmalarında ise… “BİRBİRİ ARDINDA ÜÇ DÖRT GECE UYUMADIĞI GÖRÜLÜRDÜ.”
Fakat tabii hayatın seyri içinde ekseriya sekiz, on saat uyurdu. ATATÜRK ‘ün muayyen uyku saati geçtiği zamanlar; “ÜLKÜ MERAKLI MASUM BİR HASSASİYETLE ATAMIZIN YATAK ODASININ KAPISI ÖNÜNE GİDER, KASDEN GÜRÜLTÜ, PATIRDI kütür YAPARAK UYANDIRIRDI.”
Yaramaz ÜLKÜ gürültüsüyle uyandırdığı ATATÜRK ‘e: (ÇOK UYUDUN ATATÜRK, ARTIK KALK!) derdi.
ÜLKÜ ‘nün bu samimi arzusunu ATATÜRK, güler yüzle karşılardı. Büyük Adamı uyandırmak cesaretini taşıyan yalnız ÜLKÜ ‘ydü.
ATATÜRK son zamanlarda her gezdiği ve gittiği yerlere, çok sevdiği ÜLKÜ ‘sünü beraber götürürdü. ÜLKÜ ‘yü halk arasında söylemekten; kazaska, zeybek oynatmaktan ve akrobatik hareketler yaptırmaktan haz duyardı. ÜLKÜ coştuğu zaman, cıva kadar seyyal kabiliyetler gösterdikçe ATATÜRK sonsuz zevk duyar ve takdirlerine ve iltifatlarına gark ettiği ÜLKÜ ‘sünün başına titrerdi.
Hatta bir defa, “BU ÇOCUĞA BİR ŞEY OLURSA, BANA DAĞI DERUN OLUR!” buyurmuşlar, ÜLKÜ ‘ye olan şiddetli muhabbetlerini izhar etmişlerdi.
ATATÜRK ‘e bütün bunları yaptıran, her yıl geçtikçe ÜLKÜ ‘sünün artan ve inkişaf eden zekâsıydı.
ATATÜRK ‘ün hastalığı esnasında bile bütün muhalefetlere rağmen, ÜLKÜ çok düşkün olduğu Ebedi Şef’in yanına fırsat düşürerek girerdi. Hatır sormaya gelen bu sevgili küçük ziyaretçi her vakit sevinçlerle karşılanırdı.
İşte ATATÜRK ‘le ÜLKÜ arasındaki derin muhabbetin şimdi hatırlayabildiğim bazı noktaları bunlardır. Dilerseniz bundan sonrasını ÜLKÜ ‘den ve Annesi VASFİYE hanımdan dinleyelim:
ATATÜRK ‘ün beni niçin sevdiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Meğer insan yüreğindeki çocuğunun yerini başka hiçbir şeyle dolduramazmış diyen ÜLKÜ ‘ye:
*Bu yavrunu görseydi, ne yapardı? diyorum:
—Her halde severdi…
*Kıskanmaz mıydın?
—Kıskanmazdım. Kıskançlığım olsaydı, küçükken de kıskanırdım. Fakat bütün milletini seven bir insan karşısında kıskançlık duyulabilir mi?
*İlk defa ne zaman görmüştü ÜLKÜ ‘yü?
Annesi VASFİYE ‘ye dönüyorum:
—Daha yüzünü görmeden ismini koymuştu. Bilirsiniz ben eskiden beri ATATÜRK ‘ün yanındaydım. Doğuşunu haber alınca: (VASFİYE’NİN ÇOCUĞUNUN İSMİ ÜLKÜ OLSUN!) demiş. İki aylıkken, Çankaya Köşkü’ne götürdüm. Görür görmez kalktı. Kucağına aldı. Hiç unutmam, bir baba şefkatiyle sevip okşarken ilk sözü: (ÇOCUK NE GÜZEL ŞEY, DEMEK BİZ DE BÖYLE İMİŞİZ DE, BÜYÜMÜŞÜZ!…) olmuştu.
Akşam, çiftlikteki evime döndüm. Biraz sonra Sabiha GÖKÇEN ‘e, (NEREDELER, NEREYE GİTTİLER? DİYE BİZİ SORMUŞ VE DÖDÜĞÜMÜZÜ ANLAYINCA, “MAMA PARASIDIR” DİYE YÜZ LİRA GÖNDERMİŞTİ.) Ondan sonra alâkası gittikçe arttı. İSTANBUL seyahatinden dönerken Gazi Çiftliği istasyonunda karşılıyorduk. Kucağımdaki altı aylık ÜLKÜ ‘yü görünce, o kalabalık içinde dayanamadı, kucağına aldı. ANKARA istasyonuna gelinceye kadar sevdi. ÜLKÜ ‘de birdenbire ona o kadar ısınmıştı ki, boynuna sarılıyor, öpüyor, mendil cebinden sarkan saatin kordonuyla oynuyordu.
Artık o kadar alışmıştı ki, bir gün görmese, (GETİRİN BANA ÜLKÜ’YÜ!) diye arardı.
ÜLKÜ, bir buçuk yaşındayken, İSTANBUL ‘a gitmişti. Bir gün telefon ediyor: (BABASINDAN İZİN ALSIN, VASFİYE, ÜLKÜ’YÜ GETİRSİN!) diyor. Aldım, götürdüm. Hasretli bir baba gibi sarıldı ve o günden sonra artık büsbütün yanından ayıramaz oldu. Ege Vapuru ile yapılan ANTALYA seyahatine beraber götürdü. ÜLKÜ de (PAŞA BABA!) diye günden güne ona bağlanıyordu. Konuşuşunu, her halini sever: (BEN BUNU KENDİ HALİMLE YETİŞTİRMEK İSTERİM!) derdi.
*Sonra… Ayrılış nasıl oldu?
—Son günlerine kadar yanındaydı. İlk komadan dört gün sonra ÜLKÜ ‘yü istedi. Yatağına oturttu, okşayarak: (CUMHURİYET BAYRAMI YAKLAŞTI, ANKARA’YA GİDİN! BAYRAMI GÖRSÜN ÜLKÜ!…) dedi. ÜLKÜ, boynuna sarılarak: (ATATÜRKÇÜĞÜM, BAYRAMI GÖRELİM AMA SEN DE GEL…) diye yalvarmaya başladı. Bir türlü ayrılmak istemiyor: (SENSİZ ANKARA’YA GİTMEM!) deyince, o da: (BEN DE GELECEĞİM!) diyordu. Yarım saat kadar böyle geçti. Nihayet bağrına basarak, tekrar tekrar öptü. On gün sonra ayrılırken, ÜLKÜ ‘nün ağlayışına o kadar üzüldü ki, gözleri doldu. O: (GİDİYORUM ATATÜRKÇÜĞÜM, AMA YİNE GELECEĞİM DEDİKÇE: (SİZ GELMEYİN, BEN GELECEĞİM!) diye okşuyordu.
Ellerini öptük, ayrıldık. Arkamdan: (ÇOCUĞA İYİ BAK!) diyordu. Böylece ağlaya ağlaya gittik.
*Nasıl duydu?
—Biz ANKARA ‘dayken her gün, sadık adamı NESİP ile telefon ettirerek: (ÜLKÜ NASIL? ANNESİ ÇOCUĞA İYİ BAKSIN!…) diye sorduruyordu. ÜLKÜ ‘de, ondan haber gelince seviniyor, hatta bazen: (ANNE, ATATÜRKÇÜĞÜMÜN SEVDİĞİ PLAKLARI ÇAL DA OYNAYAYIM!) derdi. Son soruşu, yine NESİP vasıtasıyla: (VASFİYE’YE SÖYLEYİN, BENİM VAZİYETİM İYİ DEĞİL. ÜLKÜ NE YAPIYOR?) Olmuştu.
Ertesi günü, merak ve endişe ile telefona koştum. NESİP ‘i buldum: (ATATÜRK ‘ÜN VAZİYETİ NASIL?) dedim. (İYİ DEĞİL… FAKAT ALLAH’TAN ÜMİT KESİLMEZ!) der demez, telefonu kapattı.
Biraz sonra, ANKARA ‘daki bir ahbabımız telefon etti: (BAYRAKLAR YARIYA İNİYOR…) dedi. (NASIL, DAHA YARIM SAAT EVVEL KONUŞTUK… NE DİYORSUNUZ?) dedim ama, bitkin bir halde, tir tir titreyerek, tekrar telefona sarıldım, Dolmabahçe’yi buldum. (BAYRAKLAR YARIYA MI İNİYOR?) diyen çığlığıma, (HEYHAT, EVET!…) dediler. Ondan sonra ne oldu bilmiyorum. Kendimi kaybetmişim.
O sırada, Gazi Çiftliği’ndeki mektebe yakın olsun diye ATATÜRK ‘ün yaptırmış olduğu evde oturuyorduk. ÜLKÜ ‘de henüz beş buçuk yaşında olduğu için kayıtsız olarak mektebe devam ediyordu. Mektepte kendisinden saklamışlar, eve gelince, biz de bir şey hissettirmemek istedik. Üç dört gün: (YİNE TELEFON ETTİ, SENİ SORDU…) diye vaziyeti idare etmeye çalıştık. Fakat (ATATÜRKÇÜĞÜMÜ GÖRECEĞİM GELDİ.) diye tutturdu. Bir gün: (AVRUPA’YA GİTTİ, GELECEK DEDİM. BENİ BU KADAR SEVERDİ, YİNE GÖTÜRMEDİ?) diye ağlamaya başladı. Ancak, ne kadar gizlemeye çalıştıksa etrafın halinden bir şeyler sezdiğini hissediyordum. Gözlerimin içine bakarak, içini çekiyor, fakat hiç bir şey sormuyor, söylemiyordu. O sırada hastalanmış, yatarken, yastığının atındaki ATATÜRK ‘ün resimlerini gizlice alıp yüzüne yapıştıra öptüğünü gördüğüm zaman, onun da artık her şeyi bildiğini anladım. Artık hiç lakırdısını etmedi. Yalnız, beş altı ay sonra, bir gün bir vesile ile bir zeybek havası çalınırken: (HAYDİ OYNA, ÜLKÜ!) demiştim.
—“NE OYNAYACAĞIM ARTIK, ATATÜRK YOK Kİ!… “ dedi.
*Hatırlıyor musun bunları? diye ÜLKÜ ‘ye dönüyorum:
—Nasıl hatırlamam? Bilhassa ayrılışımız… O güne kadar gözyaşı nedir bilmezdim. Hatta fazla yaramazlık ettim diye annem döveceği zaman, ona kaçardım.
*Başka hatırladığın neler var?
—Beş buçuk yaşına kadarki bütün çocukluğum, onu dizleri dibinde geçti. İlk yılların, bilmeden yaptıklarımı, sonraları yine kendisi, yakınları ve annem anlatırdı. Meselâ, bir gün, bahçede çimenler üzerinde oturuşunu görünce koşup: (KALK ATATÜRKÇÜĞÜM, HASTA OLACAKSIN… OTURMA BURADA!) diye kaldırışımın pek hoşuna gittiğini ve (NE HASSAS ÇOCUK, KİM OLDUĞUMU BİMEDİĞİ HALDE BENİ NASIL SEVİYOR?) dediğini, hemşiresi MAKBULE Hanım anlatmıştı.
—Bazen, sabahleyin erkence kalkması lâzım geldiği halde, uyuyakaldığını görür fakat uyandırmaktan çekindikleri zaman, ÜLKÜ ‘yü ileri sürerler, o ne yapsa, kızmayacağını bildikleri için git kaldır, derlerdi. O da gider…
*Ne yapardın?
—Haydi, kalk, çok uyudun artık ATATÜRKÇÜĞÜM!… Bak, güneş çıktı, diye okşar, uyandırırdım.
*Bir gün iskarpinlerini nasıl boyadın?
Sarı iskarpinlerini, asılı duran siyah elbisesini yakıştıramayınca, aşağıdan aldığım siyah boya ile boyarken, tabii ellerimi de bulamıştım. O halimle beni görünce: (NE YAPTIN?) dedi. (ATATÜRKÇÜĞÜM, ELBİSEN SİYAH, AYAKKABIN SARI OLMAZ. HEPSİ BİR RENK OLSUN.) dedim. Güldü durdu.
Bir gece, tanınmış yabancı şahısların da bulunduğu büyük bir suarede, geç vakit ATATÜRK soruyor: (NEREDE ÜLKÜ?) diye. Uykuda olduğumu öğrenince: (UYANDIRIN GETİRİN!) diyor. Uykudan henüz uyanmış bir vaziyette, büyük salona girer girmez, zamanın meşhur dalkavuklarından, ismini söylemekte mazur olduğumuz biri, hemen ÜLKÜ ‘nün karşısına gelerek: (VAY HANIMEFENDİ, AH HANIMEFENDİ… NERELERDEYDİNİZ? MAHCE MALİNİZE MÜTEHASSİRDİK. BİZİ MAHSUN ETTİNİZ. TEŞRİFİNİZLE İHTİYAR ETTİNİZ!…) diye bir sürü, çocuğun anlayamayacağı manasız iltifattalar da bulunurken, ÜLKÜ şaşkın şaşkın baktıktan sonra, nihayet isyan eden bir halle, kendini tutamayarak, bunları söyleyenin yüzüne: (TUUU!) deyivermişti. ATATÜRK, şahidi olduğu bu sahneyi her zaman hatırlar ve: (O KADAR KALABALIK İÇİNDE SURATINA TÜKÜRÜLECEK HERİFİ NASIL BİLDİ?) derdi.
Başbakan bulunan Celal BAYAR hastalanmıştı. Savarona’da yatıyordu. ATATÜRK, yanından çıkarken bana: (ÜLKÜ, HAYDİ GİT, AMCANA MASAL SÖYLE!…) dedi. Gittim, beni ATATÜRK yolladı. Sana masal söylemeye geldim. Şimdi hatırlamıyorum, bildiğim masallardan birini söyledim. Gülümseyerek dinledi. Aferin dedi. Ben de, bitirdim artık gidiyorum dedim.
“Emir ABDULLAH geldiği zaman, ÜLKÜ ‘yü de tanıştırmıştı. ÜLKÜ, ömründe ilk defa böyle sarıklı, cübbeli bir zat gördüğü için, merakla gider, kucağına oturur ve sormaya başlar: (NEYE BÖYLE BEMBAYAZ, UZUN ENTARİ İLE GEZİYORSUNUZ? NİÇİN BAŞINIZA BU BEEZLERİ SARIYORSUNUZ? ATATÜRKÇÜĞÜMÜN SAKALI YOK, SİZİN NEDEN VAR?) Emir ABDULLAH: (BİZİM MEMLEKET ÇOK SICAK OLDUĞU İÇİN BÖYLE GİYİNİRİZ, SAKAL DA, BİZDE ÂDETTİR, NE YAPALIM KÜÇÜK HANIM?) diye cevap verirken: (BEN GİDİNCE, BAK SANA NE GÜZEL BİR HEDİYE GÖNDERECEĞİM.) diyordu. Nitekim avdetini müteakip, ÜLKÜ ‘yü unutmadı, hediyesini gönderdi.
—ATATÜRK, ÜLKÜ ‘ye düşkünlüğünü, bilhassa Florya’da para tifodan yatarken pek açık bir surette hissettirmişti. Başına topladığı doktorlara: (BU ÇOCUĞA BİR ŞEY OLURSA, BEN YAŞAYAMAM. NE YAPARSANIZ YAPIN, BUNU KURTARIN!) diyor ve doktorlar yanına gitmemesini tavsiye ettikleri halde, (BEN ÜLKÜ’YÜ GÖRMEDEN EDEMEM) diyerek başının ucundan ayrılmıyordu.
*ATATÜRK danslarını da pek severdi, değil mi? diyorum:
—Belki onun sevişinin tesiriyle dansa çok meraklıydım. O kadar ki, yandan taklalar atarak, cambazlar gibi bacaklarımı iki yana açardım. Bütün dansları, göre göre, kendi kendime öğrenmiştim. Hatta bir tanınmış sanatkâr gelse, onun dansını görür görmez, ATATÜRK: (HADİ, YAP BAKAYIM!) deyince aynen yapardım. ATATÜRK, bilhassa kazaska ve zeybek oyunlarımı çok sever, sık sık oynatırdı. Bu arada “ANASINI İSTEMEM, KIZIMI VER BANA” türküsünü söylerdik.
—Bir gece, uyandım, kalktım, baktım ki, ATATÜRK hâlâ masasının başında çalışıyor. Yavaş yavaş yanına gittim. Yüzünü okşayarak: (ATATÜRKÇÜĞÜM, ÇOK ÇALIŞIYORSUN VE YORULUYORSUN, HAYDİ BIRAK ARTIK… BAK, BENİM CANIM “YANIK ÖMER” ŞARKISINI İSTİYOR. SAFİYE AYLA’YI ÇAĞIRALIM DA BERABER DİNLEYELİM…) dedim. O çocukluk halimle, onu başka türlü yorgunluktan kurtaramayacağımı anlamıştım. Hemen kalktı. (PEKİ, HAYDİ BAKALIM…) diye çağırttı. Bir saat geçmeden ortalık saz ve sesle dolmuştu.
Annesi ilave ediyordu:
—Safiye AYLA ‘nın çın çın öten sesiyle uyanınca birdenbire şaşırmıştık. Fakat O’nunla yaşanan günlerin artık nemli gözler, titrek dudaklarla anlatılan hatıralar biter mi?
Ayrılırken, ÜLKÜ ‘den, üzerinde, en çok tesir bırakan, hiç unutamayacağı bir hatırasını daha rica ettim:
—Bir gün ismini hatırlayamayacağım bir harp gemimizde, nöbet bekleyen bir harbiye eriyle karşılaştık. Müthiş bir soğuk vardı. Er, o soğukta, açıkta donacak gibi geldi bana. Fakat o anda, ATATÜRK eri yanına çağırdı. Aşağı salona aldı ve kendi eliyle çay verdi… Bilhassa bunu hiç unutamam.
EKSİKLİKLER BENİM, FAZLALIKLAR DAHA ÖNCE EMEK VERENLERİNDİR.
BİR BAŞKA YAZIMDA GÖRÜŞMEK ÜZERE ESEN KALIN.
Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.