Çocuk yetiştirmek günümüzün en zor uğraşlarından birisi haline gelmektedir. Çocuğun fiziksel gelişiminde bir sorun yaşanmazken ruhsal gelişiminde ciddi sorunlarla baş etmek durumunda kalıyoruz. Çocukların enerjilerini harcayacakları doğal çevre hızla azalmakta ve çocuklar evlere ya da kapalı mekânlara hapsedilerek büyütülmektedir. Böylece dağda çocuk sesleri duymamaktayız.
Doğadaki çocukların nesli tükenmektedir. Richard Louv Doğadaki son çocuk adlı kitabında, “Doğadaki çocuk, soyu tehlikede olan bir türdür ve çocukların sağlığı ile yeryüzünün sağlığı birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.” diyor.
Maddi imkânların artmasıyla mutluluğun artması arasında ters orantılı bir ilişki söz konusudur. Mutluluk çocukların özgürlüğü ve özgünlüğü bulduğu doğadadır. Doğa insanların sonsuz tüketim alışkanlıklarına kurban edilmektedir. Daha fazla tüketme isteğimiz çocukları doğadan koparma noktasına getirmiştir.
Günümüzde yetişen çocuklarla kendi çocukluğumu kıyasladığımda ne kadar şanslı bir çocukluk devresi geçirdiğimi daha iyi anlıyorum. Bizim çocukluğumuzda şimdiki çocukların sahip olduğu maddi imkânlara sahip değildik. Hatta anne ve babalarımız şimdiki çocukların üstüne düştüğü gibi üstümüze düşmüyordu. Yeri geldiğinde büyüklerin yaptıkları işleri bile yapıyorduk. Şimdiki çocuklar kadar çok kıyafetimizi yoktu. Haftalık diye bir şeyi hiç bilmedik. Sadece bayramlarda el öptükten sonra harçlıklarla yetinirdik. Bizim akranlar için en büyük lüks, mahallenin bakkalından gidip gazoz almaktı. Bize yılda sadece iki kez kıyafet alınırdı, o da kurban ve ramazan bayramı öncesindeydi. Bazen bayramdan iki ay önce kıyafet alınsa da o kıyafeti bayrama kadar özenle saklar, bayram günü de erkenden kalkıp bayramlık kıyafetlerimizi giyerek bayramlaşma töreninden sonra coşkuyla sokaklara koşardık. Bayram günü giydiğimiz yeni kıyafetlerin mutluluğu hiçbir şeyde yoktu. Ne kadar sıkıntıya düşsek de hep elimizde olanları değerlendirerek olumsuzlukları eğlenceye çevirmesini bilirdik. Bizlere yerince oyuncak alınmadı ama bizler kendi ellerimizle yapardık oyuncakları. Üstelik yaptığımız oyuncaklar ya inşaat atığı malzemeler ya da evlerimizde eskiyen kullanılmayan malzemelerden oluşurdu. Çünkü hayallerimiz zengindi. Çünkü bizler doğanın çocuklarıydık.
Richard Louv kitabında bizim durumumuzu şöyle belirtiyor: “Çocuk doğada özgürlük, hayal gücü için alan genişliği ve mahremiyeti bulur. Bu düzeyde doğa, açıklamaların ötesine geçer, alçak gönüllüğü öğretir.” Evet, doğa bize alçak gönüllüğü öğretmişti. Mevsim ne olursa olsun, hava şartları ne olursa olsun biz hep doğadaydık.
Mart ayının sonlarına doğru dağların güney yamaçlarında Navruz (Nevruz) toplardık. Navruz toplamak çocuklar arasında bir prestij unsuruydu. Çünkü navruzu bulmak uyanıklık ve zekâ gerektiren bir durumdu. Navruz toplamaya giden bir çocuk onu bulmak için sabrı, azmi ve mücadeleyi öğrenirdi. Navruz toplamaya topluca gidildiğinden dayanışma ruhu küçük yaşlarda içimize işlemişti. Navruz çıktıktan sonra köyün meralarında kangal yemlik, şeker dikeni tarla tapanı, ebe gömeci, dingil gana, hardal ve madımak gibi lezzetli bitkiler çıkardı. Onları toplar afiyetle yerdik. Bazen topladıklarımızı eve getirir, annelerimizin yaptığı yufkalara dürerek afiyetle yerdik. Mayıs ayına doğru köyün altı kilometre uzağında bulunan Oğlak kulağı dağında ekşi tadı olan oğlak kulağı otunu toplamaya giderdik. Birkaç ay sonra kenger sakızı bitkisinin yaprağını kesip ondan çıkan sütle kenger sakızı yapardık. Haziran ayından itibaren bahar yağmurlarının sona ermesiyle beraber köyümüzün yakınından geçen Kızılırmak’a gider, orada saatlerce yüzer, kumla oynar ve taş yüzdürürdük. Köyde harman yeri denilen boş alanlarda çelik (çomak), fırın kızdı, ayağım yağlı, taraf taraf, güvercin taklası, lalempe ve çekirdek gibi köyümüze özgü oyunlar oynardık. Bu oyunlar için en az 10 kişi olması gerektiği düşünülürse ne kadar sosyal yönümüzün olduğu daha iyi anlaşılabilir. Güz mevsimine doğru hasat zamanlarında bağ ve bahçelerin hasatlarında büyüklerimize yardım ederdik. Tabi bizden öncekilerin hasat dönemlerinde çok eğeleneli oyunlar oynadığını büyüklerimizden duyardık. O zaman en büyük eğlencelerimizden biri de hasat edilen ayçiçeğinin sapını toprak yollarda sürmekti. Dağlarda çiriş denilen bitki odunlaşıp kuruduğunda onları toplar, yılgın (ılgın) denilen çalılardan yaptığımız yaylara ok olarak kullanarak okçuluk oynardık. Kışın da yaptığımız kızaklarla köyde kaymadığımız yamaç bırakmazdık.
Çocukluğumuzda yaptığımız bütün bu etkinlikleri sadece köyde büyüdüğümüz için yapmadık. Anne ve babalarımızın hoşgörüsü ve güven duygusu sayesinde yaptık. Çünkü onlar doğayı bir tehdit olarak görmediler. Onlar oynarken üstümüzü kirletmemize öfkelenmediler. Üstelik annelerimizin şimdiki gibi çamaşır makineleri bile yoktu. Richard Louv’un kitabında bu durum çok güzel özetlenmiş: “Toplumumuz çocuklara ve gençlere doğrudan doğa deneyimlerinden uzak durmayı öğütlüyor.”
Ailelerin temizlik takıntısı ve doğa korkusu yüzünden çocuklar doğadan koparılıyor. Çocuklar eve ya da alışveriş merkezlerine hapsedilerek sanal eğlencelerle avutuluyorlar. Bu yüzden çocuklar, davranış bozuklukları, dikkat eksikliği, saldırganlık, algı bozukluğu ve obezite gibi birçok sorunla mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Bu olumsuzluklara karşı en büyük terapi doğadır. Yazarın dediği gibi: “Burada konuştuğumuz şey, kendileri doğanın içinde büyümüş olan birçoğumuzun gerçekleştirdiği dönüşüm. Şimdi ise doğa artık yok!”