Ziyaretine gittiğimde adeta konuşuyordu, kendisine birkaç metre uzakta olan dostlarınla.
Eminim beni gördüğüne çok sevinmişti.
Biraz kendilerini bekledikten sonra; “Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında;” diyerek başucuna oturttu beni Sayın TANPINAR.
Birer iki sıkı dost gibi başlamıştık dertleşmeye. Biraz sitem dolu sözlerle başlamıştı konuşmamız. Haksız da sayılmazdı hani; Kendisini uzak hissediyordu. Çocuk sesinden, mavi gökte uçan kuşların kanat şakırtısından uzak hissediyordu.
Hatta, gül ve sarmaşıktan, tipi halinde yağan kardan, sağanak halinde ıslatan yağmurdan da uzak hissediyordu. Adını soranlardan, kendisini arayanlardan her şeyden çok uzak…
Tam da benim için her şey, hepsi de güzeldi diyordu ki; sohbetimizi biraz uzak ama kulaklarımızın adeta hemen yanında öten bir ses bozdu. Sohbetimizi bölen bu ses Rus bandıralı petrol taşıyan bir şilep ’den başkası değildi.
Her ikimizde bir an için susmuştuk…
Sayın TANPINAR hemen sordu:
—“Dretnot zırhlısı mı o?”
Ne anlama geldiğini bilmediğim halde değil efendim diyerek yanıtladım. Sesimin titremesinden anlamış olacak ki başladı anlatmaya;
—“Mütarekenin acı günleri…
Bizim nesil, vatan ıstırabını, umumi felâket denen şeyin ne olduğunu o yıllarda öğrendi.
Bütün bir millet, ölülerine ağlamasını unutmuştu. Dört yanda talih demircileri, fâtih bir millete bukağılar, esirlik zincirleri dövüyordu. Çocuklar boynu bükük doğuyor, ihtiyarlar kefen diye şerefsizliğe sarılmaktan korkuyorlardı.
Küçük menfaatler, hasis endişeler uğrunda kendini satan vicdanlar, bütün bir tarihi pazara çıkarıyorlar, birtakım kirli ağızlar, adalet namına, asil milletimize en çirkin isnatlarda bulunuyorlardı.
İstanbul sularında düşman zırhlıları, İstanbul sokaklarında yabancı orduların askerleri vardı. Evet, bütün bunlar vardı.
Fakat yanında başka şeyler de vardı;
“ŞİŞLİ’DEKİ evinde Mustafa Kemal Paşa Süleymaniye’deki küçük ahşap evinde İsmet Bey, Fevzi Paşa vardı.”
Sokaklarını, üstün bir deha ile dövüştüğü düşman askerlerinin doldurduğu, geniş bir ufka bakan her penceresinden ateşini Anafartalar’da hiçe saydığı “DRETNOT” toplarının tehdidini gördüğü bu şehirde O, şüphesiz, kafeste bir aslan gibi sıkılıyor ve ıstırap çekiyordu.
Üstelik her dinlediği adam, her gördüğü şey ona, kullanmasını bilen bir insanın elinde o kadar büyük şeylerin başarılmasına yarayacak olan birçok imkânların, ihanete kadar giden bir acemilik ve anlayışsızlık yahut ihanetin ta kendisi olan bir gayretsizlik yüzünden boşa gittiğini gösteriyordu.
Bütün bir Devlet, birtakım müphem kelimelere ve köksüz ümitlere sarılmış, müttefiklerin atıfetini bekliyor, daha doğrusu, koskoca bir milleti bir yığın küçük ve şahsî menfaatler uğrunda rastgelen ihtirasa teslim ediyorlardı.
Başta saray olmak üzere, son tahtasına kadar çürümüş olan İmparatorluk gemisi, ihanetin denizinde pupa yelken gidiyordu. Buna karşılık, bütün vatan, tehlikeli bir istikbal korkusu içinde idi.
Cevat Paşa birbiri ardınca geldiği vazifelerde ölüme kadar çarpışmaya yeminli bir dümdar fırkası gibi, kendisinden vatan namına onların her istediğini yapıyordu. Mağlûp ordunun genç, yaşlı birçok zabiti, şurada burada iş başına çağırılacakları zamanı sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Anadolu’nun buğdaysız ambarlarından ümit ve iman taşıyor, cephe artığı neferler, nasılsa kurtuldukları devin ağzına, inandıkları ve sevdikleri kıymetler uğrunda, yeniden atılmayı istiyorlar; “genç kadınlar, hür bir vatanda erkeğine ağlamayı esirlik zinciri altındaki sevgiye tercih ediyorlardı.”
İstanbul’da, Anadolu şehirlerinde, küçük kasabalarda, gizliden gizliye bir sıtma, hürriyet ve istiklâl uğruna yeniden silâha sarılmanın sıtması dolaşıyordu. Fakat bu tek tek yanan iman ocaklarını birleştirmek, fevri asabiyetlere istikamet ve nizam vermek lâzımdı.
Bunu ancak O yapabilirdi.
Bunu kendisi de biliyor ve bu ocağı tutuşturmanın imkânlarım arıyordu. Kafasında her gün bir yığın fikir yoğruluyor, bunları, güvendiği silâh arkadaşlarıyla konuşuyordu.
Nihayet bu fikirler vazıh şeklini aldı. Anadolu’ya geçmek, orada bir mukavemetin temelini kurmak lâzımdı. Türk milletinin yaşama hakkını yeni baştan fethetmesi için dövüşmesi zaruri idi.
“Fakat O, Anadolu’ya nasıl geçecekti?“ diye sordu.
Yorulmuştu. Bunu sesinin tonundan anlıyordum. Ayağa kalkarak izin istediğimde, Sabahattin SELEK ‘ten bilgi almamı önerdi. Kendilerine ve yatan tüm dostlarına “SELAM OLSUN” diyerek bir sonraki ziyaretime kadar vedalaştım.
Sus küçüğün söz büyüğündü…
Hiç vakit kaybetmeden Sayın Sabahattin SELEK ‘i aramaya koyuldum. Sayın TANPINAR 24 Ocak 1962 ‘de vefat ettiklerinden 19 Ocak 1990’da aramızdan ayılan Türk yazar ve siyasetçimiz Sayın SELEK ‘ten haberdar olamazdı elbette. Araştırmalarım beni Sayın SELEK imzalı şu üç eserle buluşturdu:
1963’de “ANADOLU İHİLALİ”, 1969’da “İNÖNÜ’NÜN HATIRALARI”, ben bir yaşındayken basılmış olan “MİLLİ MÜCADELE”.
Ahmet Hamdi TANPINAR ‘ın “Fakat O, Anadolu’ya nasıl geçecekti?“ sorusunun yanıtını Sayın SELEK ‘in 1971 yılında basılmış olan “MİLLİ MÜCADELE” adlı eserinde buldum. Şimdi o eserdeki bizler için çok değerli olan o satırları paylaşacağım;
*MUSTAFA KEMAL PAŞA İSTANBUL’DA:
Mondros Mütarekesi yapıldığı sırada, Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı olarak Adana’da bulunuyordu.
Mütarekeden bir hafta sonra “İrade-i Seniyye ” ile Yıldırım Orduları Grubu ve 7.Ordu Karargâhı lağvedilmiş, Mustafa Kemal Paşa Harbiye Nezareti emrine verilmişti.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın müstakbel lideri, kendisine bağlı kumandanlıklara ve Adana Valiliğine aşağıdaki genelge ile veda ederek İstanbul’a hareket etmiştir:
-…”TEBLİĞ OLUNAN İRADE-İ SENİYYE ÜZERİNE BU GECE (10/11 KASIM 1918) HAREKET EDECEĞİM. BÜTÜN SİLAH ARKADAŞLARIMA ARZI VEDA EDERİM. YILDIRIM GRUBU MINTIKASINDA VE CEPHESİNDE BULUNAN BİLCÜMLE KITAAT, İKİNCİ ORDU KUMANDANI NİHAT PAŞA HAZRETLERİNİN TAHTI EMRİNE TEVDİ EDİLMİŞTİR. BU EMRİN VUSULÜ ANINDAN İTİBAREN İKİNCİ ORDU İLE İRTİBATIN TESİSİ MERCUDUR.”
Mustafa Kemal Paşa 7. Ordu Kumandanlığından Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığına tayin edildiği zaman, kendilerinin teklifi üzerine, 7. Orduya bağlı 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat (CEBESOY) Paşa’da 7. Ordu Kumandanlığı vazifesini devralan Mustafa Kemal Paşa’nın daveti üzerine Ali Fuat (CEBESOY) Paşa bir günlüğüne Adana’ya gelmiş ve iki kumandan memleketin durumunu görüşmüştü.
Ali Fuat (CEBESOY) Paşa hatıralarında Adana buluşmasını özetle şöyle anlatır:
—“SON HADİSELERİ BERABERCE GÖZDEN GEÇİRDİK. VARDIĞIMIZ MÜŞTEREK KANAAT ŞU İDİ; İNGİLİZLER VE ONU TAKİBEN DİĞER İTİLAF DEVLETLERİ MÜTAREKE FİLAN DİNLEMEYECEKLER, EMRİ VAKİLERLE MEMLEKETİMİZİ İŞGAL EDECEKLER. TÜRK ORDUSUNUN HUDUT BOYLARINDAKİ KISIMLARINI ESİR ALMAYA KALKIŞACAKLAR VEYAHUT BUNLARIN MEMLEKET İÇİNE SOKULMAK ZORUNDA BIRAKARAK TERHİSİ SAĞLAYACAKLAR. VATANIMIZI HER TÜRLÜ MÜDAFAA VE MUKAVEMET VASITA VE İMKÂNLARINDAN MAHRUM BIRAKTIKTAN SONRA DA, ARZULARINI ZOR VE TAZYİK İLE KABUL ETTİRECEKLER. ZATI ŞAHANE KENDİ TAHTINI DÜŞÜNECEK DEDİM.
MUSTAFA KEMAL PAŞA İSE:
-…”ARTIK MİLLETİN BUNDAN SONRA KENDİ HAKLARINI KENDİSİNİN ARAMASI VE MÜDAFAA ETMESİ, BİZLERİN DE MÜMKÜN OLDUĞU KADAR BU YOLU GÖSTERMEMİZ VE BÜTÜN ORDU İLE BERABER YARDIM ETMEMİZ LAZIMDIR.” DEDİLER VE SONRA AYNI FİKİRDE OLUP OLMADIĞIMI SORDULAR.
BEN:
—“ARAMIZDA TAM BİR MUTABAKAT VAR PAŞAM.” CEVBINI VERDİM.
PEK MUTLU OLDULAR. EN MÜHİM VAZİFENİN ŞİMDİ BANA DÜŞTÜĞÜNÜ, ÇÜNKÜ BUGÜNLERDE İNGİLİZLERİN BİR TAZYİKİ NETİCESİ OLARAK YILDIRIM ORDULAR GRUBU İLE MUHTEMELEN 7. ORDU KARARGÂHININ LAĞVEDİLECEĞİNİ, BU TAKDİRDE BENİM 20. KOLORDUNUN BAŞINDA KALACAĞIMI VE BU SAYEDE İLK MÜDAFAA TEEDBİRLERİNİ ALABİLECEĞİMİ HATIRLATTI. İLK MUKAVEMET MERKEZİNİ KİLİKYA’DA KURACAKTIK. ARAMIZDA HİÇBİR ANLAŞMAZLIK YOKTU. YILDIRIM ORDULARI GRUBU 7 KASIM 1918’DE LAĞVEDİLMİŞ, MUSTAFA KEMAL PAŞA İSTANBUL’A ÇAĞRILMIŞTI.
ARTIK ADANA’DA BİR VAZİFESİ KALMAYAN MUSTAFA KEMAL PAŞA, BENİMLE MUHAREBEYE DEVAM ETMEK KARARIYLA İSTANBUL’A HAREKET ETMİŞTİ.”
Ali Fuat (CEBESOY) Paşa’nın anlattığı bu görüşmeden, Mustafa Kemal Paşa’nın, daha mütarekenin imzalandığı günlerde ilerisi için “ULUSAL BİR HAREKETİN BAŞLATILMASINI” düşündüğü anlaşılmaktadır.
Mustafa Kemal Paşa, kafasında bu düşünce olduğu halde İstanbul’a gidiyordu. Fakat O, “BİR ULUSAL KURTULUŞ HAREKETİNİN DOĞUP GELİŞMESİ İÇİN ZİHNİNDE BAŞKA TEDBİRLER VE ÇARELER DE ARAMAKTAYDI.”
Düşman Donanmasının İstanbul limanında demirlediği gün, 13 Kasım 1918’de Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a vardı.
Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a geldiği zaman Ahmet İzzet Paşa Hükümeti çekilmiş ve Tevfik Paşa Kabinesi kurulmuştu. Bu, Mustafa Kemal Paşa’da büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Çünkü Ahmet İzzet Paşa’ya güveni vardı ve onunla işbirliği yaparak bir çıkış yolu bulabileceğini umuyordu.
Mustafa Kemal Paşa, altı ay boyunca kaldığı İstanbul’daki çabalarını, temaslarını şöyle anlatır:
-…”HATIRAMDA YANILMIYORSAM, İZZET PAŞA İLE İLK DEFA HENÜZ TERKEDİLMEMİŞ OLDUĞU FUAT PAŞA TÜRBESİ KARŞISINDA SADARET KONAĞINDA GÖRÜŞTÜK. İZZET PAŞA KABİNESİ’NDEN NİÇİN ÇEKİLDİKLERİNİ İZAH ETTİ. BU NİHAYET BİR İZZETİNEFİS MESELESİYDİ.
BEN ÇEKİLMİŞ OLMALARINI DOĞRU BULAMADIM; SADARET TEVCİH OLUNAN TEVFİK PAŞA KABİNESİ’Nİ TEŞEKKÜL ETTİRMEMEM VE TEKRAR İZZET PAŞA RİYASETİNDE YENİ BİR KABİNE TEŞKİL ETMEK LÜZUMUNA KANİ OLDUĞUMU BİLDİRİRİM. VAZİYET MÜNAKAŞA OLUNARAK, TEKLİFİM KABUL EDİLDİ. HATTA YENİ BİR KABİNE LİSTESİ DE YAPILDI. ESASLI BİR NOKTAYI ATLADIM GALİBA, BEN İSTANBUL’A GELDİĞİM ZAMAN ARTIK HARP KABİNESİ RİCALİ MÜHİMMESİ ORADA DEĞİLDİLER.
SADARET KONAĞINDA VERİLEN KARARDAN SONRA HER BİRİMİZ BİR TÜRLÜ ÇALIŞMAYA BAŞLADIK. İLK HEDEF KABİNEYİ İSKAT ETMEK OLDUĞUNA NAZARAN, BEN DERHAL MECLİSİ MEBUSAN’LA TEMAS ARADIM, ÖTEDEN BERİ ARKADAŞIM OLAN MEBUSLARLA KONUŞTUM.
NOKTAİ NAZARIMI ONLARA İZAH ETTİM VE BENİ DAHA BÜYÜK MEBUS KİTLELERİYLE TEMASA GETİRMELERİNİ KENDİLERİNDEN RİCA ETTİM. BU ARKADAŞLARIN DELALETİYLE, İLK DEFA OLARAK SİVİL KIYAFETLE, FINDIKLI’DA MECLİSİ MEBUSAN BİNASINA GİTTİM.
O GÜNLERDE TEVFİK PAŞA KABİNESİNE İTİMAT MEVZUBAHİSTİ. BEN, ÂDEMİ İTİMAT REYİ VERİLMESİ FİKRİNDE İDİM. İŞTE MECLİSİ MEBUSAN BİNASINA GİRDİĞİM GÜN, İTİMAT MESELESİNİN MECLİSTE REY’E VAZOLUNACAĞI GÜNDÜ. KANAATİMİ MÜMKÜN OLDUĞU KADAR SÜRATLE, TANIDIĞIM VEYA ORADA TANIDIĞIM MEBUSLARA İZAHA ÇALIŞIYORDUM. BİR KISIM MEBUSLARDA ŞU TERDDÜT VARDI:
“EĞER ÂDEMİ İTİMAT REYİ VERECEK OLURSAK MECLİSİ DAĞITACAKLAR. FAKAT TEVFİK PAŞA KABİNESİNE İTİMAT REYİ VERİP BİRAZ ZAMAN KAZANARAK BU ESNADA BELKİ FAYDALI İŞLER GÖRMEK MÜMKÜN OLUR.”
BEN İSE, MECLİSİN ZATEN BEHEMEHÂL DAĞITICILIĞINA KANİ İDİM. VE DAĞITACAK OLAN DA YENİ SADRAZAMDI. BU KARARI TATBİK İÇİN BİTTABİ EVVELA MECLİSİN İTİMADINI ALARAK MAKAMI SADARETİ USULÜ DAİRESİNDE İŞGAL ETMESİ LAZIMDI. BUNU TEMİN ETTİKTEN SONRA BAZI ZEVATIN DÜŞÜNDÜĞÜNÜN AKSİNE OLARAK, HİÇBİR ZAMAN VE FIRSAT VERMEKSİZİN, MECLİSİ DAĞITACAĞINA ŞÜPHE YOKTU.
O HALDE NETİCE MADEMKİ BU OLACAKTI, KABİNEYE ÂDEMİ İTİMAT REYİ VERECEK VE BUNU TEKERRÜR ETTİREREK ZAMAN KAZANMAK DAHA MUAFFIKTI. İŞTE BELKİ BU KAZANILACAK ZAMAN ZARFINDA TEKRAR İZZET PAŞA RİYASETİNDE BİR KABİNE VÜCUDA GETİRMEK ESBAB VE ŞERAİTİNİ HAZIRLAYABİLİRDİK.
MECLİS SALONLARINDA, KORİDORLARDA, AYAKÜSTÜ, ANİ MANTIKLARLA YAPILAN BU MÜNAKAŞALAR ŞÖYLE BİR NETİCE VERDİ; MÜHİM BİR KISIM MEBUSLAR SALONLARDAN BİRİNE TOPLANDILAR VE BENİ DE ORAYA DAVET EDEREK, HEYETİ UMUMİYE’YE İZAHAT VERMEKLİĞİMİ TEKLİF ETTİLER. VAZİYETİ, İÇİNDE BULUNDUKLARI ŞERAİTİ VE YAPILMASI LAZIM GELEN HAREKETİ MUKTEDİR OLDUĞUM KADAR KENDİLERİNE İZAH ETTİM. BEHEMEHÂL KABİNEYE ÂDEMİ İTİMAT REYİ VERMELERİNİ TAVSİYE ETTİM. TEKLİFİM ORADA HAZIR BULUNANLARCA KABUL OLUNDU VE MUVAFFAK OLACAKLARI KAT’İ ÜMİTLERİNİ SÖYLEYEREK BULUNDUĞUMUZ SALONDAN ÇIKIP MECLİS REİSİNİN İÇTİMA İŞARETİNE ŞİTAP ETTİLER.
BEN BİR LOCA’DA KARAR NETİCESİNİ BEKLİYORDUM.
İSİMLER OKUNARAK REYLER SORULDU. TASNİF OLUNDU VE KÜRSÜDEN NETİCE HEYETİ UMİMİYEYE BİLDİRİLDİ. TEVFİK PAŞA KABİNESİ EKSERİYETLE İTMADA MAZHAR OLMUŞTU.
DERHAL OSMANLI MEBUSAN MECLİSİ SARAYINI TERKETTİM.
EVİME DÖNER DÖNMEZ, SARAYA TELEFON EDEREK VAHİDETTİN’DEN MÜLAKAT İSTEDİM. ONUNLA HEMEN BİR MÜLAKATTA BULUNMAYI FAYDALI BULUYORDUM. MAKSADIM KENDİSİYLE AÇIK GÖRÜŞMEK, TEDBİR OLARAK DÜŞÜNDÜĞÜMÜ AÇIK SÖYLEMEK VE BU TEDBİRLERİN TATBİKİNDEKİ ZARURETİ İZAH ETMEKTİ. PADİŞAHI TASAVVUR ETTİĞİMİZ TEŞEBBÜSE İKNA EDEBİLECEĞİMİ ZANNEDİYORDUM.”
Mütareke dönemi İstanbul’unda Mustafa Kemal Paşa’nın ilk teşebbüsü, Tevfik Paşa kabinesini düşürmek ve İzzet Paşa’yı tekrar iktidara getirmek gibi politik bir faaliyete dayanmış ve sonuç vermemiştir. İkinci teşebbüsü de Padişah ile görüşmek istememesidir.
Burada iki nokta dikkati çekiyor: Vahdettin üzerinde tesiri olacağını sanması ve ondan bazı şeyler umması; diğeri de Vahdettin’in, Mustafa Kemal Paşa’yı huzura hemen kabul etmeyerek randevuyu geri atıp, Cuma Selamlığına bırakmasıdır. Zaten bu görüşme de Padişah Mustafa Kemal Paşa’ya istediği mevzua gelmek fırsatını vermemiş, aralarında işe yarar bir konuşma olmamıştır.
EKSİKLİKLER BENİM FAZLALIKLAR DAHA ÖNCE EMEK VERENLERİNDİR. BİR BAŞKA YAZIMDA GÖRÜŞMEK ÜZERE ESEN KALINIZ.