Mustafa DEMİR (SIĞIRTMAÇ MUSTAFA); Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün kız kardeşi Sayın Makbule ATADAN ‘ın manevi oğludur.
Doğumundan 38 yıl sonra…
Kırmızı bir araba Ankara Adliye’sinin kapısında durmuş, arabanın içinden karakaşlı, kara gözlü, 45 – 50 yaşlarında bir adamla Sayın Sabiha GÖKÇEN inmişti. Adliye binasının koridorunda yürürlerken 3. Sulh Hukuk Mahkemesi mübaşirinin sesi duyulmuştu. Mübaşir dört kişinin ad ve soyadlarını seslenerek çağırıyordu.
Bunlar;
“Mualla TUNCAK, Mustafa DEMİR (SIĞIRTMAÇ MUSTAFA), Fikret AVCI, Zeynel ABİDİN.” İdi.
Sebebine gelince; 19 Ocak 1956 tarihinde saat ise 12.55’te Gülhane Askeri Hastanesinde vefat eden Sayın Makbule ATADAN ‘ın veraset davasının görülecek olmasıydı. Ad ve soyadlarını az evvel yukarıda belirttiğim şahıslar ise Sayın Makbule Hanım’ın manevi dört evladının adlarıdır. Sayın Sabiha GÖKÇEN ise şahitlik etmek üzere gelmişlerdi.
O gün (31.02.1956) duruşma açıldı.
Mahkeme, Sayın Makbule ATADAN ‘ın, bu dört şahsı manevi evlat olarak nüfuslarına kayıt ettirdiği tespit ettiğinden, davayı açmaya hak kazanan bu dört şahıs resmen veraset davasını açmış bulunuyorlardı.
Bu dört şahıstan birincisi; Mualla TUNCAK isimli hanım:
—“3 yaşında iken ATATÜRK tarafından evlat edinilerek Almanya’ya gönderilen ve orada elektirik mühendisliği tahsili yapan Abdürrahim adındaki bir şahsın karısı idi. Sayın Makbule ATADAN tarafından evlat edinilmesi sebebiyle, kocası ile Sayın Makbule ATADAN arasında kanunun icap ettirdiği yaş farkının olmayışı idi.”
Bu dört şahıstan ikincisi; Mustafa DEMİR (SIĞIRTMAÇ MUSTAFA):
—“ATATÜRK tarafından tesadüfen görülmüş ve ATATÜRK ‘e verdiği enteresan bir cevap üzerine evlat edinilmişti. (31.02.1956 ‘da Yüzbaşı)”
Bu dört şahıstan üçüncüsü Fikret AVCI:
—“Kayseri’de P.T.T. Teknisyeni idi. Bizzat Sayın Makbule ATADAN tarafından evlat edinilmişti.”
Bu dört şahıstan sonuncusu ise Zeynel ABİDİN:
—“Sayın ATADAN’ın şoförü ve manevi evladı idi.”
Bugünkü yazımda sizlere, 1954 yılında Sayın Makbule ATADAN tarafından manevi evlat olarak nüfuslarına kayıt ettirdiği Sayın Mustafa DEMİR (SIĞIRTMAÇ MUSTAFA) hakkında yapmış olduğum bir araştırma yazısını paylaşacağım.
Mustafa DEMİR, Yalovalı “SIĞIRTMAÇ MUSTAFA”;
1918 yılında Varna civarında Recep ve Efide çiftinin ikinci çocukları olarak dünyaya merhaba demişti “SIĞIRTMAÇ MUSTAFA ”… Tıpkı başka diğer aileler gibi onun ailesi de, bütün varlıklarını Bulgaristan’da bırakarak Türkiye’ye göç etmişlerdi.
Babası Recep Bey ile annesi Efide Hanım, üç çocuğuyla birlikte Yalova’ya yerleşmişlerdi. “SIĞIRTMAÇ MUSTAFA” ailesinin geçimine katkıda bulunmak üzere, daha çocuk denecek yaşta, (“8”) iş hayatına atılmış, meslek olarak da babası Recep Bey tarafından Süleyman adında birinin çiftliğinde “75 KURUŞ” haftalıkla “SIĞIRTMAÇLIK (ÇOBANLIK) yapması ön görülmüştü.
Mutlu ve çalışkan bir çocuk olan “SIĞIRTMAÇ MUSTAFA” nın okuryazarlığı yoktu. Hiç okula gitmemiş, kitap, defter ve kalem yüzü görmemişti…
Bizler ise O’nu, daha 11 yaşında iken, ATATÜRK ‘ün himayesine aldığı bir çocuk olarak, tanışma serüvenlerini birçok gazete haberlerinde, öykülerde ve hatta şiirlere de konu oluğundan kendisini tanımıştık.
Dilerseniz, hep birlikte Cumhuriyet Gazetesinde 15 Kasım 1938 Salı günü yayınlanan Sayın Salahaddin GÜNGÖR ‘ün Mustafa DEMİR, Yalovalı “SIĞIRTMAÇ MUSTAFA” ile gerçekleştirdikleri röportajını hep birlikte okuyalım:
—“15 Kasım 1938 Salı…
Kendi ırkından on yedi milyon çocuğun babası olmak saadetine eren ATATÜRK ‘ün öksüz bıraktığı yavrulardan biri:
“SIĞIRTMAÇ MUSTAFA…”
O’nu uzun yıllardan beri kaybetmiştik. Hayal meyal hatırlıyorduk;
Bundan dokuz sene evvel, Yalova yolunda büyük tesadüfler ilâhı; ATATÜRK denilen insan mucizesinin şekline girerek dağlarda sığır otlatan bir köylü çocuğunun yolu üstüne çıkmıştı (16 Eylül 1929).
Büyük Önderin ölümü üzerine, yeniden taze bir hüviyet alan bu çocuk şimdi nerede?
O’nu arayıp bulma zamanı gelmişti.
Ancak, haber vereyim ki, “SIĞIRTMAÇ MUSTAFA” adında bir çocuk, nüfus kayıtlarında yaşamıyor. Bu sözlerimden O’nu öldü sananlara gene, hemen haber vereyim ki bu yaşamayan zat Mustafa DEMİR ‘in kendisi değil, sadece “SIĞIRTMAÇLIĞIDIR”.
ATATÜRK ‘ün dokuz yaşında elinden tuttuğu “KÜÇÜK SIĞIRTMAÇ”, on dokuz yaşında bir delikanlı oldu. Ve şu dakikada, Kuleli Askeri Lisesi’nde, geceyi gündüze katarak, şerefli Türk Ordusu’nun sinesinde yer almağa çalışıyor.
ATATÜRK öksüzü ile bir tatil gününde görüşmek fırsatına erdim.
Derin ve içli matemini, asker vakarının sert kabuğu içinde gizlenmesini bilen bu ciddi delikanlının bir zamanlar, dağlarda SIĞIRTMAÇLIK etmiş olduğuna güçlükle inanılırdı.
Öyle güzel konuşuyordu ve cümleler arasında serpiştirdiği kelimeleri öyle iyi seçiyordu ki, kendisini söylemekte biber acısı gibi yakıcı bir tat buldum.
İçimde taşmamak için güçlük çeken onulmaz kaderi, karnına taş basan aç insanlar gibi, irade kuvvetimle yenmeğe gayret ederek:
—“Biliyorum ki Mustafa, dedim; Hepimiz gibi, sen de büyük yas içindesin!”
Başını yere eğmişti. İlkin hiç cevap vermedi. Sonra, yavaş yavaş, nemlenen mavi gözlerinde, kılıç parıltısına benzeyen keskin bir ışık yandı:
—“Evet, biliyorum… ATATÜRK ‘ün ölümü…
Yüzüne baktım; Ağlıyordu. Fakat bu ağlayış, biz sivillerin ağlayışına benzemeyen “KALP GÖZÜ” ile hakiki bir kan ağlayıştı.
Sordum:
—“O’na nasıl rastlamıştın, Mustafa?”
Çıkık yanak kemikleri, hassas bir kalp gibi çarparak, beni dinliyordu. Cevap vermek için hayli güçlük çektiğini, fark ettim ve bekledim ki, yavaş yavaş kendime gelsin.
Nihayet kendine geldi ve gözlerini meçhul bir noktaya dikerek konuşmaya başladı:
—“O zaman, daha sekiz yaşında idim. Babam beni Yalova’da, Süleyman adında birinin çiftliğinde yetmiş beş kuruş haftalıkla yanına verdi. Çiftlikteki vazifem sığırtmaçlıktı (Çobanlık). Her sabah, gün ağarmadan sığırları önüme katar, yollarda dinlene dinlene, dere kenarlarında, bol otlu çayırlarda onları dolaştırdım.
1929 yılının yaz ayları içinde bir gündü. Her zamanki gibi sığırlarımı alıp dağa çıktım. Hayvanlara öğle suyunu vermek için ağır ağır Balaban deresinin yolunu tuttum.
Fakat o gün, hava biraz serindi. Sığırlar, çok geçmeden, ısınmak ihtiyacı ile sağa sola kaçışmaya başlayınca arkadaşım çoban Ahmet’i telaş aldı; sığırlardan biri, ortada yoktu. Ahmet, bu telaş arasında:
—“Hadi dedi, sen sürüyü çekip köye götür… Ben de hayvanı bulunca arkandan yetişirim!”
Dağılan sürüyü toplayarak, Balaban deresinden geçtim. Sığırları otlata otlata çiftliğe geliyordum. Derken, uzakta yirmi kadar atlı belirdi. Sık sık, böyle atlılara rastladığım için, aldırmayarak yoluma devam ettim. Kim olduklarını merak bile etmemiştim.
Fakat baktım; en öndeki atlı bana doğru geliyordu. Yaklaşınca, atından indi; çiftliğe nereden gidildiğini soruyordu.
Elimle işaret ettim:
—“Siz, yanlış yoldan gelmişsiniz… Çiftliğin yolu, şuradadır!”
Bu atlı benden adımı da öğrenmek istedi:
—“Mustafa!” diye cevap verince gülümsedi:
-…”BENİM DE ADIM MUSTAFA… DEMEK ADAŞIZ!”
Sonra, birden bire:
-…”GAZİ’Yİ TANIR MISIN?” diye sordu.
—“Tanımam!” dedim.
-…”ONU SEVERMİSİN?”
—“Severim’”
-…”NİÇİN SEVERSİN?”
O günkü sığırtmaç aklımla şu cevabı verdim:
—“Paşa olduğu için severim!”
Tekrar gülmeye başladı. Ben o tarihte, cılız, çelimsiz, hasta bir çocuktum. Bu adam benimle eğleniyor galiba dedim. Fakat O, sorgularının arkasını kesmiyordu; bir aralık sordu:
-…”SEN NE İŞ GÖRÜRSÜN?”
Adeta canım sıkıldı:
—“İşte bu gördüğün sığırları güderim!” dedim.
-…”NE KAZANIRSIN?”
—“Ayda üç lira…”
-…”PEKİ, SÖYLE BANA, AYDA ÜÇ LİRA, SENEDE KAÇ LİRA EDER?”
Kendisinin ve yanındakilerin yardımı ile ayda üç liranın bir sene de ne ettiğini hesaplayarak cevap verdim:
—“36 lira eder!”
-…”SANA BU OTUZ ALTI LİRAYI VERSEM, NE YAPARSIN?”
—“Hiç! Almam ki…”
-…”NEDEN ALMIYORSUN?”
—“Otuz altı lira çok para… Sonra düşünerek ilave ettim; Nereden aldın? Diye sorarlar…”
Tanımadığım yolcu, tekrar gülümseyerek:
-…”AFERİN OĞLUM… Dedi;
BÖYLE OLMALI… FAKAT BU PARAYI, YOL GÖSTERDİĞİN İÇİN VERİYORUM SANA! KİMSE BİR ŞEY DEMEZ!”
Hâlâ benimle alay edildiğini sanıyordum. Otuz altı lirayı kabul etmeğe bir şartla razı oldum. Yolda yemek için getirdiğim yarım okka ceviz vardı:
—“Bu cevizleri alırsan, ben de senin paranı alırım!” Dedim.
O’ bana bir avuç para verdi, ben ona bir avuç ceviz vermiş oldum. Böylece ödeşmiş olduk.
Ayrılacağımız sırada, tekrar adımı sordu:
—“Mustafa.” Dedim.
-…”BENİMKİ DE MUSTAFA AMMA…” dedi; YANINDA ‘KEMAL’İ VAR! MUSTAFA İLE KEMAL, BİR ARAYA GELİNCE NE OLUR?”
Küçük kafamın içi, birden bire karıştı.
İlk defa olarak kendi kendime:
—“Sakın dedim bu atlı; MUSTAFA KEMAL PAŞA olmasın?”
Sonra, etrafındakilerin ona karşı gösterdikleri saygılı hareketleri hatırlayarak kararımı verdim:
—“Odur! Odur! Gazi Paşadır!”
Amma kendisine, onu tanıdığımı belli etmedim.
Giderken sordu:
-…”BENİ BAŞKA BİR YERDE GÖRSEN TANIR MISIN?”
Başımı salladım:
—“Tanımaz mıyım ya… Sen GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA ‘sın!”
Hayvanlarını dörtnala sürüp gittiler. Ben ‘de sığırlarımı alarak çiftliğe döndüm.
Ertesi günü kaplıcalara çağırdılar (16 Eylül 1929). Kapıdan içeri girince, hiç şaşalamadım. Hemen gidip elini öptüm:
-…”MUSTAFA…” dedi,
SENİ ÇİFTLİĞE KÂHYA YAPACAĞIM! İSTERMİSİN?”
Sordum:
—“Kâhya ne demek?”
-…”ÇOBANLARIN EN BÜYÜĞÜ ODUR!”
Cevap vermedim. O tekrar sordu:
-…”KÂHYALIK İŞİ İÇİN AYDA DÖRT LİRA VERSEM YETİŞİR Mİ?”
—“Siz bilirsiniz!” dedim.
Gülümsedi:
-…”HAYIR MUSTAFA… SENİ KÂHYA YAPMAYACAĞIM, MEKTEBE GÖNDERECEĞİM. ORADA OKUYUP YAZMA ÖĞRENECEKSİN!”
Sevindim:
—“Mektebe gönderiniz! Bu, daha iyi…” dedim.
Aradan yirmi dört saat geçmeden kendimi Şişli’deki çocuk hastanesinde bulmuştum. Bana, orada çok güzel bakıyorlardı. Dört ay içinde tanımayacak kadar değiştim. Yüzümün sarılığı kayboldu, iştahım yerine geldi. Hastaneden çıktıktan sonra “sözünün burasında dudaklarını koparacak gibi ısırıyordu” ATA ‘m beni gene aratarak, Beşiktaş’ta 19. İlk Mektebe yazdırdı.
Bir gece yarısı hiç unutmam, hastaneye gelmişti (21 Eylül Cumartesi gece saat 02.00 / 22 Eylül Pazar saat 18.30) . Doğruca benim yattığım odaya girdi. O’nu görünce çok şaşırmıştım. Ayağa kalkmak istedim. ATATÜRK eli ile mani olarak:
-…”SEN AYAĞA KALKMAYI BIRAK DA, BURADAN NASIL ÇIKACAĞINI DÜŞÜN!” diyerek gülümsedi.
Sonra:
-…”HANİ, dedi; SENİNLE PAZARLIĞA GİRİŞMİŞTİK, DÖRT LİRA AYLIĞA RAZI OLMUŞTUN! ŞİMDİ VER BAKALIM HASTANE PARALARINI…”
Küçüktüm, sığırtmaçtım amma, şaka ettiğini anlamıştım:
—“Sen koskoca Gazi Paşa’sın. Elbette hastane parasını da verirsin!” dedim.
Beşiktaş’taki mektebe bir sene kadar devam ettikten sonra, ATATÜRK beni Maçka’daki Fevziye Lisesi’ne yazdırdı. Lisenin dokuzuncu sınıfında iken, imtihan vererek, Kuleli Askeri Lisesi’ne geçtim.
Mektep Üniformasının ciddi çizgileri içinde, ne ağırbaşlı bir duruşu vardı.
—“Burada geçirdiğin askerlik hayatından memnun musun? Diye sordum:
Topukları üzerinde vaziyet alarak, az konuşan, çok iş yamaya hazırlanan adamların manalı sükûtu ile memnuniyetini ifade etmiş oldu.
En acıklı sualimi en sonraya saklamıştım:
—“ATA ‘nın ölümünü nerede ve nasıl haber aldın?”
Keşke hiç sormasaydım. Yüzü bir anda paslanmış çelik rengine girdi. Dudakları titremeğe başladı. Şakakları, kırk derece hararet içinde, sıtma nöbeti geçiren bir hastanın nabzı gibi atıyordu;
Ağlayamaması, belki de gözlerinde, akıtacak yaş kalmadığı içindi. Fakat bu tarif edilemez teessür hali; Bin kişinin koparacağı hüngürtüden daha kuvvetli idi.
Nihayet, anlatmak için kendinde kuvvet buldu:
—“Öğle yemeğinden yeni çıkmıştım. İçimde anlayamadığım bir sıkıntı vardı. Bir de ne göreyim; Mektebin bayrağı yarıya inmiş! Başım birdenbire öyle döndü ki adeta yere yıkılacak gibi oldum. Arkadaşlar da pencerelere üşüşmüşlerdi.
Vapurların bayraklarına baktık:
Mektebin bayrağı gibi, onlar da yarıya indirilmişti. Ders borusu çalıncaya kadar, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Korkunç hakikate bir türlü inanamıyorduk.
Acaba ölmüş müydü? Bu bayraklar, gelişi güzel, yani farkında olunmadan da indirilmiş olamaz mıydı?…
Nihayet sınıflara girdik. Fransızca öğretmenimiz Hakkı AKSEL ‘in dersi vardı. Hemen kendisine sorduk:
—“Ne var? Bayraklar niçin yarıya inik?”
Öğretmenimiz, kendini zapt edemeyerek ağlamaya başladı:
—“ATATÜRK öldü çocuklar…”
O zaman, sınıfın içinde hep bir ağızdan acıklı bir vaveyla koptu!”
Bu 19 yaşındaki delikanlının metaneti ile daha fazla oynamaya gelmezdi. Bir anda tufan gibi boşanacağını anlamıştım. Bahsi değiştirerek ona, şu suali sordum:
—“Sen de bir ATATÜRK olarak yetişmek ister misin?”
Sonra, heyecanla:
—“Ben ATATÜRK olamam!” diye bağırdı ve ilave etti:
—“Hiç kimse ATATÜRK olamaz!”
Mustafa DEMİR, Yalovalı “SIĞIRTMAÇ MUSTAFA”;
1941 yılında Kara Harp Okulu’ndan 1941/B ’li Tankçı Teğmen olarak mezun oldu ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne katıldı. Yüzbaşı rütbesindeyken Rıfkiye Hanım ile evlendi ve bu evlilikten doğan biricik kızı Tacinur’a ismini Sayın Makbule ATADAN Hanım verdi.
Bir süre sonra sağlık sebebiyle orduda Personel sınıfına geçti. Çeşitli askerlik şubelerinde görev aldıktan sonra 1960 yılında kalp rahatsızlığı nedeniyle binbaşı rütbesindeyken emekliye ayrıldı ve ömrünün son yıllarını Yalova’da geçirdi.
15 Ocak 1987’de yaşamını yitirdi ve Yalova’da toprağa verildi.
EKSİKLİKLER BENİM FAZLALIKLAR DAHA ÖNCE EMEK VERENLERİNDİR. BİR BAŞKA YAZIMDA GÖRÜŞMEK ÜZERE ESEN KALINIZ.
İsmet ERARPAT
Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.