Sizi bilmem ama ben ATATÜRK ‘ü görmedim. Göremezdim de. Annem ve babam da görmemiş. Dedem mutlaka görmüştür sanırdım; ona da sorduğum da beklediğim cevabı alamamıştım. Ben ise ailemizden hiç değilse bir kişinin onu gördüğünü sanırdım, görmüş olmasını da isterdim. Çünkü ATATÜRK ‘ü hep ailemizden biri gibi görürüm ama aramızda iki nesil var ve ben onların görmemeleri gerçeğine pek aldırmıyorum. Çünkü “O” hep aramızda, biliyorum ve adını duymadığım, simasını görmediğim hiçbir günüm de yok. Tıpkı sizler gibi bende gururla bakıyorum O’na…
Resimlerine her baktığımda borçluyum sana demiyorum çünkü borcumu ödeyemeyeceğimi biliyorum. Sadece tüm kalbimle bir çocuğun kalbine sığabilecek tüm sevgileri önüne koyup teşekkür ediyorum; neslimi başlattığı için, beni çocuk gibi değil de insan gibi gördüğü için.
Malumunuz üzere, kendimizi O ‘na daha yakın hissettiğimiz bir aydayız…
Bu sayfamda, ATATÜRK ‘ün son hastalıklı devrelerinde yani komalara girip çıktığı günlerde, doktorların ve yakınlarının dışında, yanına girip çıkabilen ender kişilerden biri olan “Çankaya Köşkü Kütüphanecisi” olarak anılan Nuri ULUSU’’nun hatıralarından bir bölüm paylaşacağım.
—“Herkes ATATÜRK ‘ün nüfus kâğıdında neden doğduğu gün ve ay yok diye merak eder ve çeşitli dedikodular üretir. Sofracı başımız İbrahim bunun sebebini bana şöyle anlatmıştı; “bir gün sofrada Münir Hayri EGELİ Bey anlatmış, oda bize intikal ettirmişti. ATATÜRK yeni nüfus kâğıdını alırken özellikle ayı ve günü kendi yazdırmamış ve şöyle demiş;
-…”BENİ ÖLDÜĞÜM GÜN HATIRLASINLAR, DOĞDUĞUM GÜNÜ, AYI BİLİRLERSE DOĞUM GÜNÜ FALAN FİLAN YAPARLAR, BENİ PADİŞAHA BENZETİRLER, İSTEMEM!…”
Sadece İbrahim öğrenebilmişti galiba ama bize de ağzından hiç kaçırmadı. O, Allah’ın mübarek her gününe layık doğmuş özel bir insandı ve her zaman övündüğü şey “TÜRK OLARAK DOĞMAMDIR” derdi. Hatta 1932 yılında Marmara Köşkü’nde yine bu tarih mevzuyla ilgili bir hatıramız daha vardır. ATATÜRK gençlerle hasbıhal etmeyi severdi. Onlara soru sorar, onlardan soru ister ve pek keyiflenirdi. Yine o gün gençlerle sohbet esnasında bu gençlerin başında olan öğretmen ATATÜRK ‘e doğum tarihini sordu. ATATÜRK biraz sinirlenir gibi oldu ve maiyetindekilere doğru döndü ve
-…“BENİM DOĞUM GÜNÜMÜ BİLİYOR MUSUNUZ?..” diye sorunca yanlış hatırlamıyorsam Enver isminde bir zattı, ATATÜRK ‘e hemen cevap verdi;
—“19 Mayıs 1919”.
ATATÜRK kahkahayı patlattı ve öğretmene dönerek ;
-…”DUYDUN MU?… İŞTE BENİM DOĞUM GÜNÜM!” dedi.
SEKİZ YIL ARADAN SONRA 1938 KASIM
ATATÜRK ‘ün son hastalıklı devrelerinde, yani komalara girip çıktığı günlerde, doktorların ve yakınlarının dışında, yanına girip çıkabilen ender kişilerden birisiydim. Zaten bilindiği gibi, çok önemli bir cümlesi vardı:
-…”ÖZEL HEMŞİRE FALAN İSTEMEM, BANA BENİM ÇOCUKLARIM HERKESTEN İYİ BAKAR!..”
O’na öyle güzel ve öyle titiz bakardık ki doktorları dahi şaşırırdı. Evet, işte o çocukları ben ve arkadaşlarımdı.
ATATÜRK ‘ün yakın hizmetinde bulunan Cemal GRADA (Çelebi),” ATATÜRK ‘ÜN UŞAĞI İDİM” adlı eserinin s: 40 – 41 ‘de ATATÜRK ‘ün mahiyetinde olan çocuklarının isim listesini şöyle sıralamaktadır:
Başyaverler: Rüsuhu SAVAŞÇI, ikinci yaver Sami Bey, üçüncü yaver Celal ÜNER, yine ikinci yaverlerden Naşit, Şükrü ve Cevdet Beyler.
Özel Kalem Müdürü: Sabit Bey, Özel Kalem Müdür yardımcısı ve Kütüphane Memuru, Nuri.
Baş sofracı: İbrahim ERGÜVEN, Cemal GRANDA, Hüseyin, Ali, Necmi, Ali Bebek, Ahmet, Nuri.
Odacılar: Ekrem, Suat, İki Tahsinler, Hüseyin, Mustafa.
Berberler: Mehmet ve Rıdvan.
Polisler: Komiser Kemal Bey, Yaolova Güney Köylü Halit Bey, Balıkçı Hikmet, Faik İmdat ve Ragıp.
Kadın Hizmetçiler: Ülfet Hanım, Ülkü’nün annesi Vasfiye Hanım, Yugoslav göçmeni Sarışın Fatma Hanım.
Diğer Hizmetkârlar: Bekir Çavuş, Arap Nesip Efendi (kapıcıbaşı), Sofracı Recep’in oğlu Küçük Recep.
Bu insanların ATATÜRK ‘e hizmetlerinin ve gösterdikleri sadakatin tartışma götürmeyeceği kesindir. Kendilerini ve isimlerini bilmeyerek sayamadığımız her kim var ise huzurlarınızda bir kez daha minnet ve şükranlarımı sunarak Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Sayın Nuri ULUSU ‘nun hatıralarına devam etmek istiyorum.
—“Aman Allah’ım, Aman Allah’ım ne acımasız günlerdi o günler…
O koca Dev Adam, Büyük Komutan, Ulu Önder ATATÜRK, O tüm dünyadan korkmayan, hatta tüm dünyaya kafa tutan o insan…
Büyük Allah’ına, tanrısına olan inancı ve imanıyla
-…“AMAN YARABBİ, AMAN YARABBİ” diyerek ondan yardım bekliyordu;
“BU MUYDU?, DİNSİZ ATATÜRK, BU MUYDU? ALLAH’A KİTABA İNANMAYAN, MASON ATATÜRK… BUNLARI SÖYLEYENİN ALLAH CEZASINI VERSİN; VERİYOR DA ZATEN, HER ZAMAN VERECEKTİR. BUNU YAŞAYANLAR HEP GÖRECEKLERDİR.”
10 Kasım 1938, saat dokuzu beş geçe ATATÜRK ‘üm son nefesini veriyor:
Odada bulunan herkes komada, “Büyük Komutan” göz göre göre gidiyor, kimse bir şey yapamıyor ve son nefesini veriyor.
Hiç unutmuyorum, ATATÜRK öldü der demez, oda kapısının önünde nöbet tutan genç bir teğmen şöyle bir başını havaya kaldırdı ve küt diye koca vücuduyla kalıp gibi yere düştü, bayılmıştı.
Bir tarih göç etmişti, biz ne yapacaktık? Aman Allah’ım…
İlk telaş sonunda doktorları son muayeneleri yaptılar, çenesini Dr. Kamil Berk, Mim Kemal ÖKE Bey gözlerini yavaş yavaş kapatıp, bir mendille bağladılar. ”Bu mendili hatıra olarak ben almıştım, ağzından gelen en son salyasının lekesiyle bu mendil, ben de hatıra olarak saklıydı, ama onu ve en önemlisi üzerinden keserek çıkarttığımız külotu ve fanilasını da hatıra olarak almıştım, bendeydi.”
Hepsini daha evvelce bahsettiğim, o sözde basın mensubu bazı gazeteci arkadaşlar, iyi niyetimi suiistimal ederek, bunların resim çekip tekrar geri getireceğiz diyerek aldılar, ama maalesef geri getirmediler. İnşallah hak ettikleri bir yerde saklanıyor, duruyorlardır.
Görselde; ATATÜRK ‘ün hastalığının son günlerinde kullandığı kanlı mendilin, Kurtuluş Savaşı’nda önemli rol oynayan ve daha sonra ATATÜRK ‘ün çalışma arkadaşları arasına katılan Albay Halil Nuri YURDAKUL ‘un oğlu Prof. Dr. Yurdakul YURDAKUL ‘un gelini Ayşe ACATAY YURDAKUL tarafından 2004 yılında Rahmi KOÇ Müzesine bağışlandığını http://www.haberturk.com/gundem/haber/1121249-ataturkun-olumunun-ardindaki-sir-kanli-mendilinde-mi-sakli öğreniyoruz.
Bilahare yüzünün maskının alınması gerektiği söylendi:
O anda şaşırmış vaziyette odada bulunanlardan kimse cesaret edemezken, ben atıldım ve “Ben yapayım” dedim. Gerekli onay bana verildikten sonra hemen gerekli levazımatlar getirildi;
“Başucuna iliştim, o güzel yüzünü okşayarak, O’nu bu ölüm halinde dahi incitmekten korkarak, yüzünün maskını aldım, işimi bitirdim.”
Ne kötü bir kaderdi bu.
Bu maskın alma hususunda sonra maalesef bazı isimler ortaya çıkarak, kendilerinin aldıklarını söylediler.
Üzüldüm!
Çünkü ATATÜRK ‘ün yanında çalışanlar yani ben ve arkadaşlarım yalan dolan hiç bilmezdik. Çünkü böyle insanları ATATÜRK de hiç sevmezdi ve yanında hiç bulundurmazdı.
Ne gerek vardı bu gerçek dışı beyanlara?
Doğrusu budur.
DOLMABAHÇE SARAYI’NDAKİ BAYRAĞI İNDİRMEMİZ
Şef İbrahim’le ben hiç kimseye bir şey söylemeden ve de emir almadan, her gün Dolmabahçe Sarayı’nın üzerindeki bayrağı çekme ve indirme vazifesini yapan Saray müstahdemi Hüseyin Efendi’nin rehberliğinde, muayede salonunun kubbesi üzerinde dalgalanan Riyaset-i Cumhur sancağını, yarıya indirmek için kurşun kaplı kubbenin tam zirvesine kadar çıktık ve bu ameliyeyi yaptık.
O ara Salih BOZOK ‘un odadan çıkıp merdivenleri koşa koşa inip bir odaya girerek intihar girişimiyse bizi ikinci büyük bir üzüntüye soktuysa da, bilahare yapılan acil operasyonla kurtulması sevindirdi.
Salih BOZOK ‘un ATATÜRK ‘ün ölümü üzerine kalbine sıktığı Smith Wesson marka tabanca Yapı Kredi Bankası arşivinde çıktı. (http://www.milliyet.com.tr/iste-o-tabanca-/can-dundar/guncel/gundemyazardetay/10.11.2009/1160169/default.htm)
Günlerdir ATATÜRK’lerinin sıhhi durumu hakkında endişe içinde bulunan binlerce vatandaş Gümüşsuyu sırtlarından ve meydanlardan bizim sancağı yarıya indirmemizi görünce, acı gerçeği öğrenmişler ve hıçkırıklar içinde, Saray’ın kapılarına kadar akın akın gelmeye başlamışlardı.
Tüm İstanbul’a acı haber bir anda yayılmıştı. Binlerce insan, yaşlısı, genci, kadını, erkeği, herkes hıçkıra hıçkıra ATATÜRK ‘ün arkasından gözyaşı döküyordu.
Ben, Berber Rıdvan, Berber Mehmet Mete, Sofracıbaşımız İbrahim ERGÜVEN, Cemal GRANDA, Rıza, Şoförü Kazım, hepimiz adeta taş kesilmiştik, bitmiştik. Kolumuz, kanadımız kırılmıştı. Biz şimdi ne yapacaktık, biz şimdi Onsuz nasıl yaşayacaktık?
ATATÜRK’ÜN İSTANBUL’DAN ANKARA’YA GİDİŞİ
Ölümünün ertesi gününden itibaren, tabutu başında, Ankara’ya gidene kadar sadece generaller ile ona hizmet eden biz yakınları, yirmi dört saat nöbet tuttuk.
Bilahare İstanbul halkı akın akın saraya gelerek adeta bir askeri nizam içinde saygıyla ve göz yaşlarıyla kendisine son kez veda ziyaretlerini yaptılar.
On bir yıl önce, büyük bir sevinçle, ATATÜRK ‘ünü bekleyen ve kavuşan İstanbullular, o meş’um 19 Kasım günü, bu sefer büyük bir hüzün ve gözyaşlarıyla, çığlıklarla Ankara’ya uğurlamaya hazırlanıyorlardı.
ATATÜRK ‘leri, Türk bayrağına sarılmış tabutu içerisinde, Dolmabahçe Sarayı’nın ana kapısının önünde bekleyen top arabasına doğru, askerlerinin omuzlarının üzerinde gidiyor ve içine konuyordu. Ben, Berber Rıdvan, Mehmet, İbrahim… hıçkırıklarla, çığlıklarla takip ediyoruz; Allah’ım, o ne meş’um anlar, o ne kahır; “ATATÜRKÜMÜZÜ, PAŞAMIZI, BABAMIZI, ADETA CANIMIZI GÖTÜRÜYORLAR!…”
Top arabasına konuyor, önde top arabasına çeken atlar, tabut konar konmaz ayaklarını teperek kişnemeye başlıyorlar, sanki tabutu kabul etmeyen, biz bu tabutu taşıyamayız demek isteyen hırçın davranışlar…
Sarayın kapısından saat tam 9.30’a çıkıldı.
Başvekil Celal BAYAR, Hasan Rıza SOYAK Bey, Muhittin ÜSTÜNDAĞ, özel gelen Afgan Kralı Emanullah Han, 3. Kolordu Komutanı Salih Paşalar, vs. devlet erkânı ve onların önünde merasim komutanı Fahrettin ALTAY Paşa yavaş yavaş sarayın büyük çıkış kapısından cenazeyi caddeye çıkarıyorlar. Cadde üzerinde binlerce çelenk sıralanmış.
En önde İsmet İNÖNÜ ‘nün çelengi, hepimiz bir anda göz göze geliyoruz; “NEDEN İSMET PAŞASI BURADA DEĞİL? NEDEN? YILLARCA SİLAH ARKADAŞLIKLARI, SİYASİ BERABERLİKLERİ, ZAMAN ZAMAN DA KIRGINLIKLAR, DARGINLIKLARI, AMA BÖYLE BİR GÜNDE YOK NEDEN? TABUTUNUN EN BAŞINDA İSMET PAŞASI YOK NEDEN? BUNU ÖLENE KADAR HİÇ UNUTMAYACAĞIM, UNUTMADIM DA…”
Chopin’in matem marşı eşliğinde hareket…
Çığlıklar, feryatlar tabutun önüne atlayan ihtiyarlar, yaşlı nineler, aman Allah’ım, aman Allah’ım.
Tabut Dolmabahçe’de salonun ortasına getirildi. Son yolculuğuna çıkmadan dini merasimi yapılacaktı.
Saygı duruşundan sonra bilahare tüm cemaati tabutun arkasına saf saf dizildi ve Hafız Yaşar OKUR ‘un “TANRI ULUDUR, TANRI ULUDUR, TANRI’NIN RAHMETİ ÜZERİNE OLSUN.” Diye davudi sesiyle okunmasından sonra cenaze namazı başladı. Hıçkırıklarımız boğazımıza düğümleniyordu ama tutamayanların ki çın çın ötüyordu.
Namazın bitimiyle, birden ellerimizin üzerinde yükselen tabutu top arabasına koyuverdik.
Cenaze alayı saat 12’ye doğru Gülhane Parkı’nın kapısından girerek Sarayburnu’na doğru ilerliyor. Zafer muhribi ATA ‘sını bekliyor, yeri hazırlanmış.
Selimiye Kruvazörlerimizden top atışları başlamıştı, tayyareler havada matemimize uçarak katılıyordu. Tabut, yine çoğu gençlerin olmak üzere, generallerinde ellerinde muhribe konmak üzere kaldırılıp götürülüyor. Ama o ne tabut; “YANA YATIYOR, GÖTÜRENLER ZORLANIYOR, ADETA BİNMEK İSTEMİYOR… HEPİMİZ ŞAŞKIN, AMA NAÇAR KALIYORUZ… ELLER ÜZERİNDE ADETA ZORLAYARAK MUHRİBE ÇIKARILIYOR…” artık tabutu hazırlanan yere koyma vakti gelmişti. Hemen bizim götürdüğümüz kadife örtüyü serdik ve askerler tabutunu yerine koydu. Zafer muhribiyle saat 13’te Sarayburnu’ndan ayrıldık.
Sahilde halk feryat figan, yavaş yavaş 13.30’da Yavuz’a yanaştık ve deniz erlerinin yine omuzlarında tabut Yavuz’a naklediliyor ve anında Yavuz’un topları adeta semayı sarsıyordu, 101 pare top atışını müteakip 15.30’da Yavuz’a hareket emri verildi. Tekneler, gemiler, takalar, kayıklar hepsi arkamızda ATA ‘larını yolcu ediyorlardı.
Arkada Hamidiye, Fransızların meşhur Emil Bertin, Romenlerin Recina – Maria, Almanların Emden, Rusların Moskova, İngilizlerin Malaya, Yunanlıların Hidro harp gemileri takipteydi.
Sonra ATATÜRK ‘ün son günlerini geçirdiği ve dört gözle beklediği Savarona’sı önümüzden geçti. Sus, Suvat başta diğer vapur ve harp gemileri yanında onlara refakat ediyorlardı. Muhteşem bir kafile, muhteşem bir görünüştü.
Bizi en çok üzen bir olay da, işte bu Savarona’nın gelip, en öne geçip kafileyi götürmesiydi.
-…“BU SAVANORA’YI ÇOK İSTEDİM, YOKSA BENİM MEZARIM MI OLACAK?” diyen ATATÜRK ‘ü, işte Savarona’sı önüne katmış götürüyordu. Ne kötü bir talih, ne kötü bir kederdi.
ATATÜRK ÖLDÜKTEN SONRA
ATATÜRK ‘ün naaşını Ankara’ya götürdük ve de o hiç sevmediği, hatta nefret ettiği Etnografya Müzesine kaldırılışı, bizler için adeta kahır oldu.
Müzeden içeri tabutunu sokarken binlerce insan hıçkırıklara boğulurken, benim ve arkadaşlarımın gözünden yaş gelmiyordu, zira içimiz, vücudumuz kurumuştu. Sanki bize o an; “BENİ BURAYA SOKMALARINA NASIL MÜSAADE EDİYORSUNUZ, BENİ BURAYA KOYMAYIN, HADİ NURİ, TOPLA ARKADAŞLARINI BENİ ALIN, BEN SİZE, AFET’E BENİ ÖLÜNCE ÇANKAYA’YA, EVİMİZİN YAKININA GÖMÜN, DİYE SÖYLEMEMİŞ MİYDİM?” diye, haykırdığını duyar gibi oluyordum, ama ne yazık ki elimiz kolumuz sıkı sıkıya bağlanmıştı, sadece kös kös bakıyorduk, o kadar.
Tören bitti evimize geldik. Ne yapacağımızı, ne edeceğimizi bilmeden öylesine oturuyorduk.
İçimizden bir parça kopup gitmişti. Evlat acısı çok kötüdür, Allah kimseye göstermesin derler. Yoksa biz evlat acısı mı yaşıyorduk; evet, aynen o acıyı yaşıyorduk herhalde, ama yaşayacaktık, yapacak bir şeyimiz yoktu. Onsuz yaşamaya, O ‘nu kalbimizde yaşatmaya ölene kadar devam edecektik ve ettik ve ediyoruz da.
Daha evvel Celal BAYAR ‘la ilgili hatıralarımda köşkten nasıl ayrıldığımızı anlatmıştım. Başımıza gelecekleri de tahmin ettiğimden, gerekli devri teslimi yapmak için hazırlığını da yaptım. Ayrıca yabancı devlet adamlarının, kralların, sefirlerin vs. köşke gelen ATATÜRK ‘e getirerek hediye ettikleri çok değerli hatıra eşyalarını güzel bir liste hazırlayarak bizzat elimle yetkililere tek tek saydırarak, imza karşılığı teslim.
On iki yıl, ATATÜRK ‘ün tabiriyle evimizden, yani Çankaya Köşkü’nden resmen ayrılmıştım.
ATATÜRK ‘le, Çankaya Köşkü’yle, kütüphanemle olan yaşantım ve hayatım bitmişti. (Kaynak: “ATATÜRK’ÜN YANI BAŞINDA” Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri ULUSU’’nun Hatıraları ISBN 978-975-991-954-2 s:235 – 236)
Her yazımın sonunda belirttiğim gibi, eksiklikler benim, fazlalıklar daha önce emek verenlerindir diyor ve bugünün; Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN ölümünü değil, ölümsüzlüğün nedenlerini tartıştığımız güzel bir gün olarak anılmasını dileyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum.
-“MEKÂNINIZ CENNET, TANRININ RAHMETİ ÜZERİNİZDE OLSUN.”
İsmet ERARPAT