O cennet ki, O gün, dini inançlarına sımsıkı bağlı Zübeyde Hanımın ayakları altına girmek için hazırlığa başlamıştı…
Yıl 1923’tü.
O’ Annesinden doğduğu günden beri şerefli ve onurlu bir asker ve askerliğin yüksek faziletlerini anladığı çağı çoktan geride bırakmış büyük bir lider olarak, 14 Ocak Pazar günü Ankara’dan hareketle Batı Anadolu’da inceleme gezisine çıkmış ve yola çıkarken:
-…“Bir bedbinliğe yakın duygular içindeyim” demişti.
Bu çok üzücü haberi kendisine 15 Ocak Pazartesi günü, Başyaveri Salih (BOZOK), telgrafla Eskişehir’de bildirmişti:
-…”Verdiğiniz elim haber, beni çok müteessir etti. Merhumenin uygun bir şekilde cenaze törenini yaptırınız. Cenab-ı Hak, millete hayat ve selamet versin.” diyerek, Başyaveri Salih’in telgrafına karşılık vermiştir. (Zübeyde Hanım 18 Ocak 1923’te öğleden sonra Karşıyaka’da toprağa verilecek, biricik oğlu ise 27 Ocak’ta İzmir’e gelerek kabrini ziyaret edecektir)
Kurtuluş Savaşı’nın son aşaması olan Büyük Taarruz sonrasında 2 Eylül 1922’de düşman kuvvetlerinden arındırılan Eskişehir, O’nun Batı Anadolu’da inceleme gezisinin ilk durağı olmuştu. Eskişehir’i ve Eskişehirlileri çok iyi tanımaktaydı. Milli Mücadele yıllarında büyük vatanseverlik ve üstün bir cesaretle mücadelemizin daima yanında olduklarını ve bu mücadeleye çok geniş yardımlarda bulunduklarını da iyi bilmekteydi. Ogün de gördüğüne göre halk aydın ve faaldi, toprak anada bir o kadar verimli. Az zamanda zayiatı telafi edeceklerini biliyor ve hissediyordu.
İşte bu nedenle 15 Ocak Pazartesi günü Eskişehir Hükümet Konağı’nda, başta Mutasarrıf (Vali) olmak üzere, vilayetin yüksek memurları, Belediye Başkanı ve Belediye Meclis Üyelerini, Müdafaa-i Hukuk Cemiyet, Başkan ve Yönetim Kurulunu toplayarak onlarla konuştu:
-…”Biz bütün milletçe, Hükûmetçe ve Meclisçe samimî surette barışa taraftarız. Gerçekten barış hem kendi menfaatimiz hem de cihanın menfaati yararınadır” demişti.
Ayrıca bu konuşmasında, Vilayetin düşman elinden kurtarılmasından sonra genel durumu, düşmanın yaptığı tahribatı, ekonomi, tarım, orman, milli eğitim, yollar, adliye ve basın konuları üzerinde durmuştu.(Söylev ve Demeçler 1989, s:54 – 56)
ATATÜRK ‘ün Eskişehir konuşmasının en dikkat çekici yönü “Basınla İlgili” olan kısmıydı.
Eskişehir’de bir gazete olup olmadığını sormuş, henüz bir gazete çıkmadığını, bir hafta sonra kurulacak bir matbaa ile birlikte bir gazetenin çıkacağını öğrenmişti. Konuşmasının devamında, okullar kadar basının da önemli olduğunu belirterek, matbaanın kurulmasından sonra yayınların köylere kadar gönderilmesini ve bunların okunmasının teminini istedi. Devamla basının iç ve dış haberleri vermedeki önemini de vurgulayan Mustafa Kemal Paşa, basının kanunların sınırı dışına çıkmadan yayın yapması gerektiğini vurgulamıştı. (Söylev ve Demeçler, 1989, s: 21 – 23)
Vatan ve Millet kavramları ATATÜRK ‘ün yaşamında hep öncelik taşımıştır. Ailesi ve özel yaşamı hep ikinci plânda kalmıştır. Vatan için bir şeyler yapabilmenin mücadelesini verirken yanı başındaki Annesi için bir şeyler yapamamış olmanın ağırlığını ve üzüntüsünü hep taşımıştır. Çoğu zaman tesellisini Zübeyde Hanımın, vatanın anadan daha önce geldiğini yansıtan söz ve davranışlarında bulmuştur. Vatana, “ANA VATAN” denilmesinin hikmetini Türk Anasının bu özelliğinde sizce de aramak gerekmez mi?
Başka türlü Zübeyde Hanımın, ölüm anını ölümün acısıyla değil, Vatanın kurtarılmış olmasının getirdiği mutlulukla geçirmiş olması açıklanamaz. Vatan sevgisi öyle bir sevgi ki, İzmit’te yapacağı Basın Toplantısını iptal etmek istemiyordu.
Eskişehir’de bir gün kalan Mustafa Kemal Paşa, 16 Ocak, Salı günü, Sapanca Gölü’nün doğusunda, Adapazarı’nın güneyinde yer alan Arifiye’ye gelmişler ve burada halka hitaben;
-…”TARİHİMİZ BİRÇOK PARLAK ZAFERLER KAYDEDER. FAKAT ZAFERLE BERABER HER ŞEY BIRAKILMIŞ VE SEMERLERİNİ TOPLAMAYI ECDADIMIZ İHMAL ETMİŞTİR,” söylevinde bulunarak, aynı gün Arifiye’den hareketle İzmit’e geçmişlerdir.
İzmit istasyonunda coşkulu bir kalabalık tarafından karşılanarak, buradan doğruca kendisi için hazırlanan Köşk’e (İzmit Kasrı) geçmişlerdir.
Basın Toplantısı için İzmit Kasrı’nın alt katındaki büyük salon hazır edilmişti.
Bu salonda hazırlanan uzunca bir masanın etrafında İstanbul’dan davet edilen gazete Başyazarlarıyla onlara İzmit’te katılan ‘İleri Gazetesi’nin İzmit Muhabiri Kılıç zade Hakkı Bey yer almış ve kendilerini beklemekteydiler. (Kaynak, ARAR, 1969, s:25) Gazetecileri bu toplantıya Ankara Hükümeti’nin İstanbul temsilcisi Dr. Adnan (ADIVAR) Bey davet etmişti. Bu nedenle Basın Toplantısına Dr. Adnan (ADIVAR) ve eşi Halide Edip Hanım ve Adnan Bey’den önceki siyasi temsilci olan Kızılay Başkanı Hamit Bey’de katılmıştı.
Diğer bir masada ise Basın Toplantısından konuşmaları harfiyen yazmak üzere Meclisten getirilmiş olan dört zabıt kâtibi bulunuyordu. ARAR ‘a göre, Meclis stenograflarının burada hazır bulunması bu toplantıya ayrı bir önem verilmesinin göstergesiydi. (Kaynak: ARAR, 1969, s: 26)
Bu toplantıya katılan diğer bir gazeteci ise Ahmet Emin (YALMAN) Beydi.
Ahmet Bey’de anılarında o günü şöyle anlatmaktadır:
—“17 Ocak 1923’de Ankara’nın İstanbul temsilcisi Hamit Bey’den bir haber geldi; İstanbul’un altı gazetecisi Gazi tarafından İzmit ‘e çağrılmıştı. Belli başlı gazetecilerden çağrılmayan yalnız “Tasvir-i Efkâr” Başyazarı Velit Bey’di. Pendik İskelesinde buluşacak ve küçük bir vapurla yola çıkacaktık. İzmit’teki münakaşa konusu ne olacaktı? Bunu hepimiz merak ediyorduk. Benim hatırıma, Halk Partisi’nin kuruluşu etrafında yükselen itirazlar geliyordu. Gazi belki de bunları cevaplandırmak, yarın hesabına tutacağı yolu belirtmek istiyordu. İzmit’te sevimli Mutasarrıf (sonraki İstanbul Polis Müdürü) Sadettin Bey bizi kapıda karşıladı. Doğruca Sultan Aziz’in İzmit’te seyahati sırasında yapılan saraya gittik. Orada karşılaştığımız her şey, mühim hadiselerin arifesinde olduğumuzu belirtiyordu. Büyük salonun bir tarafında bir kürsü vardı. Önünde Büyük Millet Meclisi Zabıt Kâtiplerinden bir grup not almak için sıralanmıştı. Dr. Adnan Beyle Halide Hanımın toplantıda hazır bulunmak üzere Ankara’dan gelmiş olmaları da olağan üstü bir şeyler cereyan etmek üzere olduğu hakkındaki kanaatimizi güçlendiriyordu. (Kaynak: A. Emin YALMAN, 1997, s: 823-824)
Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün siyasi vasiyeti olarak bizlere bıraktığı Nutuk’unda (1927, II, s: 714 –717) İzmit’te düzenlenen Basın Toplantısı’nda yaşananları şöyle anlatmaktadır:
-…”Hilâfet ve din meseleleriyle meşgul olunduğu sıralarda, kamuoyu ve bilhassa aydın kamuoyu için Anayasa’da bir noktanın düğüm teşkil ettiğini öğrendik. Cumhuriyet ilânından sonra da, kanunda, aynı düğüm muhafaza edildikten başka, düğüm teşkil edecek ikinci bir noktanın daha konulduğunu görenler, şaşkınlıklarını gizlememişlerdi ve bugün de gizlememektedirler.
Bu noktaları izah edeyim;
20 Ocak 1921 tarihli Anayasa’nın 7. ve 21 Nisan 1924 tarihli Anayasa’nın 26. maddesi, Büyük Millet Meclisi’nin vazifelerinden bahseder.
Madde’nin başında, Meclis’in ilk vazifesi olmak üzere “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” vardır.
İşte, bunun nasıl bir vazife ve şeriat hükümlerinden maksadın ne olduğunu anlamakta tereddüde düşenler vardır. Çünkü Büyük Millet Meclisi’nin, adı geçen maddede, “kanunların yapılması, değiştirilmesi, yorumu ve kaldırılması ve diğer” sayılan ve belirtilen vazifeleri o kadar geniş ve açıktır ki, “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” diye ayrıca ve bağımsız olarak bir klişenin mevcudiyeti gereksiz görülmektedir.
Çünkü “şer” demek, “kanun” demektir.
Şeriat hükümleri demek, kanun hükümleri demekten başka bir şey değildir ve olamaz.
Başka türlüsü, çağdaş hukuk telâkkileriyle uyuşamaz. Bu böyle olunca, “şerit hükümleri” tabiriyle kast olunan mana ve anlamın büsbütün başka bir şey olması icap eder.
Efendiler,
İlk Anayasa’yı hazırlayanlara bizzat başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla, “şeriat hükümleri” tabirinin bir münasebeti olmadığını anlatmaya çok çalışıldı. Fakat bu tabirden, kendi zanlarınca, bambaşka mana tasavvur edenleri ikna mümkün olmadı.
İkinci nokta Efendiler,
Yeni Anayasa’nın ikinci maddesinin başında…
“Türkiye Devletinin dini, İslâm dinidir” cümlesidir.
Bu cümle, daha Anayasa’ya geçmeden çok evvel, İzmit’te, İstanbul ve İzmit basın mensuplarıyla uzun bir görüşme ve konuşmamız esnasında, muhataplarımdan bir zatın, şu suali ile karşılaştım:
—“Yeni hükûmetin dini olacak mı?”
İtiraf edeyim ki, bu suale muhatap olmayı hiç de arzu etmiyordum. Sebebi, pek kısa olması lâzım gelen cevabın o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemiyordum.
Çünkü tebaası içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında adilane ve tarafsız muamelede bulunmak ve mahkemelerinde tebaası ve ecnebiler hakkında eşit adalet uygulamakla görevli olan bir hükûmet, fikir ve vicdan hürriyetine riayete mecburdur. Hükûmetin bu tabiî sıfatının, şüpheli mana verilmesine sebep olacak sıfatlarla kayda bağlanması elbette doğru değildir.
“Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir” dediğimiz zaman, bunu herkes anlar.
Hükûmetle resmî muamelelerde, Türk dilinin geçerli olması lüzumunu herkes tabiî bulur. Fakat “Türkiye Devletinin dini, İslâm dinidir” cümlesi aynı suretle mi anlaşılıp kabul edilecektir?
Bu şüphesiz açıklama ve yoruma muhtaçtır.
Efendiler, gazeteci muhatabımın sualine, hükûmetin dini olamaz! Diyemedim; aksini söyledim. “Vardır Efendim; İslâm dinidir” dedim.
Fakat hemen arkasından “İslâm dini fikir hürriyetine sahiptir” cümlesiyle cevabımı açıklama ve yorumlama lüzumunu hissettim.
Demek istedim ki;
Hükûmet, fikir ve vicdana riayetle kayıtlı ve görevli olur. Muhatabım, verdiğim cevabı, şüphesiz, makul bulmadı ve sualini şu tarzda tekrar etti:
—“Yani hükûmet bir dine bağlı olacak mı?”
-…“Olacak mı, olmayacak mı bilmem!” dedim.
Meseleyi kapatmak istedim.
Fakat mümkün olmadı.
O halde, denildi; herhangi bir mesele hakkında itikadım ve düşüncelerim dairesinde bir fikir ortaya atmaktan hükûmet beni menedecek veya cezalandıracaktır. Hâlbuki herkes, kendi vicdanını susturmaya imkân görecek mi?
O zaman, iki şey düşündüm.
Biri:
Yeni Türkiye Devleti’nde her ergin kişi dinini seçmekte serbest olmayacak mıdır?
Diğeri:
Hoca Şükrü Efendi’nin : “Bazı din âlimi arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi şeriat kitaplarında mevcut belli ve değişmez İslâmî hükümleri yayımlayarak… yanıltıldığı maalesef görülen efkâr-ı İslâmiyeyi aydınlatmayı gerekli bir vazife saydık” girişini takiben ifade edilen “İslâm Hilâfeti, din emrini koruyup yaymakta Peygamberliğin yerini almaktır; şeriat hükümleri koymak hususunda Resulü Ekrem Efendimiz ’in vekilidir.”
Oysaki Hoca’nın sözlerini tatbike kalkışmak, millî egemenliği, vicdan hürriyetini kaldırmaya çalışmaktı.
Bundan başka Hoca’nın malûmat hazinesi, Yezitler zamanında yazdırılmış ve istibdat idaresine mahsus formülleri kapsamıyor muydu?
O halde kavramı ve anlamı, artık herkesçe tamamen anlaşılmış olan devlet ve hükûmet tabirlerini ve millet meclisleri vazifelerini, din ve şeriat kisvelerine bürüyerek kim ve ne için aldatılacaktır?
Hakikat bundan ibaret olmakla beraber, o gün İzmit’te, basın mensuplarıyla bu konu üzerinde, daha fazla karşılıklı konuşma gerekli görülmedi.
Cumhuriyetin ilânından sonra da, yeni Anayasa yapılırken, lâik hükûmet tabirinden dinsizlik manası çıkarmaya eğilimli ve vesileci olanlara fırsat vermemek maksadıyla, kanunun ikinci maddesini manasız kılan bir tabirin girişine müsamaha olunmuştur. Kanunun, gerek 2. ve gerek 26. maddelerinde, gereksiz görünen ve yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet idaremizin çağdaş karakteriyle uyuşmayan tabirler, inkılâp ve cumhuriyetin o zaman için sakınca görmediği tavizlerdir. Millet, Anayasamızdan, bu fazlalıkları ilk münasip zamanda kaldırmalıdır.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Bu tarihsel, ama çok anlamlı ve önemli ATATÜRK ‘ün “İzmit Basın Toplantısı”, o neoklasik tarzda inşa edilmiş Kasr-ı Hümayun’un alt kattaki büyük salonda 16 ve 17 Ocak 1923 Salı günü saat 21.30’da başlamış sabahın o üşütücü gün sökümünde, ufuk çizgileri belirirken sona ermişti.
Aslına bakılırsa bu basın toplantısı, Samsun’a çıkışın, Amasya Bildirgesi’nin ve Erzurum Kongresi’nin bir başka önemli uzantısını teşkil ediyordu. Dahası, bu durum Kuvayı Milliye’nin; Redd-i İlhak’ın ve Müdafaa-i Hukuk’un bir başka önemli yüzüydü; uzantısıydı.
Bu, o müstevlilere, işgalcilere karşı bir çıkış yâda onlarla bir hesaplaşmaydı aslında. O büyük ve kanlı savaşlar kazanılmıştı. Sevr Haritasını çizenlere, “Küçük Asya Felaketi” nin o malum patronlarına bir yanıt ve karşı duruştu bu basın toplantısı.
Büyük savaş kazanılmıştı. Savaş yorgunu ve çok acılar çekmiş olan Türk halkı, “Şimdi ne olacak?” beklentisi içindeydi. Ayrıca, o işgalci ve istilacıların o kurmayları da İstanbul Hükümeti ve Damat Feritçiler de Mustafa Kemal bundan sonra neler yapacak heyecanını ve düşüncesini taşıyorlardı. İşte bu sorunların ve beklentilerin kesin yanıtını İzmit Basın Toplantısı’nda vermişti Gazi. Ve o mevcut “BELİRSİZLİK” hem Türk halkı için hem de o Sevrciler için ortadan kalkmıştı.
Babıâli’nin O Ağır topları…
Bu tarihsel toplantının bir başka zenginliği ve önemli yanı, ‘İstanbul Basını’ nın o ağır toplarına: o ünlü başyazarlarına ve gazetecilerine; kendilerini İzmit’te kabul ederek onlara yeni kurulacak Türkiye’nin siyasal, toplumsal ve rejimsel geleceği hakkında bilgi vermekti.
Gelenler arasında ünlü yazarlar ve gazeteciler vardı:
Tevhid-i Efkâr’dan: Velit Ebüzziya,
İleri; Suphi Nuri İleri,
Vakit’ten; Ahmet Emin Yalman, Asım Us,
İkdam’dan: Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
Akşam’dan F. Rıfkı Atay,
Tanin’den; İsmail Müştak (Mayakon) ve diğer gazeteciler; Adnan Adıvar ve eşi Halide Edip Hanım…
Gazi Mustafa Kemal, Ankara’dan yola çıkarken “Bir bedbinliğe yakın duygular içindeyim” demişti.
O, çok haklıydı.
Çünkü kendisinin geleceğe dönük çok önemli diyecekleri ve düşünceleri vardı. O yapacağı açıklamaların, bu mevcut ortamda, çok tepkiler çekeceğini iyi biliyordu. Belki de o bedbinliğin ruhsal ve içsel titreşimlerinde, o günün belirsiz ortamı için, diyeceği o aykırı düşüncelerdi. Çünkü Ankara’daki hava Nâzım’ın deyişiyle hava “kurşun” gibi ağırdı…
Ankara’da şeriatçılar ve karşı devrimciler hareket halindeydiler çünkü.
Ama ne var ki bunların hiçbirine aldırmaz ve bu basın toplantısında o diyeceklerini, yapacaklarını bir bir söyler, açıklar. Aksine, Gazi Paşa İzmit’ten o “bedbin” içsel sarmalda değil, huzur içinde ayrılmış olur.
Gelecek hep “o” gelecektir;
O sorular hep hassas ve duyarlı sorulardı. Ve hep “o” gelecekle ilgiliydi.
Bu ünlü yazar ve gazetecilerin kafalarının içinde oluşan o soru çengeli, gelecekteki yeni Türkiye ile ilgiliydi.
Loş ışıklı salonu; giz dolu bir hava kaplamıştı.
Ve “o” sorular yumağının ilk çözülüşü, bu basın toplantısını ateşlemeye yetmişti.
Çengelde asılı duran o duyarlı soru da şuydu: “HALİFE VE HALİFELİK” kurumuna ilişkin bir soruydu.
Çünkü çok ses getirecek bir konuydu bu.
Mustafa Kemal Paşa, bu hassas konuya ve soruya şu yanıtı verir:
-…“HİLAFET BAŞIMIZA BİR BELADIR” diye çıkışır.
O’ izmit’te bu çıkışını yaparken de Hoca Şükrü Efendi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde “Hilafet Meclis’in, Meclis Halifenindir” diyerek ahkâm kesmiş olur. Bu konu, soru, biraz daha ivme kazanır ve ilgi odağına dönüşür.
Müştak (Mayakon), bu konuyu ateşlemiş olur:
—“Türkiye’de hilafet siyasetten bir menfaat ve kuvvet midir, yoksa zaaf mıdır” diye sorar. Mustafa Kemal bu soruya şöyle yanıt verir:
-…”HERHALDE HİLAFET BAŞIMIZA BİR BELADIR. OSMANLI PADİŞAHLIĞI HİLAFETİ ALMADAN EVVEL DERİN EN PARLAK SAFHASINI YAŞAMIŞTIR. HİLAFETİ ALDIKTAN SONRASUKUT BAŞLAMIŞTIR.”
Bu sözlerin düğümlendiği yer artık belli olmuştur. Sorular ve yanıtlar, sabahın o alacakaranlığına dek sürüp gider.
BU GİDİŞ NEREYE?…
Bu basın toplantısı, yeni bir Ulus ‘un, yeni bir Devletin kuruluşunun bildirgesiydi. Yalnız Türkiye’deki o mevcut gerici (padişahçı) odaklar için değil; dış dünya için ve o işgalciler için de çok ağır bir darbeydi. Onların o süregelen umutlarını ve düşlerini de yok etmişti bu basın toplantısı. Çünkü onlar için bir “asi” olan Mustafa Kemal, nereden başlamış ve nerelere dek gelebilme başarısını göstermişti.
Aslına bakılırsa 16 ve 17 Ocak 1923 tarihi, yeni ve bağımsız bir Türk devleti için bir milattır.
Çünkü bu ünlü Basın Toplantısının muhtevasında (içeriğinde) neler yoktur? Cumhuriyetin ilanı, “yeni anayasa”, seçimler, yeni yasal düzenlemeler; en önemlisi de kadın haklarının getirileceği ve hilafetin ilgasıdır. Burada Mustafa Kemal’in ortaya atmış olduğu düşünceler ve tezler, kazanımlar Türk ulus için bir ışık ve “Aydınlanma” olmuştur. Ama ne yazıktır ki 89 yıl önce ortaya atılmış olan bu devrimsel atılımlar, oluşumlar, dönüşümler günümüzün o karşı devrimcileri, 2. Cumhuriyetçileri ve “New Ali Kemalciler” tarafından yok edilmek isteniyor.
Bakalım ve bekleyelim, görelim. Osmanlı’nın, din eksenli düzeni ne zaman ilan edilecek? ATATÜRK, 89 yıl önce bu ünlü “İzmit Basın Toplantısı” nda Cumhuriyetin ilan edileceğini ve ‘ADINLANMA’ nın o ilk işaretini bu kentte vermişti. Peki, ama bu kadar yıl zarfında neler olup bitiyor ATATÜRK’ÜN TÜRKİYESİ’NDE?
Evet, 1923’den sonra ve 2016’dan önce. Ülkemiz ne acayip ve düşündürücü bir acayip “MANZARA-İ UMUMİYE” ile karşı karşıya. Çok yazık. (KAYNAK: İsmail ARAR, “ATATÜRK ‘ün Basın Toplantısı. S.50”, Ayrıca Bkz. Şakir BALKI, Cumhuriyet, 16 Ocak 2012, s.2)
-…”AYDINLAR, GİDECEKLERİ MUHİTLERDE BAŞLI BAŞINA BİR ÂLEM YARATABİLİRLER. MEMLEKETİN YALNIZ BİR YERİNDE, BEŞ ON YERİNDE BİRER BİLİM MERKEZİ, NUR MERKEZİ, KÜLTÜR MERKEZİ YAPMALIYIZ, MİLLET BAHTİYAR OLSUN… BU DEVLETİN HALİFE İLE ALAKA VE MÜNASEBET YOKTUR. HALKI BİR ADIM TERK EDERSEK BİR ADIM İLERİ ATAMAYIZ… İNKILÂBIN KANUNU MEVCUT KANUNLARIN ÜSTÜNDEDİR… DIŞ SİYASETİN DAYANAĞI KUVVETLİ BİR İÇ SİYASETİR” (Görsel; Günümüzde İzmit Kasrı’nın alt katında bulunan ATATÜRK Odası.)
Eksiklikler benim, fazlalıklar daha önce emek verenlerindir. Bir başka yazımda görüşmek üzere esen kalınız.
İsmet ERARPAT