Bugün Haziran ayının üçüncü Pazarı;
“Dünya Babalar Günü”
Bu anlamlı gün vesilesiyle başta; Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ile ebediyete intikal etmiş silah arkadaşlarını, vatanımızın birlik ve bütünlüğü, milletimizin huzur ve güvenliği için canlarını feda eden kahraman şehit ve fedakâr gazilerimiz ile yüreğimizde en saygın yeri ayırdığımız tüm babalarımızın anlamlı gününü kutluyorum efendim.
“Anneler Günü” nün yanı sıra 1910 yılından buyana bütün dünyada uygulanan “Babalar Günü”, her sene Haziran ayının üçüncü Pazar’ı kutlanan bir gündür. “Babalar Günü” nün Türkiye Cumhuriyeti’nde de kutlanabilmesi için 17 Haziran 1972’de; Galip DİRİL (Ortaokul öğretmeni), Hayri ACARKAN (Kunduracı), Hasan SAYILGAN (Şoför), Tahsin ÖZTİN (Yazar), Adnan TURNAGÖL (Belediye Şube Müdürü) kurulu girişimciler heyeti tarafından “Türk Babalar Derneği” kurulmuştur.
“Türk Babalar Derneği” adına 17 Haziran Cumartesi günü ilk toplantısını yapan heyet, ilk olarak (Haziran’ın 3. Pazar’ı, 18 Haziran 1972) ‘de dünyada kutlanacak olan “Babalar Günü” dolayısıyla; “Bütün anneleri ve bütün Türk çocuklarını, babalarına saygı ve sevgilerini sunmaya onların çocuklar için nasırlanan ellerini öpmeye” çağırmıştır.
17 Şubat 1926’da Medeni Kanun’un kabulü ile ailede kadın – erkek eşitliği sağlanmış, evlilikte resmi nikâh zorunlu hale getirilerek tek eşle evlilik esası da kabul edilmiştir.
Bildiğimiz üzere Aile, ana – baba ve çocukların meydana getirdiği en küçük topluluktur. Ancak, Türk ailesinin sosyal yapısı baba üzerine kurulmuştur. Dünyanın her yerinde olduğu gibi aileye giren bir kız çocuğu babasının soyadını evleninceye kadar (günümüzde tercihen), aileyi devam ettiren erkek çocuğu ise babasının soyadını taşır.
Babalarını kaybedenler için kullanılan ve hüzün veren bir tabir, bundan yıllarca önceki (745 – 840 ) bir Türk boyundan, “Uygurlar” dan gelmektedir.
Uygurca (Ög): Baba demektir.
(Ögli): Babalı, (Ögsiz veya Öksüz): Babasız manasına gelmektedir.
“Baba ”ya güzel Anadolu muzda (ATA) adı da verilir.
Türk Kadınlar Birliğinin girişimleriyle 5 Mayıs 1955’te ilk kez ülkemizde kutlanmaya başlanan Anneler Günü, o tarihlerde çeşitli zihinlerde; “Niçin, Babalar Günü Yok” tartışmasını beraberinde getirmiştir. Zihinleri yoran, insanlığın yaratıldığı günden beri ailenin temeli sayılan babaları düşündüren bu suale karşı, o günlerde; Falih Rıfkı ATAY, İstanbul’da yazmaya başladığı eserinde şöyle yanıtlar;
BABANIZ ATATÜRK;
—“Sevgili çocuklar, her birimizin bir baba ve bir anamız var. Onlar olmasaydı dünyaya gelemezdiniz. Eğer ATATÜRK milletimizin ve ordularının başında Anadolu savaşlarını kazanmasaydı, bu dünyada vatansız ve hürriyetsiz kalırdınız. Asıl öksüzlük budur. Onun için kitaba “Babanız ATATÜRK” adını koydum. Hayatımızı ana babamız, hür, şanlı ve şerefli Türklüğünüzü ATATÜRK ‘e borçlusunuz.
Size, Babanız ATATÜRK ‘ün nasıl yetiştiğini, neler yaptığını, nasıl bir insan olduğunu anlatmak istiyorum. Onunla niçin övündüğünüz kadar, nasıl onun gibi olacağımızı öğreniniz.”
Sadi IRMAK, “ATATÜRK Yaşamı Ve Eseri” nde;
—“ATATÜRK ‘ün babası Ali Rıza Bey, O ’henüz ilkokulda iken ölmüş, Mustafa pek küçük yaşta öksüz kalmıştır. Ancak, Ailesinin tarihi ATATÜRK ‘ü hiçbir zaman yakından ilgilendirmemiştir.
ATATÜRK bunu şüphesiz “sülalem benimle başlar” diyen ve “ben ne oldumsa kılıcıma borçluyum” demiş olan Napolyon’u taklit gibi yapmamıştır.
Bir gün devlet teşkilatının önde gelen memurlarından birisi ATATÜRK ‘ün ataları hakkında birçok bilgiler bulduğunu söyleyerek huzuruna gittiğinde ve ATATÜRK ‘ten kendi ölçüsüne göre haklı bir teşekkür ve sempati beklerken bu izahları soğuk bir atmosfer içinde dinleyen ATATÜRK, bir yerde muhatabının sözlerini keserek;
-…”Size bunlarla uğraşın diye kim emir verdi?” demiştir.
Fahrettin ALTAY, ise “Çankaya” adlı eseri sayfa 19 – 20’de:
—“Şark’ta büyümüş kimselere çok defa hanedanımsı bir kütük uydurmak isteyenler çıkar. Mustafa Kemal (ATATÜRK) kendisinden öncesine meraklı ve pek bağlı değildi. Gerçi 1876’da, ilk Kanun-ı Esasi’nin ilan edildiği güne rastlayan 23 Aralık’ta Selanik’te kurulmuş Asâkir-i Milliye Taburundaki gönüllü subaylardan biri babası olarak öne sürülmüştür. Resmi ötekilerden ayrılarak büyütülmüştür. İstanbul hürriyetçilerine yardım etmek için toplanan bir milli kuruluşta babasının da bulunmuş olması Mustafa Kemal (ATATÜRK) ‘in hoşuna gidecek bir şeydi, ama inanmış mıdır?
Sanmıyorum.
Hatta bir gün alaylıca bir dille:
-…”Bu bizim peder değildir.” Dediği kulağıma gelir.” Demektedir.
Mehmet Ali ÖZ, “Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün Soy Kütüğü” adlı eserinde; ATATÜRK ‘ün babası hakkında bu güne kadar eldeki bilgi ve bulgular genelde belgeye dayanmayan sözlü beyanatlar şeklinde idi, fakat burada ortaya koyacağımız bilgi ve belgeler, Ali Rıza Efendi ve ailesi hakkındaki bilgileri düzeltici, destekleyici dahası zenginleştirici niteliktedir.” Demektedir;
ATATÜRK BABASI ALİ RIZA EFENDİ HAKKINDA ARAŞTIRMA YAPTIRMIŞTIR!
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde yapmış olduğu olduğumuz çalışmalarda ATATÜRK ‘ün bizzat babası hakkında kendisinin araştırma yaptırmış olduğunu tespit ettik. Sözü edilen bu araştırma çerçevesinde ve “Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün, 21 Mayıs 1937 tarihinde Başbakanlığa yazdığı bir yazıda”, Ali Rıza Efendi hakkında yapılan araştırmaya ilişkin bilgiler veriyor:
—“Ulu Önderimiz ATATÜRK ‘ün pek küçük iken vefat eden pederleri Ali Rıza’nın hâl tercümesi (özgeçmişi) hakkında etraflıca malumat (geniş bilgi) toplanmasını arzu buyurmakta oldukları” için Selanik Vakıf Kayıtları üzerinde araştırma yapılaması Talim ve Terbiye Heyeti Başkanı Tarih Encümeni Üyesi İhsan SUNGU tarafından bildirilmişti.
Yazıda: merhumun 1292 (1876 / 1877), 1293 (1877 /1878) ve 1294 (1878 / 1879) tarihlerinde Selanik Evkaf idaresinde kâtip olarak çalıştığı ve bu memuriyette iken 1293’te (1877 /1878) Selanik’ten İstanbul’a gelen milis taburlarında da teğmen olarak bulunduğu da belirtilmişti. Ayrıca, artık tasfiye edilmiş olan muhtelit mübadele komisyonunda Evkaf Müşaviri olarak bulunmuş olan ve halen Vakıf Kayıtlar İdaresinde Kâtip olarak çalışan Abdülgaffar’da İstanbul’a gönderilmiş ve adı geçen komisyondaki defterlere ve belgeler üzerinde tekrar inceleme yapılmış; bir de rapor hazırlanmıştı.
Bu raporda, Selanik’in düşüşünden sonra Yunan Hükümeti eline geçmiş olan bütün resmi yazışmalara ait arşivin “Tercüme Dairesi” adıyla oluşturulan daireye verilmiş olduğu belirtiliyor ve Ali Rıza Efendi için aranılan bilginin ir kere de adı geçen dairedeki 1290 (1874 / 1875) – 1295 (1879 / 1880) yıllarına ait memur sicilinden ve maaş defterinden araştırılması isteniyordu. Bu araştırmanın ise ancak Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla yaptırılması mümkündü.
Bu rapora göre; Yunanistan’da mübadeleye tâbi İslam cemaatine ait olup tasfiyeye uğrayan muhtelit mübadele komisyonu aracılığıyla İstanbul’a getirilerek Vakıflar İdaresi’ne devredilmiş ve halen Nuruosmaniye Camii avlusundaki mahzende saklanmakta bulunan evrak ve defterin Selanik’e ait kısımları incelenmişti.
İnceleme sonunda; yalnız Selanik’te Yakup Paşa Vakfı’nın 1288 (1872 /1873) ve 1289 (1873 / 1874) ve 1290 (1874 / 1875) yıllarına ait muhasebe kayıtlarında Şubat 1290 (1874 / 1875) tarihli yazıda adı geçen Vakıf mütevellileri arasında Ali Rıza’nın mührü olduğu anlaşılmıştı; altında 1288 (1872 / 1873) tarihini gösteren mührün şekli alınmış ve muhasebe kaydının bir örneği çıkarılmıştı.
Ancak Selanik Evkaf Muhasebeciliği’ne ait memurun sicil ve maaş defterlerinin bulunmadığı anlaşmıştı ve bu arada 1290 (1874 / 1875) – 1295 (1879 / 1880) yıllarına ait defterler de bulunamamıştı.
İstanbul’da Nuruosmaniye mahzeninde saklanmakta olan Selanik Vakıflar İdaresi kâğıt ve defterlerinde araştırma yaptırılarak, elde edilen bazı yazışma kayıtlarında “Ali Rıza Efendi ve Mahmut Bey zade Ali Rıza Bey” suretinde memur isimlerinin yazılı olduğu görülmüş ve bu kayıt örnekleri Talim ve Terbiye Heyeti Başkanı Tarih Encümeni Üyesi İhsan SUNGU ‘ya gönderilmişti.
Bu yazı üzerine, Başbakanlık, 31 Mayıs 1937 tarihinde Dışişleri Bakanlığı’ndan Selanik Başkonsolosluğu’nun ilgili araştırmaya devam etmesini talep edecektir. Selanik Başkonsolosu Reşat H. KARABUDA da, 12 Temmuz 1937 tarihinde Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı yazıda araştırma sonuçlarını açıklıyordu; fakat sonuç olumlu değildi. Çünkü “aşağı yukarı onbeş gündür devam eden araştırmalara rağmen muhasebe evrakı henüz bulunamamıştı.”
“Osmanlı İmparatorluğu zamanı arşivleri saklayan “Tercüme Dairesi” şefinin söylediğine göre, Selanik Evkaf İdaresine ait hemen hemen bütün dosyalar ve defterler, vaktiyle muhtelif mübadele komisyonuna tevdii edilmiş olduğundan, aranılan evrakın burada bulunması ihtimali pek yoktu.”
“Böyle olmakla beraber yeni baştan daha ince bir araştırmaya başlamıştı.“
Fakat “bu son araştırma arkasının alınması biraz geciktirecekti”.
Yine de bazı bilgiler bulunmuştu!..
Tapu ve vergi kayıtlarıüzerinde yapılan araştırmalarda; ATATÜRK ‘ün gerek baba ve gerekse ana tarafına ilişkin özgeçmiş bilgileri edinilmişti.
Buna göre,
“ATATÜRK ‘ün babaları Ahmet oğlu Ali Rıza (Burada adı geçen Ali Rıza Efendi ATATÜRK ‘ün babası değil, amcası olan Ali Rıza Efendi’dir. Bu Ali Rıza Şeyh Ahmet Efendi’nin oğludur.) herhalde bir müddet ve galip ihtimalle ömrünün sonuna doğru kereste ticareti yapmıştır. Ölümü 1299 (1883 / 1884) ile 1303 (1887 / 1888) seneleri arasında vuku bulmuştur. Annesi Zübeyde’ye annesi, Halil Ağa kızı Ayşe’den bir ev intikal etmiştir. Anaları bu evde Fatma adındaki teyzesiyle müşterek bulunmuşlardır. Şimdi bir de Ali Rıza’nın ölüm tarihini kati olarak gösterecek kassam defteri ve başka vergi kayıtları aranmaktadır. Bulundukları takdirde gerek bunlardan ve gerekse Evkaf Muhasebe Evrak ve Defterlerinden edinilecek,” bilgiler ayrıca iletilecekti.
Görüldüğü gibi, burada ATATÜRK ‘ün babasının ölüm tarihi kesin olarak saptanamamış olup, ölüm tarihi 1883 – 1888 yılları arasında gösterilmiştir. Eğer ilk tarih doğruysa bu takdirde ATATÜRK babası öldüğünde yedi yaşı civarında ise, ATATÜRK ‘ün doğum yılının da biraz daha geriye alınması gerekir. (Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi; 030-0-010-000-000-1-7-6- ATATÜRK ‘ün Babası Ali Rıza Efendi Hakkında.)
Ali Rıza Efendi 1870 yılında Rüsumat Memuru olarak Avranoz’da ilk işe başladığında emeklilik belgesine göre 29 yaşındaydı. Dolayısıyla Ali Rıza Efendi’nin 1841 yılında doğmuş olduğu kesin olarak anlaşılıyor. Yine aynı belgeye göre (Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, ŞD, 927173) Ali Rıza Efendi 23 Mayıs 1886 tarihinde vefat etiğinde 45 yaşında olduğu anlaşılmaktadır.
ATATÜRK tarafından babası Ali Rıza Efendi hakkında araştırılma yapılması isteği üzerine araştırma komisyonu tarafından hazırlanan ve sunulan rapor (yazı) da her ne kadar; “ATATÜRK ‘ün babaları Ali Rıza, herhalde bir müddet ve galip ihtimalle ömrünün sonuna kereste ticareti yapmıştır. Ölümü 1299 (1883 / 1884) ile 1303 (1807 /1888) seneleri arasında vuku bulmuştur. Ali Rıza Efendi’nin yaşamındaki bu değişikliklerin kesin tarihleri bilinmiyor ve 1878 yılında savaşın bitiminden sonra gerçekleştiği tahmin olunmaktadır” deniliyorsa da Ali Rıza Efendi’nin yaşamına ait Osmanlı Arşivi’nde bu konuyu açıklığa kavuşturacak belge bulunuyor. (Devamı için lütfen bakınız; Mehmet Ali ÖZ, “Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün Soy Kütüğü” s: 33 – 59)
ATATÜRK, ne “soyum benimle başlar” diyen bir hanedan görevini üstlenen Napolyon gibi, gafil bir gururun, ne de soyu hakkında efsaneler yaratmaya hazır dalkavukların etkisi altında kalmıştır. Kimseye soyu – sopu hakkında efsaneler yaratma izni vermemiştir. O ‘nun bir tek büyük sevgisi ve tutkusu olmuştur;
“Türküm diyebilmek mutluluğu.”
Yani kendi dar aile çevresinden ziyade büyük bir milletin mensubu olmayı ön plana almıştır.
“NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” sözünü şairane bir ilham gibi alanlar aldanırlar. Bu söz, sadece bir duygunun veya bir geleneğin azizleştirilmesi değildir. ATATÜRK, bunu söylerken duygusundan çok, objektif tarih görüş ve bilgisini dile getirmiştir;
Bugün kesinlikle bilmekteyiz ki, bütün askeri ve siyasi görevleri süresince dünya tarihi ile de ve özellikle Türk tarihi ile derinden ilgilenmiştir. Bu bilgi onda bir ırk üstünlüğü kompleksi yaratmamış, fakat dünya haritasını defalarca yeniden çizebilmiş fatih bir milletin dünyanın en büyük imparatorluklarını yalnız kurmuş değil, aynı zamanda onlara sosyal adaleti tattırmış olan bir milleti gereği gibi anlamak için büyük çaba harcamıştır. Pek uzun sürmemiş olan ömrü boyunca edindiği tarih bilgileri 1’inci ve 2’inci Türk Tarih Kurultaylarında yalnız yerli tarihçilerimizin değil, dünyadan çağrılmış olan otoritelerin de dikkatini çekmiştir. Öyle ki O ‘nunla temas eden tarihçiler, görüş açılarını yenilemek zorunluluğunu hissetmişlerdir. Bugün şüphe edilmez ki, tarih anlayışında, hele Türk tarihi anlayışında ATATÜRK ihtilal derinliğinde bir yeniliğe öncülük etmiştir.
Elbette ATATÜRK ‘ün de ana – babasının, daha eski atalarını kalıtımı, gelenek izleri ve yetişme koşulları önemle üstünde durulacak konulardır. Ne var ki dehalar ve kahramanlar sadece bu faktörlerin ürünü olarak anlaşılamıyor. Bu konu ilmin henüz kilidini açamadığı sırlarla doludur.
Eksiklikler benim fazlalıklar daha önce emek verenlerindir. Bir başka yazımda görüşmek üzere esen kalınız efendim.