Sayfamdaki makalemi 20 Ocak 1994’te aramızdan ayrılan Bedia Muvahhit Hanımefendi’nin aziz ruhlarına ithafen yazıyor, 8 Mart Dünya Kadınlar Gününüzü kutluyorum efendim.
1800 ‘lü yıllarda, bir tekstil fabrikasında çalışan kadın işçiler, çalışma koşullarının daha insani olması gerektiğini düşünerek bir grev tertip etmişlerdir. Ancak, fabrikada çıkartılan bir yangın ile işçiler yakılarak öldürülmüştür. İşte bu kadın hareketi ile “Dünya Kadınlar Günü” gündeme gelmiştir.
1970’li yıllarda başlatılan kadın hareketleri, kadına yapılan her türlü işkencelere dikkat çekilmesini sağlamış, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı 26 – 27 Ağustos 1910 yılında Kopenhag’da toplanarak kadınlara özgü bir günün var olması gerektiğini savunulmuştur. Bu konferansla pek çok ülkede her yıl düzenli olarak “Kadınlar Günü” kutlamaları yapılmaktadır.
İsveç’te ise “Kadınlar Günü” 1912 yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır.
Dünya Kadınlar Günü, II. Dünya Savaşı yıllarında bazı ülkeler tarafından yasaklanmış, 1960’lı yıllarda ABD ‘de Kadınlar Günü’nün kutlanmasıyla Kadınlar Günü daha güçlü bir şekilde gündeme gelmiştir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1977 yılında “8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlamasını onaylamıştır.
Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu, Baş Mimarı, Kadın Haklarının Ebedi Savunucusu Ulu Önderimiz Kemal ATATÜRK:
…”Ben, muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönlerde onların üstüne çıkacak nur ve irfanla donanacaklarına asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım” demiştir.
O, her Türk kadını gibi, hayatını Atatürk’e borçlu olanlardan sadece birisiydi. Cumhuriyet tarihinde sahneye çıkan “İlk Müslüman Türk kadını” unvanıyla, 1981’de ‘Atatürk Sanat Armağanı’nı ödülünü almıştı. 1987’de Devlet Sanatçısı unvanına, 1988’de İstanbul Sinema Günleri’nde ise Altın Lale ödülüne değer bulunmuştu.
16 Ocak 1897’de İstanbul’da doğan sanatçının babası, yüksek mahkemede savcı Şekip Bey, annesi Refika Hanım’dı. Küçük yaşta Rumca ve Fransızca öğrendi. Büyükada’daki St. Antoine’da başlayan öğrenimini, Terakki Mektebi ve Notre Dame de Sion’da sürdürdü. Erenköy Kız Lisesi’nde Fransızca öğretmenliği yapmış bir süre de sınavla girdiği, yeni kurulan Telefon Şirketi’nin santralinde çalışmıştı. Tiyatroya meraklıydı ama bir izleyici olarak. Darülbeydayi sahnesinde izlediği Ahmet Refet Muvahhit’ten oyun sonrasında istediği imzalı resim, hayatının akışını değiştirdi.
1921’de, dönemin ünlü oyuncusuyla, ailesinin itirazlarına rağmen evlendi. Onunla birlikte turnelere gitmeye başladı. Aynı yıl Muhsin Ertuğrul’un, Halide Edip Adıvar’ın romanından uyarladığı “Ateşten Gömlek” filminde Ayşe rolüyle beyaz perde de göründü. Filmi Atatürk’te izlemişti…
Dilerseniz bundan sonrasını kendisiyle gerçekleştirilen röportajdan öğrenelim:
(…) Çok uzun yıllar sahnede kaldınız. Eski dönem oyuncuların bir dileği vardı, sahne üzerlerine kapansın isterlerdi, yaşamayı sahnede olmakla bir tutarlardı. Sizin içinde sahne bir tutku muydu?
—“Bu sorunuza bir anımla cevap vereyim. Nazım Kurşunlu’nun bir piyesini oynuyorduk. Oyunda ben istenmeyen bir büyük anne rolündeydim. Kadına, parası olmadığı için kötü davranıyorlardı., sonra bir miras kalıyor, bir sürü olay oluyor ve sonunda sahnede ölüyor. Bir oyun öncesi, bende bir çarpıntı başladı. İki doktor çağırdılar.
Muayeneden sonra “Sahneye çıkmanıza izin veremeyiz, mesuliyet alamayız,” dediler, “Çıkarsanız kalbiniz durur.” O gün de salon öylesine kalabalık ki, çünkü talebe günü. “Bu seyirci irfan ordusu,” dedim, “Ben çıkacağım.” Ölürsün” diye uyardılar yine ölmem dedim. Ben sahneye çıktım, doktorlar ellerinde iki enjeksiyon, bekliyor. Sonunda kalbi duruyor büyükannenin ve ölüyor. Alkış, kıyamet. Birincisinde selam verdim, sonrasını bilmiyorum, gözümü hastanede açtım.”
(…) Vasfi Rıza Soylu’yla aynı dönemde, aynı sahneyi paylaştınız. Yıllara yayılan bir dostluğunuz var.
—“Birbirimize durmadan uğraşırız, o benimle uğraşır, ben onunla…”
(…)Büyük aşklar ve büyük nefretler insan hayatının esasıdır değil mi?
—“Bir besteci sormuştu. “Madem bu kadar birbiriniz seviyorsunuz, neden evlenmediniz?”
(…) Ne yanıt vermiştiniz?
—“Vasfi Benim kardeşim, insan kardeşiyle evlenir mi? Kardeşim, arkadaşım… İnanır mısınız, her şeyi Vasfi’ye söylerim, akıl danışırım, şöyle mi yapayım, böyle mi yapayım derim. O bana sormaz. Bilmem neden? Aklımı beğenmez galiba.”
(…) E… O bir ekek.
—“Erkek zannediyorsunuz.”
(…) Çok fena bir söz bu! Aman duymasın!
—“Duysun, duymasın. Onun yanında neler söylüyoruz biz. Mesela, Şehir Tiyatroları’nda bir panoda hepimizin bir fotoğrafı vardır. Vasfi sırtındaki esvabın Atatürk’ün hediyesi olduğunu söylüyor. Peki Atatürk niye bize değil de ona elbise hediye etti? Demek ki oraya kılıksız gitti.”
(…) Atatürk’le tanışıklığınızın olduğunu biliyoruz, aynı konuları konuşmaktan sıkıldığınızın da farkındayız ama bir kez daha anlatabilir misiniz?
—“Ben hayatımı Atatürk’e borçluyum. Atatürk beni sahneye çıkarmasaydı eğer, şimdi beni ziyaret etmek, benimle konuşmak nereden aklınıza gelecekti? Atatürk beni sahneye çıkartmasaydı, bugün evinde oturan, torunlarıyla meşgul olan bir büyük hanım olacaktım.”
(…) Pek çok yaşıtınız gibi…
—“Evet…”
(…) Atatürk sahneye çıkmanıza mı ön ayak oldu, sahne de kalmanıza mı?
—“İkisi de diyebiliriz. 1923’tü, biz Vahit’le yeni evliydik (Ahmet Refet Muvahhit). Vahit Raşit Rıza ve Behzat Budak dağılmış haldeki Darülbedayi’i yeniden kurmak istediler… Para yoktu, benim birkaç parça elmasımı rehine koyduk, diğer paralarımızı da ekledik, otuz bin lirayı bulduk. Bugünkü rakamlarla bakıp parayı küçümsemeyin, o dönemde bir ev alınabilirdi.”
(…) O yılları düşündüğümüzde, sizin bir tiyatrocuyla evlenmenizi de pek akıl almıyor.
—“ Almaz tabii. Ailem razı olmadı., özellikle de amcam. Çünkü babam ölmüştü ve oyuncuya kız verilmezdi. Ben de Erenköy Kız Lisesi’nde Fransızca hocasıydım. Bir sene, ikinci sınıflara hocalık yaptım, o sene Vahit’le tanıştım. Söylenenleri dinlemedim ve evlendim.”
(…) Vahit Bey’in aile yapısı nasıldı?
—“ Gayet muntazam insanlardı. Aktör olmasını kayınvalidem bile istemiyordu. Vahit’in babası Selanik Polis müdürlüğü yapmıştı. Ağabeylerinden Selahattin, Ankara’da protokol müdürüydü. Bir ağabeyi de Bedii Arbey’di.”
(…) Tepkileri göğüslemeniz büyük cesaret. Baskılar evliliğinizde de sürdü mü?
—“ Sürmez mi? Yeni evliydim. Muhsin Ertuğrul, Halide Edip’in Ateşten Gömlek’ini filme çekti. Orada “Ayşe hanım” rolünde oynadım. Bunu duyan amcam anneme gelip; “Bizim ailede böyle rezalet olmaz,” demiş, annem de; “O artık evli, ben karışamam,” diye karşılık vermiş.”
(…) Atatürk’le nasıl tanıştınız?
—“Yeni evliyken İzmir’e gittik eşimle, biraz da balayı niyetine. İzmir’den düşman yeni çıkmıştı, her yer duman içindeydi. Karşıyaka’da bir tiyatroda kalıyorduk. Vahit, Behzat ve Raşit o sıralarda İzmir’de bulunan Atatürk’ü tiyatroya davet etmeye gittiler. Atatürk tiyatroda kimlerin olduğunu sormuş, onlar da söylemiş.
“Eee kadın?” demiş Atatürk, “Müslüman Türk kızı yok mu?”
O sıralar Müslüman kadınlara sahne yasaktı, kadın rollerini Ermeniler, Rumlar oynuyordu. Benden önce Afife Jale takma adıyla bir Müslüman sahneye çıkmış, daha birinci perdede polisler alıp götürmüş. Bu yüzden birinci Türk kadını olarak beni gösteriyorlar.
Neyse, Atatürk’e “Vahit’in eşi Bedia da burada demişler. O da “Ateşten Gömlek filminde beni izlediğini, beğendiğini” söylemiş.
Atatürk:
“Senin karın bu işi yapabilir, bu gece çıksın oynasın,” demiş Vahit’e. Onlar da gelip benden hazırlanmamı istediler.”
(…) Heyecanlandınız mı?
—“Heyecanlanmamak mümkün mü? Ay, nasıl çıkarım ben, bir şey bilmiyorum, dedim. Allah’tan ezberlemeye alışkındım. Refik Ahmet Nuri Sekizinci’nin “Ceza Kanunu” oyununda “Sacide” rolünü ezberledim. Şadi Fikret’te yol arkadaşım. Uzun saçlarım vardı. Neyse, sahnenin açılma saati geldi, korkum arttı. Nasıl sahneye çıkacağım, ne yapacağım?
(…) Atatürk?
—“Geldi tabii, yerinde oturuyor, perdenin açılmasını bekliyordu. Sonra birisi arkamdan itti, kendimi sahnede buldum. Hemen kendimi toparladım. “Ben burada Bedia değil, Sacide’yim,” dedim, oynadım. Oyun bittiğinde çok alkış aldım. Atatürk o çamurların, küllerin arasından sahneye geldi, boynuma sarıldı:
“Evladım çok teşekkür ederim, benim isteğimi yaptın,” dedi. “Fakat sakın burada bitti deme, bu devam edecek,” dedi.
Ben de ”Emredersiniz,” diye yanı verdim. Paşa şöyle ekledi:
“Buradan Nazilli, Aydın, Manisa, Akhisar’a da gidip turne yapın, fakat sahneye başın açık çıkma.”
Biz o güne kadar dışarıda çarşaf giyiyor, sahneye başı açık çıkıyorduk, Paşa böyle söyleyince şaşırdım. “Nasıl olur Paşam?” diye sordum. O da:
“Yavaş yavaş alıştırmalıyız,” dedi ve “Bir Türk kızı sahneye başı açık çıkıyor, bu halkı şoke etmesin. Sahnede ne esvap giyiyorsan, onun parçasından bir şeyi yalandan başına sar.”
(…) Siz ne yaptınız?
—“Manisa ve Akhisar’da başıma bir şey koyar gibi yaptım. Seyirci o kadar iyi karşıladı ki, sonra hiçbir şey koymadım başıma. İzmir’de gazeteler çok teşvik etti beni. “İlk kez kendi lisanımızı bir Türk kızı canlandırıyor,” diye başlık attılar.
Üçüncü oyun Sekizinci idi. Gazeteler oyunun ismini de kaldırıp; “Bu gece Sekizinci oyunu değil, Bedia – Muvahhit – Şadi Fikret gecesi,” diye yazdılar.
Şadi Fikret, kocaman bir aktördü.
Ertesi gün gazeteleri dolaşıp; “Nasıl olur da üç gün önce sahneye çıkan bir kadının ismi benden önce yazılır?” diye kaygı etmiş, sonra da karısını, kızını baldızını toplayıp bizden ayrılmıştı. Biz beş kişi kaldık., üç piyesi Atatürk’ün istediği yerlerde sahneledik.”
(…) Sonra o kadar ünlü oldunuz ki, hiç kimse karşı çıkmadı herhalde?
—“Mesleğimi sevdim de… O ilk turneden İstanbul’a dönünce Muhsin Ertuğrul beni “Sinemaya çıkmış ilk Türk kadını. Şimdi Onunla ‘Othello’yu oynayacağız,” diye tanıttı.”
(…) O ilk sahneye çıktığınız gece, Atatürk’ün ne giydiğini hatırlıyor musunuz?
—“ Tam hatırlamıyorum ama İzmir’i yeni kurtardığına göre asker kıyafeti giymiş olmalı.”
(…) Atatürk’le hiç fotoğrafınız yok mu?
—“Atatürk Pera Palas’ta bir davet vermişti, beni de davet ettiler. Atatürk de Latife Hanım’la ev sahipliğini üstlenmişti. Bana orada:
“Sizin bir resminizi isterim,” dedi.
Ben de, “Sizin resminizi isterim,” dedim.
“Peki,” deyip, yaverine haber verdi. Fotoğrafı geldi, arkasına Arapça ‘Bedia Muvahhit’e diye bir şeyler yazdı.
(…) Atatürk’ün giyimine ilişkin neler hatırlıyordunuz?
—“ Biz genellikle akşamları davet edilirdik, oyundan sonra. Onunda üzerinde koyu renk giysiler olurdu. Bizde çok dikkat ederdik şık giyinmeye. Ya terzide ya da berberde öleceğimi düşünürdüm.”
(…) Peki, kravatlarını, kösteğini, ayakkabılarını ya da bir başka aksesuarından aklınızda kalan ne var?
—“Yüzüne bakmaktan detayları hiç düşünmedim. Yüzü çok güzeldi.”
(…) Sizin göz hafızanız mı, kulak hafızanız mı güçlüdür Bedia Hanım?
—“Gördüğümü de, işittiğimi de unutmuyorum ama göz daha güçlü galiba. Tiyatro da oynadığım zaman kaçıncı sayfada olduğumu bilirdim, derdim ki üçüncü sayfanın başındayım.”
(…) O halde göz hafızanız daha güçlü. Atatürk’ü gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Biliyorsunuz, giyim kuşamda da öncülük yaptı, bunun detaylarına ulaşmak istiyoruz.
—“ Atatürk tiyatroyu ve sanatkârları o kadar çok severdi ki, hangi kentte olursa olsun onları görmek isterdi. Mesela buradaysa, her zaman telefon eder, oyundan sonra araba bizi almaya gelirdi. Biz de makyajlarımızı temizler, giyinir giderdik.”
(…) Nereye davet edildiniz?
—“ Dolambahçe Sarayı’na… Sabaha kadar oturduk. Beni çok severdi, isteğini kırmayıp sahneye çıktığım için. Ben de O’nu çok severdim.”
(…) Sarayda sadece sohbet mi ederdiniz, yoksa içki masası da kurulur muydu?
—“ Ben rakı içmem, daha doğrusu içkinin hiçbir türünü ve sigara içmem. Yalnız gece gezmeyi severim.”
(…) Saray’da eğlence olur muydu?
—“Atatürk piyes yazdı, oynadık. Hepimiz tuvaletlerimizi giydik, başlarımıza da şapka taktık. Atatürk kapı da karşıladı ve:
“Aaa, çocuklar çok teşekkür ederim,” dedi; “Saraya gelirken şapka giyilmez ama sizin bunu benim için yaptığınızı biliyorum, tekrar teşekkür ederim.”
Şapkaları içeri girince çıkardık tabii.”
(…) Vahit Bey’le ne kadar evli kaldınız?
—“Beş yıl, sonra Ferdi ile evlendim. Onunla 18 yıl evli kaldım, anlaşamıyorduk, ayrıldım.”
(…) Ama sahneden hiç ayrılmadınız…
—“ Ayrılmadım.”
(…) O yıllarda Türkiye’yi yurt dışında temsil ettiniz mi, hiç böyle bir şansınız oldu mu?
—“1931 olmalı, Yunanistan’da sahneye çıktım. Yunan – Türk dostluğu gibi bir tören vardı. İsmet Paşa katılmıştı, giderken bizi de yanında götürdü.”
(…) Hangi oyunu sahnelediniz?
—“Othello.”
(…) Türkçe mi oynadınız?
—“ Karışık, Pire’de Rumca da oynadım ama asıl yapmak istediğimiz onların Yunanca, benim de Türkçe oynamamdı. Klasik bir eser olduğu için buna uygundu. Her gün İsmet Paşa’yla beraberdik. Bir gün stadyuma götürdüler, maç vardı galiba. Önce İsmet Paşa girdi, alkışlandılar, sonra ben girdim, ayağa fırladılar. Yunanlılar tiyatroya çok önem verir. İsmet Paşa da dedi ki, “Vallahi iftihar ettim, artistimizi benden çok alkışladılar.” (Kaynak:Nebil ÖZGENTÜRK, (…) Gazi’nin Son Tanıkları Anlatıyor, “Daima Şık”, s.101…109)
Eksiklikler benim, fazlalıklar daha önce emek verenlerindir. Bir başka yazımda görüşmek üzere esen kalınız efendim.