Bugün 17 Haziran 2018 Pazar, “Babalar Günü”.
Peki, yıllardır kutladığımız Babalar Günü’nün hikâyesi nedir, nasıl ortaya çıkmıştır hiç düşündünüz mü? Anneler Günü kadar eski olmasa ve çok bilinmese de Babalar Günü’nün resmi olarak yüz yılı aşkın bir tarihi var. Üstelik iki ayrı hikâyeye sahip! Ortak noktaları ise eşlerinin ölümünün ardından yaşamlarını çocuklarına adayan ve hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak onları büyüten babalar olmaları.
Bazı araştırmacılar tarihi kesin olmamakla beraber Babalar Günü kutlamalarının Batı Virginia’da ortaya çıktığı konusunda hem fikir. Hikâye Batı Virginia’da yaşayan John Dowdy’nin annesinin ölümünün ardından babasının tüm hayatını çocuklarına adamasıyla başlıyor. Dowdy, annesi öldükten sonra onun yerini alan babası için böyle bir gün kutlanmasını istemiş ve yakın çevresini toplayarak düşüncesini anlatmış. Sivil toplum örgütlerinin sahip çıkması ile Haziran ayının üçüncü haftası Pazar günü “Babalar Günü”olarak kutlanmaya başlamış.
Bir diğer grup araştırmacıya göre ise Babalar Günü ilk olarak 1910’da Washington’da yaşayan John Bruce Dodd; 6’ncı çocuğunu doğururken yaşamını kaybeden annesinin ardından hayatını çocuklarına adayan babası William Smart’a özel bir gün armağan etmek istemiş. Babasının hem çiftlikte çalışıp, hem de 6 çocuğa bakmasının zorluklarını gören Dodd, Anneler günü kutlanırken, Babalar Günü’nün olmayışını haksızlık olarak görmüş ve hemen babasının doğum günü olan 5 Haziran’ın Babalar Günü ilan edilmesi için çalışmalara başlamış. Bu çalışma bir sonraki yıl 19 Mayıs’a kadar sürmüş.
Bu iki varsayımın dışında, bazı tarihçilere göre de, Babalar Günü kutlamaları Antik Roma’ya kadar uzanıyor. Resmi olarak bakarsak da, Babalar Günü ABD Başkanı Calvin Coolidge’in desteğiyle resmi olarak ilk 1924’de kutlanmış. 1966’da ise Başkan Lydon Johnson, her yıl Haziran ayının 3’ncü Pazar gününde Babalar Günü’nün kutlanacağını açıklayan bir bildiri yayınlamış ve bu kutlamalar günümüze kadar gelmiş.
Ülkemizde ise bütün dünyada uygulanan “Babalar Günü” nün kutlanması için 17 Haziran 1972’de “Türk Babalar Derneği” adlı bir dernek kurulmuştur. Türk ailesinin çatısını meydana getiren baba ve anneye karşı saygıyı, bağlılığı pekiştirmek ve gelecekteki Türk ailesine yardımcı olmak amacıyla kurulan derneğin Galip Diril (Ortaokul Öğretmeni), Hayri Acarkan (Kunduracı), Hasan Sayılgan (Şoför), Tahsin Öztin (Yazar), Adnan Turnagöl (Belediye Şube Müdürü) kurulu müteşebbis heyeti, ilk toplantısında bir tüzük hazırlamıştır. Heyet ilk olarak kamuoyuna;
“Haziran’ın 3’ncü Pazar’ı dünyada kutlanacak olan “Babalar Günü” dolayısıyla Bütün anneleri ve bütün Türk çocuklarını, babalarına saygı ve sevgilerini sunmaya, onların çocuklar için nasırlanan ellerini öpmeye” çağırmıştır.
Bu anlamlı gün vesilesiyle“Seç Haber”ailesi olarak başta Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile ebediyete intikal etmiş silah arkadaşlarını, vatanımızın birlik ve bütünlüğü, milletimizin huzur ve güvenliği için canlarını feda eden kahraman şehit ve fedakâr gazilerimiz ile yüreğimizde en saygın yeri ayırdığımız tüm babalarımızın anlamlı gününü kutluyoruz efendim.
Geçen yıl bu anlamlı günü “Babanız Atatürk” adlı makalemi sizlerle paylaşmıştım. (http://www.sechaber.com.tr/babaniz-ataturk/) Bu sene ise aynı heyecan ve coşku içerisinde, Emekli Albay, Kırşehir Milletvekili ve Şark İstiklal Mahkemesi üyesi Lütfü Müfit Özdeş’in oğlu Mithat Özdeş’in “Babamın Arkadaşı Atatürk” adlı anısını sizlerle paylaşacağım.
Mithat Özdeş kimdir:
Mithat Özdeş, daha sonradan Yüksek Denizcilik okulu adıyla devlete devredilecek Kapudan ve Çarkçı Mekteb-i Âlisi’nin kurucusu, eski Bahriye Zabiti Hamit Bey’in torunu ve Kırşehir Mebusu Emekli Piyade Albayı Lütfi Müfit Bey’in oğluydu. 17 Ocak 1911’de Heybeliada’da doğdu. Ortaokuldan sonra Bahriye Mektebi’nden (Deniz Harp Okulu) mezun oldu, ancak sağlığı nedeniyle Deniz Kuvvetlerinden ayrıldı.
Sırasıyla, Yüksek Ticaret Okulu’na, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne ve nihayet Marmara Üniversitesi’ne dönüştürülen Ticaret Mekteb-i Âlisi’ni ve Lozan Üniversitesi Bankacılık Enstitüsü’nü bitirdi. Uzun yıllar İş Bankası’nda ve Denizcilik Bankası’nda çalışan Özdeş, Pamukbank’ı ve Buğday Bankası’nı kurdu, İlk genel müdürlüklerini üstlendi. 1961’den, emekli olduğu 1976’ya kadar İstanbul Emniyet Sandığı Genel Müdürü olan Özdeş, bu dönemde sektöre birçok yenilik getirdi. Bunlar arasında “müşteri daima haklıdır” ve “gülümse” sloganlarıyla, müşteri memnuniyetini en öncelikli ilke halinde getirmesi vardı. Sovyetlerdeki ekonomik reformlardan esinlenerek kâr dağıtımı planıyla çalışan mutluluğu ön plana çıkarması ve Türkiye’de bankacılık sektöründe ilk bilgi işlem merkezinin kurulması, onun sektöre kattığı yenilikler arasındaydı. Bununla kalmadı, birçok makale kaleme aldı, endüstri finansmanı üzerine bir kitap yazdı.
Sivil toplum kuruluşlarında da faal olan Özdeş, 1932’deki kuruluşundan hayatının sonuna kadar Halkevlerinde çalıştı ve zaman zaman da yönetimde yer aldı.
1964’de kurulan Türk Donanma Vakfı’nın kurucuları listesinde onun da adı vardı. Çok sayıda vakıf ve hayır kuruluşlarının yanı sıra, çeşitli mezun ve meslek derneklerine de üye oldu. Çanakkale Şehitleri Abidesi’nin kurulmasında da katkıda bulunan. Mithat Özdeş, 11 Temmuz 1998’de yaşamını yitirdi.
Emekli Albay, Kırşehir Milletvekili ve Şark İstiklal Mahkemesi üyesi Lütfü Müfit Özdeş’in oğlu yazar Müfit Özdeş, babasını şöyle tanımlayacaktı:
-“Babam Mithat Özdeş, yaşamı boyunca her zaman emekten hayattan, ileriden, yenilikten ve soldan yana oldu. İleri yaşlarda bile düşüncelerini yenilemekten ve çağdaş olanı benimsemekten çekinmedi. Siyasi görüşünde ve özel hayatında her zaman demokrat olan ve insan sevgisi ile bağımsızlık tutkusu dışında her şeyi sorgulayabilen, değişimden korkmayan bir devrimciydi.”
—“Babanız Lütfi Müfit Özdeş, Mustafa Kemal’in en yakın, samimi arkadaşlarından biri. Hatta Cumhuriyet’e giden yolun başındaki üç kimseden biri de o. Milli Mücadele’nin ilk tohumlarının atıldığı Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin de kurucusu. O günlere dair sizin anılarınızda neler var?
-“O ilk adımın atıldığı geceyi babamdan dinledim. Şöyle özetleyebilirim; Bir gece Mustafa Kemal, Müfit ve Lütfi Bey’le birlikte, Tüccar Mustafa’nın evine gidiyor. Kapıyı elinde bir lambayla Tüccar Mustafa açıyor. “Buyurun,” diyor. Ev karanlık… Toplantı evin arka odasında oluyor. Lütfü Bey ya da tüccar, “İhtilal, inkılap yapmalı,” diyor. Müfit ayağa kalkıp bağırıyor, “Hemen yapmalıyız!” Bu kadar ciddiyet ve katiyet karşısında Fikri Bey, ”Ben çoluk çocuk sahibiyim. Size tabii olamam., benden bir şey istemeyin,” diye karşı çıkıyor. O dakikaya kadar sadece arkadaşlarını dinleyen Mustafa Kemal, Fikri Bey’e, “Siz buradan derhal gidiniz,” diyor, “Bizim bundan sonra konuşacaklarımızı dinlemeniz aciz değildir.” Böylece örgüt kuruluyor ve adı konuyor: “Vatan ve Hürriyet”. Dostlardan birinin daha işin başında toplantıyı bırakıp gittiği bu üç kişilik örgüt önemlidir; üzerinde ciddi bir şekilde düşünmek gerekir. Fakat daha önemli olan, sonunda başarıya ulaşmış bir devrimcinin attığı ilk adımlar olmasıdır. Nitekim bu öyküyü, devrimci çekirdeği olarak bizzat Mustafa Kemal yazmış, daha doğrusu Afet Hanım’a yazdırmıştır.”
—“Bu girişimin başarısız olma ihtimali de vardı, değil mi?
-“Hiç kuşkusuz başarılı bir devrimci olmasaydı, bu olay tarihteki binlerce devrimci gibi, üç kişinin rüyasının akıbetiyle bitecekti. İşin ilginç yanı, bu konuyu o zamanlar çok ciddiye almış olmasıdır. Ancak hür fikirlere sahip olan insanlar anılarına faydalı olabilirler ve onlar vatanlarını kurtarıp muhafaza etmek kudretine maliktirler.”
—“Babanız ve Mustafa Kemal sürgünde de beraberler. (Görsel: Beyrut, 15 Temmuz 1906)
-“Evet, Harbiye’den arkadaş iki adam da “tehlikeli” bulunup Şam’a sürülüyor. Abdülhamit ikisini de sarayda mahkeme etmiş ve sürgün cezası vermiş.”
—“O zaman Atatürk kurmay yüzbaşı mı?
-“Evet, orada Arap aşiretleriyle devamlı çatışıyor. Fakat boş durmuyor, Vatan ve Hürriyet’i de işte bu sırada kuruyor. Bu tartışmalı bir konudur ve karanlık bir noktası vardır.”
—“Peki, Atatürk sürgünde olduğu halde nasıl oldu da Selanik’te ortaya çıktı? Kaçıyor diye biliyoruz.
-“Nasıl kaçıyor? Hiç de kaçmıyor! Etraf Jurnalci dolu, nasıl kaçabilir ki? Şam’daki çok cılız ve cesaretli olmayan başlangıçtan sonra Mustafa Kemal, örgütü geliştirme çabasına başlıyor. Örneğin gizlice Selanik’e geçiyor, oradaki arkadaşlarıyla ilişki kurarak, gizli örgütün bir şubesini oluşturmaya çalışıyor. Yukarıda anlattığım konuşmayı yaptığı toplantı da, kuruyor da, Mustafa Kemal’in bu gizli devrimci örgüt işini çok ciddiye aldığını gösteren başka bir olay Selanik’e gelmek için kaçak ve gizli bir biçimde yola çıkmış olması. Selanik’te kalabilmek için gerekli izni çok zor alabilmesine karşın, örgüt uğruna bütün bunlara katlanması…”
—“Ama bu anlattıklarınız Selanik’e nasıl gittiğini açıklamıyor.
-“Bunun için biraz daha öncelere gitmeliyim.”
—“Babanızın çocukluğuna, gençliğine ilişkin bilginiz var mı?
-“Babamın neslinden akrabalarımızın ağız birliği içinde anlattıkları şöyle bir öykü var; Babam yedi yaşında hafız oluyor, on bir yaşındayken de o ve ablası, üvey yengeden dertlenip evi terk edip yola düşüyor. Köy köy, Kur’an okuya okuya İstanbul’a geliyorlar. Abisi onu Bahriye mektebine yerleştiriyor. Dedem, annemin babası Hamit Naci’de, Bahriye’de hoca. Neyse, iki sınıf arasında kavga çıkıyor, babam birilerini dövüyor, isyan çıkıyor sonunda ve babam okuldan ayrılıyor. Müfit Hoca lakaplı Mürşit Kurutluoğlu, babamın kardeş çocuğu, onun nüfus kâğıdını alıp Bursa’ya geçiyor. Tekke’ye misafir oluyor, cere çıkıyor. Yeniden askeri okul sınavlarına giriyor, kazanıyor… Yeniden Harbiye’ye geçiş yapıyor.”
—“Ben bunu anlayamadım, ayrıldığı okula nasıl dönüyor?
-“Yeğeninin nüfus kâğıdıyla Bursa’da giriyor ve kazanıyor. Yani başka bir isimle kayıt yaptırıyor.”
—“Dedeniz Hamit Naci, yine hocası mı oluyor?
-“Galiba. Dedem herkes tarafından sevilen bir adamdı. Abdülmecit’le dostluğu da şuna dayanıyor; Abdülmecit, Paşalimanı’nda, şimdi tütün deposu olan konakta oturuyor. Saraya çantayka gidip geliyor ama konağın önü sığ. Dedemden rıhtımın kullanılması için izin istiyor, çünkü dedemin konağının önü 12 metre derinliğinde. İzin veriliyor ve padişah oradan gidip gelmeye başlıyor, bu sayede de aralarında dostluk kuruluyor. Babam da işte bu konağa gidip geliyor, çünkü anneme ders veriyor. Babam çirkin, annem “Adaların prensesi” denecek kadar güzel bir kadın ama babam tatlı dilli, annemi kandırıyor, o da bütün taliplerine “Hayır” demeye başlıyor. Aile şüpheleniyor, büyük halam münasip bir şekilde gerçeği öğreniyor, sonunda babamla annem evlendiriliyor… Babam Şam’a sürgüne gönderildiğinde annem yataktan düşüyor, babam da sürekli oradan yanına çağırıyor. Dedem sonunda kızının ölüp gitmesinden korkup, Abdülmecit’ten damadı için sıla izni istiyor. Ama bu izni Mustafa Kemal kullanıyor ve Selanik’e gidiyor.”
—“Bu kadar büyük bir dostluk ve dava arkadaşlığı az bulunur, değil mi?
-“Bakın, Atatürk’le yakın arkadaş olmak için onun zekasına yakın bir zekaya sahip olmak gerekir, başka türlüsü mümkün değil. Atatürk, babamdan Serbest Fırka’ya katılmasını istiyor, babam kabul etmiyor. “Paşam ne sebeple olursa olsun, be senden ayrılamam,” diyordu. Sofrada bir yanında Afet Hanım otururdu, bir yanında babam. Babam haftada bir gece izinli olurdu, eve gelmek için.”
—“Kaç yaşında vefat etti babanız?
-“66.”
—“Çok erkenmiş…
-“Ama babam Atatürk’ten daha yaşlıydı.”
—“Atatürk’ün babanızın kimliğiyle Selanik’e geçtiğine ilişkin elinizde belge var mı?
-“Yok, ama annem bunu böyle anlatırdı. Sonra olay ortaya çıkınca babam Kırım’a, harbe sürülüyor. Babam Enver Paşa’yı sevmezdi ama “Namuslu adamdı,” derdi. Bunu babamdan naklen söylüyorum.”
—“Dönemin isimlerinden kimler sizin dikkatinizi çekti?
-“Ali Fuat Cebesoy. Çok tatlı, kaliteli bir adamdır.”
—“Şevket Süreyya, “Mustafa Kemal olmasaydı, o Atatürk olurdu,” der.
-“Hayır, öyle olsaydı eğer, Atatürk, Cebesoy’u büyük Nutuk’ta aşağılamazdı. O nerde, o nerede. Yalnız büyük bir avantajı vardı Cebesoy’un; babası sevilen ve sayılan Osmanlı Paşasıydı. Konakları vardı, çok lüks bir yaşam sürüyordu.”
—“Hareketteki isimler hep soylu, asil. Bir tek Atatürk var, asil olmayan.
-“Bir de benim babam.”
—“Siz Atatürk’ü ilk defa ne zaman gördünüz?
-“İlkinde lise üçteydim. Büyükada’da yat kulübünde bir balo vardı. Orada tanıştık.”
—“Üzerinde ne vardı, kıyafeti nasıldı?
-“O frak giymişti, bendeyse bahriye talebesi elbisesi vardı. Salonda yaverin dolandığını gördüm. “Müfit Bey’in oğlu nerede?” diye aranıyor. Küçük bir kız var, ben onun peşinde dolanıyordum. Neyse yakaladılar götürdüler, elini öptüm. Şöyle döndü baktı, “Yahu delikanlı,” dedi “Müfit Bey senden iki numara kısa.” Babam kısa boyluydu. Yani beni beğendi.”
—“İkinci kez nasıl karşılaştınız?
-“Yalova Terminali’nin açılışında karşılaştık. Orada çok önemli bir olay oldu. Ben gencim, bir tek kadın var, o da Sabiha Gökçen. 15 yaşında alandı ama gözüm tutmadı, çok sıskaydı. Neyse, ben İzzet Melih’in eşini dansa kaldırdım. Çok güzel bir kadındı. Nuri Conker ve Salih Bozok bir türlü rahat bırakmıyor, zorla dansa kaldırıyordu. O’da bana “Gel beni kurtar,” dedi. Dans ederken bana bakıp bakıp gülüyordu.”
—“Neden?
-“Babam okulu iyi dereceyle bitirmemi istediğini söylemişti. Bense biraz çapkındım, aynı zamanda İş Bankası’nda staj yapıyordum. Kızlardan uzaklaşıp ders çalışabilmenin yolunu kafamı kazıtmakta buldum. Fahrünnisa Hanım da işte bu kel kafama bakıp gülüyordu. Melih Bey de uzaktan bizi izliyordu.”
—“Siz o yıllarda Bahriye’de miydiniz?
-“Hayır, Bahriye’den ayrılıp Yüksek Ticaret Okulu’na girmiştim. Dört kısım vardı. Banka, sigorta, hariciye… Dördüncüsünün ismini şimdi hatırlayamadım. Ben dördüne de yazıldım, hepsini, hem de babamın istediği gibi dereceyle bitirdim.”
—“O gecenin önemli olayı bu dans mı?
-“Bu da önemli de, daha sonrası anlatmak istediğim. Danstan sonra Fahrünissa Hanım (Zeid) yine yalnız bırakmadım ama ne yapayım oyalanmak için? Bir kurşun kalemle kağıt çıkardım ve önce İzzet Melih’in karikatürünü yaptım. Başında geyik boynuzu var. O kadar büyük ki boynuzlar, bulutları delip geçiyor.”
—“Ne acımasızlık…
-“Evet. Ve iptidailik…”
—“Gençliğin acımasızlığı…
-“Neyse, tam karikatürü bitirmiştim ki, Salih Bozok yanımıza geldi. Şöyle bir baktı, elimden aldı gitti. O sırada da Atatürk bahçede oturuyordu, yanında da Fethi Bey vardı. Serbest Fırka’nın son kuruluş halini kararlaştırmışlardı. Bozok, karikatürü Atatürk’ün eline verdi. Ben başıma geleceği biliyordum, öbür salona kaçıp ortadan kayboldum. Fakat baloyu terk etmem mümkün değildi. Biraz sonra yaver beni aramaya çıktı, ben, yakalayıp götürdü. Şimdi salona geçmişlerdi. Atatürk oturmuştu, sol tarafında Afet Hanım, O’nun yanında da Fethi Bey vardı. Elini öptüm, oturdum. Nuri Conker Bey, kafayı çekmişti. Çok zeki bir adamdı, zekâsı bilgisinden değil, esprisinden gelirdi. Her saniye esprili bir laf ederdi. Neyse biz oturduk. Conker cart diye bir kâğıdı parçaladı. İki noluFaber kalem geldi elime, Atatürk “Benzet aynen” dedi.”
—“Ne giymişti?
-“Fraktı galiba.”
—“Ama Yalova fotoğraflarında hiç fraklı görmedik O’nu.”
-“Hayır, Yalova’da, baloda fraklıydı. Neyse, biz adamın karikatürünü yaptık.”
—“Hangi adamın?
-“Conker’in. Yaptım yırttı. “Başka yap,” dedi. Ben başım dönmüş yapıyorum, yırtıyor, sil baştan yapıyorum, yırtıyor, sil baştan çiziyorum. Böyle böyle, dokuz-on defa yaptım ama Conker’in hatlarını da epeyce becerdim, en sonunda “Bu sefer harika olmuş,” dedi.”
—“Conker beğendi mi karikatürünü?
-“Evet. Atatürk şöyle eğildi baktı gözlerimin içine, sanki şimşekler çaktı, öyle baktı. Bir el ensemden tuttu çekti, şak dedi, alnıma bir öpücük kondurdu. “Devam et,” dedi. Kalktık, babam koluma girdi, büfeye gittik, barmene viski dedik, ilk viskimdi. Bu arada sabah olmuş, ortalık aydınlanmıştı. Bana “Hadi sen eve git,” dedi, “Ben otelde kalacağım.”
—“Babanız o zaman hangi görevdeydi?
-“Encümenlerde çalışıyordu. Hiçbir zaman bakanlık kabul etmedi. Sağlığı müsait değildi. Bugünkü ölçülere göre müthiş bir adamdı.”
—“Sonra babanızla bu olayı konuştunuz mu?
-“O gün öğle yemeğinde, “Ben bu yaşananlardan bir şey anlamadım,” dedim. “Atatürk bana öyle bir baktı ki, zannettim beni eritecek. Arkasından da beni öptü, aferin dedi. Bu nedir?”. “Ha, bak oğlum,” dedi babm. “Sen önemli bir tarihi olaya kontı oldun. Bunu hiçbir zaman unutmayacaksın, tarihi bir olay sende yaşandı.” Bu anlattığım olayın tarihi 1931. Hitler ve Mussolini revaçtaydı. Recep Peker’de bunlara bayılıyordu. Asker, işin garibi bilgili bir adamdı.”
—“Almanya, İtalya’daki faşistlerde cahil değildi.
-“Hayır değiller, ama bunlar halkçı adamlardı.”
—“Çoğu diktatördü, halkçı değildi. Halkçı olmak otoriter olmaya engel değildi.
-“Başkalarına göre engeldi. Mesafe babama göre engeldi. Çünkü o uygar bir adamdı. Neyse, Recep Peker, Türkiye faşist bir örgütlenmeye tabi olsun istiyor, bunu etrafına da yayıyor. Bu Atatürk’ün de kulağına gidiyor. Atatürk’ün sofrası yobazların dediği gibi içki sofrası değil, içki onun oksijeni. Her gece orada bir mesele tartışırlardı ve davetlileri ona göre davet ederlerdi. Hep bir konu ele alınır, o konunun uzmanları da masa da olurdu. Bir akşam Atatürk, “Arkadaşlar bu akşam Recep Peker arkadaşımızın bir düşüncesi varmış, onu dinleyelim, buyurun,” diyor. Recep Peker kalkıyor, bilhassa İtalya’dan övgüyle söz ediyor, verimli hale geldi deyip tezini müdafaa ediyor. Biliyorsunuz, Atatürk çok dinleyip öyle konuşur. “Buyurun arkadaşlar, lehte aleyhte olanlar konuşsun,” diyor. Bir iki kişi konuşuyor ama zayıf konuşmalar bitince Atatürk elini kaldırıyor “Peker yoksa sen devlet içinde devlet mi kurmak istiyorsun?” diyor. “Arkadaşlar toplantı bitmiştir.” Peker’in önerilerine Atatürk’ün çok kızdığını, Hasanzade Soyak Bey de anılarında anlatır. Yazdıklarından Peker’in yanı sıra İsmet Paşa’yı da pek sevmediği anlaşılıyor. Soyak bunları uzun uzun anlatıyor. Hatta İsmet Paşa bunları okumuş, hiçbir şey yapmadan, Atatürk’e yollamış. Atatürk sormuş; “İsmet Paşa bunları gördü mü?” demiş. “Evet, gördü,” demişler. “Peki, ne dedi?” diye sormuş bu kez. “Hiçbir şey demedi,” demişler. Yani Atatürk beğenseymiş, İsmet Paşa’dan yana tavır alacakmış, çok açık söylemiyor ama bence olabilir.”
—“Babanızla İsmet Paşa’nın arası nasılmış?
-“Hiçbir şey yok. Yalnız bir şey var, İsmet Paşa’yla Atatürk’ün arasındaki soğukluk ya da onun görevinden ayrılışı sırasında, babam Atatürk’ün yanındaydı.”
—“Zaten Şükrü Saraçoğlu hariç, İsmet Paşa’nın yanında kimse yok.
-“Evet.”
—“Daha enteresanı, İnönü’yü İnönü yapanlar, Atatürk’ün yanında saf tutanlar, aynı adamlar.
-“Bakın İnönü’nün Reisicumhur seçildiği aşamada ben meclisteydim.
—“Öyle mi?
-“Evet, o sırada Ankara’da, İş Bankası’nda çalışıyordum. Babam geldi, tarihi bir olaya şahit olacaksın diyerek beni bankadan aldı. Meclis’e götürdü. Basının olduğu yere oturdum. İnönü geldi, Meclis’e teşekkür etti. Tam detaylı değil, ama o heyecanlı sahneyi yaşadım.”
—“Yanlış anlamayın, ben çok severim İsmet Paşa’yı…
-“Benim de bir şey söylemeye dilim varmıyor. Çünkü sora onun kadar büyük ikinci bir adam gelmedi.”(Kaynak: Nebil Özgentürk, “Gazinin Son Tanıkları Anlatıyor… Daima Şık” s:211-219)