Carl Gustav Jung… “Analitik Psikoloji”nin kurucusu, “Derinlik Psikolojisi”nin kurucularından olan, teolojiyi, etnografiyi, güzel sanatları da etkileyen, kolektif bilinçaltı, içedönük, dışadönük, gölge, kompleks, arketip, anima ve animus gibi kavramları psikolojiye kazandırmış İsviçreli bir psikiyatrdır. Kendisi hakkında pek çok şey söylenebilir ve yazılabilir elbette. Fakat ben, bugünlerde ilgilendiğim bir konudaki etkisinden bahsetmek istiyorum.
Jung’u ilk okumaya başladığım yıllarda, üniversite sınav tercihlerini sadece psikoloji, felsefe ve sosyoloji üzerine yapmış birisiydim. Dürüst olmak gerekirse, o yaşımın algısıyla çok da anlamadığım bir derya denizdi Jung. Yıllar sonra, yine sayfaları açıp okumaya başladığımda, Freud ile anlaşmazlıklarına denk gelmiştim. Arkadaşım Freud’un bir karışlık kitabını sular seller gibi okumuş ve ben de altta kalmamak için, “ver, bi de ben okuyayım” demiştim. Tanrım.. Bitmeyen satırlar, bitmeyen bir kitap.. Ha bugün aklında ne kaldı o kitaptan derseniz, hiçbir şey.. Çünkü ben, o dönem o kitaba yetecek algıda değildim. Dürüstçe kabul ediyorum bunu. Bir daha da okumadım zaten Freud’u.. Neden bilmem 🙂
Fakat benim aklım Jung’ta kalmıştı. Farklı gelmişti bana. Daha ben gibiydi.. Jung tüm bilimsel, teknik uslüpların dışına taşarak 2 farklı esere imza atmıştı. 2 günlüktü bunlar temelinde. Kara Kitap ve Kırmızı Kitap…
Kırmızı Kitap’ın önsözünde şöyle der ;
“1913 senesi Jung’un yaşamında bir dönüm noktası olmuştu. “Bilinç dışıyla yüzleşmesi” olarak bilinen kendi üzerinde bir çeşit deney sürecine girdi ve bu deney 1930’a kadar sürdü. Bu deney sırasında “ içsel süreçlerinin dibine kadar gitmek” , “duygularını imgelere dönüştürmek” ve “yeraltında sürüklenen fantezileri yakalamak” için bir teknik geliştirdi. Bu fantezileri ilk olarak Kara Kitap’ına kaydetti. Bu metinleri gözden geçirdi, düşüncelerini ekledi ve Liber Novus adını verdiği kırmızı ciltli bir kitaba kaligrafık yazıyla geçirdi, kitapta kendi yaptığı resimlere de yer verdi. Daha sonra bu kitap Kırmızı Kitap olarak tanındı.”
Jung, Kırmızı Kitap’la ilgili çalışmalarına Freud ile olan bağını kopardıktan bir süre sonra başladı. Bazı kaynaklar bu sürecin bir depresyon süreci olduğunu söyler. Aslında bunu Jung da dolaylı olarak kabul eder. Bir gün derin bir düşünce hâlindeyken, kendini bir kağıda karışık çizimler yaparken fark eder. Daha sonra bu çizimlerin devamı gelir ve çizim aşamasında rahatladığını, her çizdiği yeni desende, bilinçaltına dair işaretler aldığını görür. Kendisini “tedavi eden” bu çizimler bugün hepimizin bildiği, yaptığı mandala çizimlerinden başka bir şey değildir. Mandala’yı bu süreçte geliştiren, kendinden sonra hastalarında da uygulayan Jung, bu sayede ve elbette derin rüya, vizyon katkısıyla da “Aktif imgeleme metodu”nu geliştirmiştir. Bir bilim insanının, rüyalar, vizyonlar ilhâmıyla kendine, mesleğine katkı sunması, bazılarınıza ilginç gelebilir. Ama gelmesin. Hoş, bugün değil, o gün de, Jung’un bu duygu ve düşünceleri, kimilerince “Jung bilgeliğine zarar verebilir mi” diye düşünüldüğü için Kırmızı Kitap, ölümünden 50 yıl kadar sonra basılabilmiştir.
Michael Harner, Mağara ve Kosmos isimli Şamanizm’den bahsettiği kitabında Jung’a da yer vermiştir. Şöyle ki ; Şamanlara, dönemin bilim insanlarınca “deli” gözüyle bakıldığı, şamanik ritüellerin nevrotik belirtiler olarak değerlendirildiğini söylemektedir. Kendisi de bir antropolog olan Harner, kitabında şöyle demektedir ; “Bu bilim insanları, yeterli katılımcı gözlemde bulunmaksızın şamanlar ve şamanizmi, şu anda moda olan teorik sınıflandırmaya tabi tutmaktan sorumluydu. Şamanizm alanında yirminci yüzyılın ikinci yarısından önce hiçbir antropolog fiilen katılımcı gözlemde bulunmamıştı. Dolayısıyla “katılımcı gözlem”, antropolojide, yerel davranış ve uygulamanın doğru anlaşılmasına yönelik gerekli bir saha yöntemi olarak gerçekten değil, göstermelik bir şekilde desteklenmiştir.”
Harner, Jung’un Şamanizm hakkındaki düşüncelerini bildiğinden olsa gerek {ve elbette Kırmızı Kitap’ta okuduklarından} kendisinden şöyle bahseder; “Kendi terimleriyle, Aşağı Dünya’ya “yolculuklar” yapan ve İlyas {Elijah} tarafından orada ruhların gerçekliğine dair eğitilen Carl Jung, bu görüşten ve Freud’tan ayrılmaktadır. İIyas ona “Biz sembol değil gerçeğiz. Bize sembol diyebilirsin… Ancak, siz insanlar gibi gerçeğiz. Bize sembol diyerek hiçbir şeyi çürütemez ve çözemezsin. Kesinlikle, sizin gerçek dediğiniz şeyiz.”
Jung Kırmızı Kitap’ta büyük, derin bir arayıştadır. Sürekli ruhuyla, yaratıcıyla konuşur. Çoğunlukla dertleşir, sorular sorar. Kimi zaman azar işitir. Bir sayfada şöyle yazmaktadır ; “Katısın ruhum ama haklısın. Kendimizi yaşamaya hâlâ ne kadar az veriyoruz. Biz de yasasını bilmeyen bir ağaç gibi büyümeliyiz. Ereğin yaşamın kısıtlanması, evet, dışlanması olduğu gerçeğini görmeden kendimizi ereklerle bağlıyoruz. Karanlığı bir erekle aydınlatabileceğimizi düşünüyoruz ve böylece ışığı geçmeyi hedefliyoruz. Işığın bize nereden geleceğini önceden bilmeyi isteyerek haddimizi nasıl aşıyoruz? Söylediğin her şeyin, ey ruhum, aynı zamanda benim düşüncem olduğunu biliyorum.”
Bu notları günlüğüne düşerken bile, ileride kendisine bir çeşit deli denebileceğini sezen Jung, akıllı bir sınırda ilerlemiş görünmektedir. Zaman zaman “Nevrotik misin? Nevrotik miyiz?” diye sormakta ve fakat ruhun derinliklerine dalmaktan korkmamaktadır. Aksine, “Buna kuşku yok: Ruhun dünyasına girersen, deliye benzersin ve hekim senin hasta olduğunu düşünür. Burada söylediğim hastalık gibi görünebilir ama kimse onu benden daha fazla hastalık gibi göremez. İşte deliliği böyle aştım. Tanrısal deliliğin ne olduğunu bilmiyorsan yargını ertele ve meyveleri bekle” der.
Kırmızı Kitap 16 yıllık bir çalışmanın ürünüdür. Jung bu kitap için, “Yüzeysel bakanlar kitabı delilik olarak görecektir. Özgün deneyimlerin ezici gücünü özümseyemeseydim, gerçekten de öyle olacaktı.” demiştir. Kitabın kapağında yazan açıklama yeterince açıktır ; “Psikoloji Tarihinin en Çok Merak Edilen Yayımlanmamış Eseri: C.G. Jung’un 1914 ile 1930 yılları arasında üzerinde çalıştığı mahrem notlar.”
Jung’a göre şaman bir arketiptir ; insan psişesinin bir parçasıdır. Şamanlığı analitik psikolojinin bir parçası olarak görmektedir. Buna göre, “psikanalistin görevi, bütünlüğünü yitiren kişilerin bunu yeniden kazanmalarına yardımcı olmak ve psişeyi güçlendirerek böyle bir dağılmanın gelecekte yeniden yaşanmasına karşı önlem almaktır.”. Şamanların da yaptığı tam olarak budur aslında. Günümüzde turizm amaçlı uygulamalara zaman zaman katılsak, keyif alsak da, asıl şamanlık, özellikle Sibirya Türk Şamanlığı, temelinde ruhu şifalandırmaktır. Şamanlar ruhu cinsiyetsiz olarak değerlendirir. Hem dişil, hem eril enerji olarak görürler. Analitik psikolojide de, Anima {erkeğin içindeki kadın imgesi}, Animus {kadının içindeki erkek imgesi} bulunmaktadır. Tıpkı bir Yin Yang gibi.. Hem şamanlıkta, hem de Jung psikolojisinde bu, içte ve dışta bütünlüğü ve birliği temsil eder.
En başa dönersek, Jung Şamanizme eleştiri getirmemiş ve hatta ondan beslenmiştir diyebiliriz. Bir çizimde Hayat Ağacı’nı mandalanın tam ortasına koymuş ve kişisel cosmosunu oluşturmuştur.
Kitapta yazan açıklama aynen böyledir. “Hayat Ağacı” olarak bahseder. Kendisini de tedavi ettiği mandala çizimleri, onun zamanından binlerce yıl evvel mağara duvarlarında, kadim öğretmenler şamanlar tarafından çizilmişti. Bugün var olan tüm gerçekliğin, birer arketipi olduğunu unutmamalıyız. Bu bir döngü. İnsanlık ilerleyemedikçe, kendini tekrara düşüyor. Ben inanıyorum ki, şu yüzyıl pek çok kavrayışa gebe..
Daha söylenecek, yazılacak cümle var esasen fakat uzun yazılar, uzun cümlelerden çok; artık, yaratıcı, ruhu şifalandıran eylemlere geçmek gerek. Önümüzdeki günlerde yapacağımız bir mandala çalışması için şimdiden haber vermiş olayım. Kağıt kalem kullanmadan gerçekleştireceğimiz bir çalışma olacak bu. Tıpkı kadim şamanlar gibi, tıpkı Jung gibi, bizler de ruhlarımızı şifalandırıp, biraz daha derin nefes almasını sağlayacağız.
Şimdiden şifa olsun
Sevgiyle..