Göklere ulaşma yarışı, tarih boyunca milletler ailesi arasında bir üstünlük göstergesi olmuştur daima. Babil kulesini inşa etmekle, Uluslararası Uzay İstasyonunu inşa etmek arasında, teknolojik olarak dünyalar kadar fark olsa da ideolojik olarak hiçbir fark yoktur: İnsanoğlunun Tanrı katına ulaşma isteğidir temelindeki dürtü. Göklere tırmanmak! Toplumda “Bizler Tanrı’nın seçkin kullarıyız” algısını oluşturmak, hatta daha da fazlası, Tanrı’nın yaptıklarını yapabilmek.
Soğuk savaş yıllarında iki kutuplu dünya, iki süper gücün uzay başarılarını elde etme yarışına tanık oldu. 1950’lerin sonlarından itibaren bu yarışın önemli başarılarını Sovyet Rusya’nın elde ettiğini kabul etmek gerekir. 1957’den itibaren ilk insan yapımı uydu, ilk yörünge uçuşları, uzaya gönderilen ilk hayvan, ilk insan ve ilk uzay yürüyüşü başarıları hep Sovyet Rusya’nın hanesine yazılmıştı. Sovyet Rusya’nın bu başarıları karşısında dönemin ABD başkanı Kennedy, uzay yarışında komünist rakiplerinin çok gerisinde kalmakla suçlanıyordu. İtibarı sarsılan ve uzaydan gelebilecek nükleer bir tehdide açık olduklarını düşünen süper güç Amerika’nın ciddi bir hamle yaparak uzay yarışında öne geçmeye şiddetle ihtiyacı vardı.
1960’ların başından itibaren başkan Kennedy, Amerikan halkına, on yıl içinde Ay’a insan göndermeyi ve geri getirmeyi, ulaşılması çok zor fakat başarmak zorunda oldukları bir hedef olarak anlatıyordu. Apollo görevlerinin hemen öncesinde Sovyet Rusya’nın insansız uzay araçlarıyla Ay’dan taş örneği getirebilmesi ise çıtayı oldukça yükseltmişti. Amerikan imparatorluğunun güçlü imajını korumanın artık tek bir yolu kalmıştı: Ay’a insan indirmek ve geri getirmek. Başarısızlık ise bir seçenek dahi olamazdı.
Apollo görevleri öncesinde her iki süper gücün de yürüttükleri Mercury, Gemini, Soyuz gibi insanlı uzay programlarının hepsi, Dünyamızı, Güneş rüzgarları ve kozmik radyasyondan koruyan, Van Allen radyasyon kuşaklarının çok çok altında, “Aşağı Dünya Yörüngesi” diye tercüme edebileceğimiz birkaç yüz kilometrelik irtifalarda gerçekleşmişti. Bu irtifalarda bile görev yapan astronot ve kozmonotlar, maruz kaldıkları yüksek enerji yüklü parçacık bombardımanı sebebiyle, gözleri kapalıyken bile, göz retinalarına düşen yüklü parçacıkları, gözlerinin içinde çakan şimşekler, kayan yıldızlar gibi görmekteydi. Apollo programları ise, o yıllarda henüz yeni keşfedilmiş olan Van Allen radyasyon kuşaklarından, üç insanı sağ salim geçirmeyi gerektiriyordu. Gidişte ve dönüşte olmak üzere iki kere. Günümüzün NASA mühendisleri bile, Mars’a önümüzdeki yıllarda yapılacak insanlı bir uçuşun önündeki aşılması gereken en büyük zorluğun, öldürücü olduğu artık kesinlikle kabul edilen bu radyasyon kuşaklarını güvenli bir şekilde geçmenin yollarını bulmak olduğunu ve yakın bir zamanda bu sorunu çözebileceklerini umduklarını söylüyorlar. Aynı zamanda da bu çözümü 1969’da bulduklarını iddia etmeye devam ediyorlar.
Ay’a yapıldığı iddia edilen ilk insanlı uçuş ve Ay yüzeyine iniş görevi olan Apollo 11 görevinin, ABD hükumeti ve NASA’nın düzenlediği bir düzmece olduğuyla ilgili bulabildiğim ilk yayınlar 70’li yıllara ait.
Apollo 11 görevi kapsamında NASA için çalışan yüklenici firmalardan Rocketdyne şirketinde teknik yayınlar şefi olarak çalışmış olan Bill Kaysing 1975 yılında yayınladığı geniş çaplı bir makalede, NASA yayınlarındaki bazı tutarsızlıkları dile getiren ve Apollo 11 uçuşunun bir düzmece olduğunu iddia eden ilk araştırmacılardan olmuş. Kaysing makalesinde öncelikle Ay’da çekildiği iddia edilen fotoğraflarda, tek ışık kaynağının Güneş olduğunu, ekibin Ay’a herhangi bir aydınlatma ekipmanı götürmediğine değiniyor ve bazı fotoğraflarda gölgede kalması gereken ayrıntıların ilginç bir şekilde aydınlık olduğunu ve bunun da bu fotoğrafların yapay aydınlatma kullanılan bir ortamda çekildiklerinin kanıtı olduğunu öne sürüyor. Bazı fotoğraflardaki gölgelerin ise birden fazla ışık kaynağı kullanıldığına işaret ettiğini söylüyor. Ay yüzeyinden yansıyan ışığın aydınlatması ihtimali konusunda Kaysing yanılıyor olabilir, fakat bazı fotoğraflarda gerçekten iki ışık kaynağına işaret eden gölgeler görüyoruz.
Bir örnek verelim:
https://www.nasa.gov/image-feature/lunar-module-at-tranquility-base
Yukarıdaki fotoğraf NASA’nın resmi internet sitesinden alınmış orijinal bir Apollo 11 fotoğrafıdır. Fotoğrafı çeken astronotun gölgesi ile fotoğrafın sağ orta kısmındaki taşların gölgesi birbirinden farklı yönleri işaret ediyor. Ayrıca astronotun gölgesinin hemen üst kısmının, fotoğrafın geri kalanından daha aydınlık çıkması, fotoğrafçılıkta “hot spot” denilen, yani yakın bir ışık kaynağının, aydınlatılan yüzeye en yakın olduğu konumun parlaması durumuna benziyor. Astronotun gölgesi, Güneş’in astronotun tam arkasında olduğunu düşündürüyor fakat taşların gölgesi sağ tarafta ikinci bir ışık kaynağı varmış hissi uyandırıyor. Sağ alttaki çubuk şeklindeki gölge ise sizi aldatmasın, gölgenin kaynağı olan cismi görmediğimiz için dik duran çubuk benzeri bir cisim mi yoksa eğik duran bir şey mi bilmiyoruz. Ama taşları ve gölgelerini görüyoruz.
https://www.nasa.gov/apollo11-gallery
Bu fotoğraf da çok ünlü bir NASA fotoğrafıdır. Resimdeki astronotun göğsünde taşıdığı ekipmanın gölgelerinin çok belirgin hatlar ile sağ kolunun üzerine düşmesi, fotoğrafçının sağında, yerden bir miktar yüksekte ikinci bir yapay ışık kaynağı olduğunu göstermektedir. Astronotun isminin yazılı olduğu kutu ile ona bağlı boruların gölgeleri vs dikkate alındığında, bu ışık kaynağının yer seviyesinde olmadığı, fotoğrafçının yanında bulunduğunu kabul edersek yerden yaklaşık 100-120 cm yukarıda olduğu anlaşılmaktadır ki stüdyo aydınlatmaları için tercih edilen bir yüksekliktir. Apollo 11 fotoğraflarını inceleyen fizikçi ve görüntüleme uzmanı Dr. David Grooves, bu fotoğrafın aydınlatma, kamera yüksekliği ve görüntüleme açısı gibi konularda oldukça sıkıntılı olduğunu ifade ediyor. Apollo 11 astronotlarının kameralarının göğüslerine sabitlendiği düşünüldüğünde, bu fotoğrafı çeken astronotun bulunması gereken yükseklik ve eğilmesi gereken açı hesaplanabiliyor ve fotoğrafı çekilen astronotun vizöründeki yansıma ile uyuşmadığını söylüyor Dr. Grooves. Yani vizördeki görüntünün fotoğrafa sonradan eklenmiş olduğunu düşünüyor. Bu fotoğrafla ilgili bir başka gariplik ise astronotun önündeki ve arkasındaki ufuk çizgilerinin oldukça yakın görünmesi. Astronotun kaskından yansıyan görüntüde de, arkasında gördüğümüz görüntüde de görebildiğimiz en uzak noktalar gayet “yakın” görünüyor.
Kaysing’in makalesinin önemli faydalarından birisi, NASA’nın hiç yayınlamadığı bazı fotoğrafları yayınlaması ve kamuoyu tarafından pek de bilinmeyen iniş testlerinden bahsetmesi ve bu test sahalarının gerçekçi görünmesi için niçin bu kadar emek harcandığını sorgulamasıdır. Apollo astronotlarının kumar alışkanlıkları veya civar casinolardan kiralanan kurpiyer hanımlar gibi konulara değinmesini ise açıkçası yakışıksız buldum. Bizi ilgilendiren konular değildir bunlar. Fakat şu maket yapımlarındaki imtina veya inişin ön canlandırmasının filme alınmasını bu derece detaylı yapmak için harcanan gayret…. Gerçek inişin yapılıp yapılmadığını sorgulatacak cinsten.
Bu fotoğrafları gördükten sonra iki mantıklı seçeneğim kalıyor: Ya Wernher von Braun takım elbise ile Ay’da yürümektedir ya da NASA pek de dillendirmek istemediği, oldukça gerçekçi bir takım “ön canlandırmalar” yapmıştır. Peki bu, çoğumuzun haberdar olmadığı “ön canlandırma” videoları ile gerçek Ay görevi videolarının ayrımını kim yapmaktadır? NASA.
Açıkça söylemek gerekir ki Bill Kaysing’in kitabındaki iddialarının bir kısmı yanlıştır. Fakat arkasından gelecek olan araştırmacılara bir yol açtığı için önemlidir.
Kaysing’in iddialarının benzerlerini dile getiren bir başka araştırmacı Ralph Rene dir. Yayınladığı kitapta Rene, daha çok iniş modülünün teknik problemlerine odaklanmayı tercih etmiş görünüyor. Ay yüzeyi iki hafta gündüz, iki hafta gece yaşar. Güneş, Dünya’da gördüğümüze kıyasla çok daha yavaş yükselir ve batar. Ay yüzeyinde gece – gündüz arası sıcaklık farkının 500 dereceyi bulması, astronotların yüzeyde geçirdikleri 24 saat boyunca Güneş ışığına maruz kalmaları, sürekli olarak ısınan yüzey modülünün ısı vererek serinlemesine yarayacak bir atmosfer olmaması, astronotların zaman zaman içinde kaldıkları, uyudukları, dinlendikleri yüzey modülünün bir fırın gibi sıcak olmasını gerektirir. Fakat astronotların ifadeleri tam tersi yöndedir. Yüzey modülünün uyumak için “fazla soğuk” olduğunu söylüyor Apollo 11 astronotları. Ay’da atmosfer olmadığı için soğutma sistemi dışarıya ısı veremeyecektir. Bu sebeple yüzey modülünün nasıl serinletilebildiği sorusu cevap bekliyor. Ayrıca yüzey modülünün, astronotları yüzey radyasyonu ve Güneş radyasyonundan koruyabilecek yeterli bir donanıma sahip olmaması da açıklama bekleyen konulardan.
Aslında bu ve benzeri iddiaları mantıklı bir şekilde açıklayacak açıklamalar daima bulunabilir fakat benim açımdan uzun zamandır yaptığım araştırmanın seyrini değiştiren ve ibrenin yönünü komplo teorilerinin lehine çeviren olay, günümüze daha yakın araştırmacılardan Bart Sibrel’ın yayınladığı, şimdiye kadar görülmemiş video çekimlerini izlemek oldu. Sibrel’ın “A Funny Thing Happened on the Way to the Moon” isimli belgesel çalışmasında Apollo 11 astronotlarının gerçekte bulunmadıkları bir uzaklıktaymış gibi bir video çekebilmek için kabinin yuvarlak pencerelerini nasıl kullandıklarını, telsiz konuşmalarında mesafeden dolayı geçmesi gereken 4 saniyeyi simüle ettiklerini ve konuşmak için “Talk” diye bir komut beklediklerini, kabin içinde çekim yapmak için zamanın teknolojisine göre iyi sayılabilecek yüksek çözünürlüklü ve renkli bir kameraları olmasına rağmen “Ay yüzeyi” çekimleri için siyah-beyaz ve düşük çözünürlüklü bir kamera kullanmayı tercih ettiklerini izliyoruz. Sibrel, gölgeleri tartışmalı fotoğraflara yenilerini ekliyor, daha da fazlasını yapıyor, bize “Bu adamlar ne yapıyor“ dedirtecek türden orijinal videolar sunuyor..
Yukarıdaki resimlerde mantık ile açıklanamayan gölge uzanımlarının bir örneğini ve nesnelerin ardında kaybolan kamera retikülü örneklerinden birini görüyoruz. Peki üçüncü resimde ne görüyoruz? Ay yolunu yarılamış bir uzay aracından Dünyamızı mı, yoksa birkaç yüz km irtifada dolanan, içi özenle karartılmış bir kabinin yuvarlak penceresini mi? Malesef cevap ikincisi.
NASA’dan çok Nasacı olan bazı akademisyenlerimiz, Ay’dan getirildiği iddia edilen yaklaşık 400 kg “Ay taşını” veya Ay yüzeyine yerleştirilen aynalardan yansıtıldığı iddia edilen lazer ışını deneylerini kanıt olarak sunacaklardır fakat 70’li yıllarda bizzat Apollo 11 astronotları tarafından Hollanda başbakanına hediye edilen taş örneğinin, Amsterdam Üniversitesi’nin yaptığı incelemede “fosilleşmiş odun” olduğunun rapor edildiğini de duymuşlar mıdır?
Bu rapordan sonra iki seçeneğim kalıyor: Ya NASA’nın tüm dünyaya asla yalan söylemeyeceğine güvenerek bir zamanlar Ay’da ağaçlar yaşadığına inanmalıyım ya da daha basit bir şeye inanmalıyım, yani o taşın Dünya’ya ait olduğuna. NASA’dan çok Nasacı olanlar, Dünya’ya ait bir taşın hangi doğal süreçler sonucunda Ay’a ulaşmış olabileceği üzerine kafa yormaya başlamışlardır bile…
1969’da insanoğlunun Ay’a ayak bastığına inandırılmış bir astronomun, birkaç yüz km irtifada dolandırılırken “size 135 bin mil uzaklıktan sesleniyorum” diyen astronotların videosunu izlediğinde yaşadığı duygusal yıkımı tahmin edebiliyor musunuz? Neyse ki ben doğru bildiği yanlışları savunmak için mantığının sesini ve bilimin yol göstericiliğini terk edecek birisi değilim. Doğru bildiğim doğruları konuşmak için hiç kimseden “Talk” diye bir komut da beklemeyeceğim.
Artık akademisyenlerimizin de “NASA Ay’a insan göndermemiş olabilir” demeye başlaması, en azından bu fikri savunanları biraz daha ciddiyetle dinlemeleri gerekir. Siyasi konjonktür de bunu gerektirmektedir.
KAYNAKÇA