Sevgili Göktürk Ra Mu kardeşimin önerisi sonrası Çağla Pelin Üstün Hanımefendiyle tanışıp SEÇ HABER’de fırsat buldukça yazacağım için mutluyum.
Gergin ve zorlu günlerden geçerken olaylara biraz mizah penceresinden bakmak kısa süreli de olsa rahatlatacaktır bizleri diye düşünüyorum. Tamam, itiraf ediyorum; bilinçaltımın derinliklerinde hep mizah öyküleri yazmak yatıyordu …
NOT: Her ne kadar yazdığım öyküyü birinci tekil şahıs üzerinden anlatmış olsam da bu karakterin benimle ilgisi yoktur… Bu açıklamayı yazdığım her kitapta bazı sevgili okurlarımın “O karakter sizsiniz, hemen anlamıştım,” mesajlarının bende yarattığı travmatik korku nedeniyle yapmak zorunda kalıyorum …
***
Sevgiyle kal ANDROID SEVGİLİM
Soğuk bir geceye daha “Merhaba,” demişti Ankara, hafiften kar da serpiştiriyordu. Botlarım, buz pistini andıran kaldırım taşlarının üzerinde tutunmak için olağanüstü bir çaba harcarken, beynim, sanki botlarımın içindeki ayaklar başkasına aitmiş gibi farklı düşüncelerin içinde dans ediyordu. Ne az sonra düşecek olmam, ne de bir uzvumun kırılacak olması umurunda bile değildi. “Ne kadar nankör bir organsın,” diye mırıldandım. Yanımdan geçen yaşlı adam durmuştu:
“Bana mı dedin?”
“Hayır.”
“Ama az önce duydum. Galiba ‘nankör’ gibi bir şey söyledin.”
“Ha o mu… Evet, ‘nankör,” dedim.
“Bak ağzınla itiraf ediyorsun.”
Komik bir yanıttı, insan başka neresiyle itiraf edebilirdi ki? Gülmeye başladım. Yaşlı adam için son aşamaydı, “Yürü git işine deli, bu havada ne içtiysen artık!” diye söylendi. Çok kızdığı belli oluyordu. Titrek adımlarla uzaklaşırken, düşündüm; bana hakaret etmişti… Ee niye tepki veremiyor ve halâ gülmeye devam ediyordum? İçimdeki deli, gerçekten ortaya mı çıkmıştı yoksa? İşin doğrusu gece güzel başlamıştı. Böyle sıra dışı olaylar keyif verirdi bana…
Ben kim miyim? Yazmaya çalışırken bazen izlediği yaşamların tam ortasında kendini bulan bir adamım. O yaşlı adamın söylediği gibi, galiba biraz ….’ım… Biliyordum bu gece çok faklı geçecekti. Maltepe’deki her zaman uğradığım kafeye değil, bilmediğim başka bir yere gitmeyi kafama koymuştum. Dedim ya, geceyi kendime ayırmıştım. Akşam için yemek ve tiyatro sözü verdiğim eşime bile hiç sıkılmadan yalan söylemiştim.
“Hayatım yayın evinde çok önemli bir toplantı var, bırakıp gelemem, Bu geceki programı iptal edelim mi?”
“Ah canım benim, seni nasıl da yoruyorlar. Eve geldiğinde sıcak çorba yaparım sana.”
“Sağ ol ama toplantının ne zaman biteceği belli değil. Benim yüzümden uykusuz kalma. Sen uyu ben yemek işini dışarıda hallederim”
“Peki, kendine iyi bak..”
Bu diyalogda bir gariplik vardı: “Sana sıcak çorba yaparım.”… Soğuk çorba da mı vardı?… Neden kendime soru sorup, yanıtını veriyordum ki?… En kısa sürede tekrar psikoloğumu ziyarete gitmeliydim. Tamam, eşime yalan söylemiş olabilirdim, hem de hiç vicdan azabı çekmeden… Neden vicdan azabı çekmeliydim ki; ihanet etmiyordum sonuçta. Beyaz, bembeyaz bir yalandı bu. Az daha unutuyordum; alkolle aram hiç yoktur. Genelde gittiğim kafelerde portakal suyu içip geceyi geçiririm. “O halde neden oralara takılıyorsun?” diye sorduğunuzu duyar gibi oldum. Yanıtını az önce verdim ya; ben izleyiciyim… Alkolün gevşettiği ya da gerdiği, müziğin etkisiyle gizli kalmış veya bastırılmış duyguların sergilendiği yerlerdir barlar
“Gittikçe anneme benziyorum Afitap.”
Salaş barın hoparlörlerinden yayılan bu şarkıya bayılıyordum. Sanki bana özel olarak çalıyorlardı Sıla’nın parçasını. Yıllar öncesinden bilinç altıma saklanmış bir anı veya başka zamana ait farklı yaşamlardan gelen bir mesaj saklıydı sanki bu parçada.
“Merhaba bana bir kadeh beyaz şarap ısmarlar mısın?”
Düşüncelerimden sıyrılmak birkaç saniyemi almıştı. Gülümsedim:
“Tabi.”
Otuzlu yaşlarda taktığı numaralı gözlük bile yeşil gözlerinin güzelliğini engelleyemeyen. Sıra dışı bir kadından gelmişti istek. Böyle zamanlarda çok beklemem ve damdan düşer gibi can alıcı soruyu sorardım.
“Erkek arkadaşınız gelmedi galiba?”
Gülümsedi, ne güzel dişleri vardı… “Hayır, sandığınız gibi değil,” dedikten sonra ekledi:
“Nedense bir saat erken geldim. Ve burada rahatsız edici gözlerden uzak kalmak için sizi seçtim.”
Seçilmiş olmak ne güzeldi. Birden irkildim, hangi amaçla seçilmiştim?
“Neden ben?”
“İyi bir insan olduğunuz izlenimine kapıldım. “
“Birkaç dakika içinde mi?”
“Evet. Kadınlık içgüdüsü işte…”
Neyse, çok inandırıcı bir açıklama olmasa da, en iyisi inanmış gibi yapmaktı.
“Teşekkür ederim.”
Güzel gözlerini yüzüme dikmişti. Böyle durumlarda çok huzursuz olurdum. Kısa süreli bakışmalar olabilirdi ama sürekli yüzüme bakılması sorgulanıyorum hissi uyandırırdı bende.
“Ne iş yapıyorsunuz?”
İşte sevmediğim sorulardan biri daha gelmişti. Ne diyecektim şimdi: Yazarım… Kitap okumaktan uzak toplumun bireylerine göre yazarlık, boşa zaman harcayan insan olmaktan öte bir şey değildi.
“Yazmaya çalışıyorum.”
“Yazıyor musunuz, yoksa yazmayı öğrenmeye mi çalışıyorsunuz?”
“Hayatın bir okul olduğu gerçeğinden yola çıkarsak her ikisi de.”
“Çok ilginç bir yanıt. “
“Tamam ben sıramı savdım. Şimdi size sorayım: Ne iş yapıyorsunuz?”
“Öğretiyorum.”
“Anlamakta güçlük çekiyorum. Beni affedin, ne öğretiyorsunuz?”
“Hayatı.”
Anladığım kadarıyla yaşam koçluğu yapıyordu bu güzel kadın. Bir olasılık daha vardı ama o seçenek benim için büyük hayal kırıklığı olurdu. İyimser tahminimi doğrulatmak için aceleyle ekledim:
“Yaşam koçluğu gibi mi?”
“Öyle denebilir.”
Bilir’le biten hiçbir yanıt tatmin etmezdi beni; hepsinin içinde bir sır saklı olduğunu yıllar içinde öğrenmiş birisi olarak gülümsedim. Böylesi duymak istemediğim o kötü seçeneğe göre daha iyiydi. “Biliyor musunuz,” diye sözlerine başladı:
“Yakın gelecekte insan soyu büyük tehlike yaşayacak.”
“Nasıl?”
“Yapay zeka o kadar hızlı giriyor ki hayatımıza farkında bile olmuyoruz. Operatörlerden, bankalara, internetten yakında kullanmaya başlayacağımız çipli kimliklere kadar.”
“Tamam, bunlar bilinen şeyler ama insan soyu neden tehlike altında?”
Gülümsemeye devam ediyordu. “Anlatayım,” dedi:
“Son üretilen robotların insana ne kadar benzediğini görüyorsunuz. Silikonla üretilen dış yüzeyleri insan derisine o kadar benzemeye başladı ki. Sıcaklıkları da insan vücuduna çok yakın hale getirildi. Şimdi şöyle düşünün: Sürekli öğrenen ve kendini geliştiren, sizinle sohbet eden, her türlü ev işini söylenmeden yapan, yorulmak nedir bilmeyen, son derece zeki, itaat eden, kusursuz derecede güzel ve yaşlanmayan bir kadın. Sizden istediği hiçbir şey yok; ne giysi, ne mücevher, hatta yemek veya su… Belki bir saat elektrik şarjı yapılacak bir kadın düşünün. Tartışma yok, ekonomik sorunları dert etmesi yok. Her türlü gizli kalmış duygularınızı açığa vursanız da size itaat etmekten başka bir şey yapmayacak.”
“Bu korkunç bir gelişme olur,” diye söylendim.
“Belki haklısınız ama Japonya’da yapılan bir araştırma sonuçları böyle demiyor. Katılan erkeklerin yüzde elli altısı böyle bir robotla aynı evi paylaşabileceklerini söylemişler.”
“Yani bir süre sonra insan ırkında doğum oranı düşecek mi demek istiyorsunuz?”
“Evet. Çocuk mu istiyorsun, onu da üretecekler. Sanal bir dünyanın içinde yavaş yavaş eriyen insanlık.”
“Sizce, bunlara devletler müsaade ederler mi?”
“Kesinlikle ederler. İnsanın yerini alan robotlar, grev yapmaz, protesto etmezler. Savaşlarda kaç robotun yok olduğu ancak mali zarar tablosuyla açıklanabilir. Ne kadar az insan, o kadar az sorun… Ama ‘seçilmişler’ sınıfına giren insanlarda üreme işlemleri devam eder. Çünkü onlar dünyanın efendileri olduklarına inanıyorlar. Tabi bir süre sonra kendi ürettikleri yapay zeka insanlardan o kadar farklı olacaklar ki, belki de tehlike algılarının başında insan ırkı gelecek. Her yerde etkin olan yapay zekanın harekete geçmesi insanlığın sonunu getirebilir.”
Böyle bir barda yapılması gereken sohbet bu değildi. Ama başında da dediğim gibi sıra dışı bir gece olacağını biliyordum. Anlamadığım bir şey vardı ve sormalıydım:
“Nereye varmak istiyorsunuz? “
“Yüzüme dokunmanı istiyorum.”
İşte bu… Kadın dayanılmaz cazibeme kapılmıştı. Dokundum, kadife kadar yumuşak bir teni vardı.
“Hoşuna gitti değil mi?”
“Evet.”
“Şimdi “İyi bak” dedi. Öylece bakıyordum..
Ne yapmaya çalıştığını anlayabilmiş değildim. Elinde tuttuğu kadehin içindeki şarabı hızla yere döktü. Sonra masanın kenarına vurarak kadehi parçaladı ve yüzüne sapladı. Gözlerimi kapatıp bağırdım:
“Hayııır!”
Bir dakika kadar sessizlik oluştu, çıt çıkmıyordu etraftan. Müzik yok, insan sesleri yok… Gözlerimi açtım korku içinde… Yüzünün sağ tarafı kağıt gibi yırtılmış, deriler aşağıya sarkıyordu. Kan yoktu, gözlerinde acı hissi de yoktu. Yırtılan derinin içinde mekanik parçalar ve kablolar vardı. Bir kez daha korkuyla bağırdım: “Hayııır!”…
“Kendine gel neler oluyor? Korkutuyorsun beni.”
Gözlerimi açtım, yataktaydım ve yanımda duran eşim endişeli gözlerle bana bakıyordu. Ter içinde kalmıştım. “Ben ne zaman eve geldim?” diye sordum.
“Saçmalama, dün gece yemeğe, ardından da tiyatroya gittik. Birlikte döndük eve.”
Derin bir nefes alıp, gülümsedim. Ne güzel şeydi insanın sevdiğiyle birlikte uyanması. Eşim hala endişeyle bakıyordu bana:
“İyi misin?”
“Evet. Kabus gördüm her halde.”
“ ‘Herhalde’ ne demek. Anımsamıyor musun gördüklerini?”
“Hayır.”
“Tamam tatlım, sana kahvaltı hazırlayayım.”
“Sağol. Bu arada yapay zeka hakkında ne düşünüyorsun?”
“Ne kadar saçma bir soru bu. Gerçekten sen iyi misin?”
“Şaka yapayım demiştim.”
“Sabah sabah ne berbat bir şaka böyle…”
“Haklısın.”
Gülümsedim; android bir sevgilim olmadığı için mutluydum…