Genç Cumhuriyet Rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayı, “Menemen Olayı – Kubilay Olayı” olarak tarihe geçmiştir. 23 Aralık 1930’da Menemen’de yedek subay öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın şeriat düzeni isteyenlerce öldürülmesi olayının izleri 88 senedir toplumsal bellekten hiçbir zaman silinmemiştir.
1906 yılında Giritli Hüseyin Bey ile Zeynep Hanım’ın çocuğu olarak Kozan’da dünyaya gelen Mustafa Fehmi, İlköğretimini Antalya Numune Okulu’nda gördükten sonra, İzmir Öğretmen Okulunda okumuş ve “KUBİLAY” soyadını da bu okulda almıştı. Son sınıfta iken Bursa Öğretmen Okuluna geçerek 1926 yılında İlkokul öğretmeni olarak mezun olmuştu. Henüz 24 yaşında, Menemen’de yedek subay olarak görevini yaparken, 23 Aralık 1930’da Şeriat isteyen gerici bir gurubun ayaklanması sırasında takımı ile birlikte ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmişti. Bu sırada yaralanmış ve yaralı iken asiler tarafından başı kesilerek şehit edilmişti.
1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesinin yarattığı özgür ortamdan yararlanmak isteyen bazı çıkar çevreleri, tarikat şeyhlerini, hükümet ve Cumhuriyet adına kışkırtmışlardır. Manisa Nakşibendi tarikatından Laz İsmail Hoca’nın kışkırtmasıyla kendini mehdi sanan Derviş Mehmet, yanında müritleri Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet, Mehmet Emin, Nalıncı Hasan, Küçük Hasan, Ramazan ve çevre köyler halkını din adına kışkırtarak çevresine topladığı bir kısım köylü ile birlikte geldiği Menemen’de yaptığı konuşmada;
—”Menemen’in 72.000 Müslüman Arap tarafından kuşatıldığını, halkın yeşil bayrak altında toplanması gerektiğini ilan edip halkı, ’iman ve adaleti çiğneyen’ mevcut yönetime karşı Peygamber’in kutsal sancağı altında toplamaya,” çağırmıştı.
Derviş Mehmet’in bu konuşmasının sonrasında olay kısa bir sürede ayaklanmaya dönüşmüştür. O sırada Menemen Posta Müdürü Hüseyin Sabri Efendi tehlikeyi sezip Ankara’ya ve Alay Komutanlığı’na durumu bildirerek yardım istemiştir. Alay Komutanlığı, Yedek Subay Mustafa Fehmi Kubilay’ı olayı bastırmakla görevlendirmiştir. Kubilay, toplanan kalabalığı iyi niyetle dağıtmak isteyip de başaramayınca, emrindeki askerlere kalabalığı korkutmak için ateş emrini vermiştir. Ancak, kurşunlar eğitim mermisi olduğundan etkisiz kalmıştır. Bunu fark eden Derviş Mehmet;
—”Din gücüne sahip olana mermi işlemez!” diyerek Kubilay’ın üzerine saldırmış, yere düşen Kubilay’ın başını bir bağ bıçağı ile vücudundan ayıran ayaklanmacılar Kubilay’ın kesik başını, yeşil bayrak asılı bir mızrağın ucuna takarak, Menemen sokaklarında dolaştırmışlardır. (Bazı kaynaklarda Sahte Derviş Mehmet’in tüfekle kendisine ateş ettiğini ve Kubilay’ın bacağından yaralanarak yere düştüğünü yazmaktadırlar.)
Buna engel olmak isteyen Hasan ve Şevki adlı iki bekçiyi de öldürdükten sonra;
—”Din elden gitti, şeriat isteriz,” diyerek halkı kışkırtmaya çalışmışlardır. Olay yerine gönderilen askeri birlik, ayaklanmacıları dağıtarak Derviş Mehmet ile iki adamını öldürmüştür. Menemen, Balıkesir ve Manisa’da sıkıyönetim ilan edildi.
Olayı Edirne’de öğrenen Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, Edirne’den İstanbul’a dönüşlerinde 27 Aralık 1930 günü Dolmabahçe Sarayı’nda İsmet (İnönü), Fevzi (Çakmak), Kazım (Özalp), Fahrettin (Altay) Paşalar ve İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya)’nın katılımlarıyla Menemen olayı ile ilgili bir toplantı yapmıştır.
Abdullah Özkan, Atatürk’ün başkanlığında Dolmabahçe Sarayı’nda 27 Aralık günü düzenlenen toplantıda Atatürk’ün; ”İstiklal Mahkemesi’nin vereceği cezaların, bütün gericilere ibret olacak şekilde verilmesini, cezaların hemen yerine getirilmesini ve olaya karşı çıkmayan Menemen halkının başka yerlere göç ettirilmesini istediyse de daha sonra Menemen halkının tümüyle cezalandırılmasından vazgeçmiştir,” demektedir. (Bakınız: ”Atatürk’le Cumhuriyet Yolunda Kurtuluş”, Sf:502, Menemen olayı (Kubilay Olayı)”)
28 Aralık 1930 günü, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa’ya gönderdiği taziye telgrafında, Cumhuriyet’e karşı olan saldırganları kınayıp Kubilay’ı, görevini yerine getiren şehit olarak şu sözlerle anmıştır:
-…”Hepimizin dikkati bu meseledeki görevlerimizin gereğini hassasiyetle ve hakkıyla yerine getirmeye yöneliktir. Büyük Türk Ordusunun kahraman ve genç subayı ve Cumhuriyet’in idealist öğretmen heyetinin kıymetli uzvu Kubilay Bey, temiz kanı ile Cumhuriyet’in hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiştir…”( https://www.sechaber.com.tr/menemen-isyani/)
1 Ocak 1931 Perşembe günü Türkiye Büyük Millet Meclisi saat 14.00’de Kazım Paşa’nın başkanlığında toplanmış, önce Menemen ve havalisinde ilan edilen idare-i örfiye (Sıkı Yönetim) kararnamesi okunmuştur. Bundan sonra Menemen’deki irtica hadisesi ve hükümetin aldığı tedbirler hakkında Denizli Mebusu Mazhar Müfit Bey ile arkadaşlarının verdiği takrir okunmuştur. Başvekil İsmet (İnönü) kürsüye gelerek:
—”Kânunuevvelin 23 üncü günü Menemen’de hadise vukua geliyor.(23 Aralık 1930). Bu hadise hakkında aldığımız ilk raporlar, dökülen kanlar için bize şiddetli bir teessür ve vakanın mahiyeti itibariyle üç dört bedbahtın devlet kanunlarına karşı çılgınca hareketi ve derhal cezalarını görmeleri fikrini uyandırdı.
Müteakip raporlar Kubilay Bey’in yaralandıktan ve dermansız düştükten sonra şerirler tarafından tecavüze uğradığını — eleminizi tahrik etmeyeyim, tafsilatını hepimizin bildiği tarzda — vahşiyane muamele gördüğünü bildirdi.
Aynı zamanda nazarı dikkatimizi celp etmiş olan şey, hadisede hazır bulunan halkın ilk raporlara göre kayıtsız ve hissiz bir halde seyirci kalmasıdır. Bu kadar malumat bile eşkıyanın dolgunluğunu, sonra etrafta bulunan kalabalığın, seyircilerin anlaşılmaz bir halet-i ruhiye içinde şaşkın — lehlerine tefsir etmek için — şaşkın bir halde bulunduklarını bize telkin ediyordu.
Fakat meselenin bu kadarı da ehemmiyetle nazarı dikkatimizi celp etmek için kâfi idi.
Bundan sonra aldığımız rapor, hadise hakkında bildiğimiz tafsilattan bir kısmını verir ki, seyredenlerden bir kısmının tasvip kâr bir halet-i ruhiye gösterdiklerini ilave ediyordu. O zaman birkaç nokta-i nazardan hâdise bütün intibahınızı açmış, bütün nazarlarımızı kendi üzerine celp etmiş bir hale geldi.
Kanuna karşı hareket karşısında son kuvvet olmak üzere celp olunan bir asker müfrezesinin başında bulunan 21 – 22 yaşında bir çocuk, hiç vazifesi olmadığı halde; bilakis kendisini celbeden ihtiyaç ve kendisinin esas sanatı derhal silahını kullanmayı emrettiği halde; O’nun asaleti, toplanmış olan vatandaşları kan dökmeden nasihatle, ihtarla, yola getirmek gayretine sevk etmiştir. Bu asaletin 21 – 22 yaşında bir gence karşı hazırladığı muamele hiçbir suretle kabil-i tefsir ve tevil görünmüyordu.
Hepimiz ailelerimizde yetiştirdiğimiz çocuklardan bir kurban vermiş olduk.
Hepimiz bu kurbanda vatan için büyük ümitlerle yetiştirilen genç ve kahraman zabitlerden vatandaş eli ile feda edilmiş bir şehit (vazifeli) gördük. Bir taraftan teessür ve tesellüm, zapt olunmaz bir halde iken, diğer taraftan da Devlet memuru ve Büyük Millet Meclisi karşısında mesul adamlar sıfatıyla, hadisenin mahiyet ve hakikatini tetkik etmek mecburiyetinde bulunduk.
Bir muhit ne kadar zehirlenmiş olmak lazımdır ki, insanlar temiz, tefekkür ve muhakeme kabiliyetinden bu kadar aşağı dereceye düşsünler. Hikâyesine tahammül edemediğimiz manzaraların fiilen vukuunu bu kadar soğukkanlılıkla seyredebilsinler!
Sonra devletin müsellah kuvvetleri (Silahlı Kuvvetleri) hadiseye çağrılmışken, bu kuvvetlerin ellerindeki silahın hiç şüphe götürmez kudretlerine, muhakkak işletilmesine karşı da bu kadar meydan okur bir hâlet-i ruhiye gösterebilsinler!
Müddeiumumi derhal işe vaziyet etti.
İlk temaslardan az zaman zarfında, hakikatten adliyenin gayret ve dirayetiyle, birçok hakikatler meydana çıktı.
İlk çıkan hakikatler hadiseyi ika eden çetenin on günden beri böyle mehdilik fikrini etrafa yaydıklarını, husumet saçtıklarını, sonra uğradıkları bazı köylerde silahlandıklarını, müzaheret gördüklerini ve Menemen şehrini daha evvel keşfederek tertiple girdiklerini gösterdi.
Keza ilk tahkikat, bu hadisenin fiilen ikama on gün evvel başlanmış olduğunu ve feveran üç dört kişi tarafından deruhte edilmiş bir teşebbüs olmayıp daha evvel Manisa’da iki üç aydan beri bir takım içtimalar neticesinde kararlaştırılmış, büyük şehirlerarasında gidişler, gelişlerle tanzim olunmuş, sonra bizzat Menemen şehri içinden bu çetenin geleceğini bilen ve onlar gelince kendilerine müzaheret için bir takım esbap hazırladıklarını söyleyen adamlarla çerçevelenmiş bulunduğunu ifade etti.
İlk tahkikat bu şekil verince, o halde mesele şümullü bir tertibin harekete geçmesi suretinde telakki olunmak tabii idi. Yine görüldü ki, adli tahkikatla tespit olunan bu tertibin hareket safhasında öne sürülen müddiası din davası idi.
Yani yüzlerce seneden beri dini siyasete alet ittihaz eden bütün hareketlerin bir tekerrürü görülüyordu. Elbette bunu tertip edenlerin din perdesi arkasında takip ettikleri bir takım maksatları vardı. Bu maksatlardan bir kısmını belki bizzat hareket edenler, cinayet yapanlar ve bu uğurda canlarını verenler biliyordu, bir kısım maksadı belki onlar bilmiyorlardı. Hadise hakkında bugün bildiklerimiz suret-i umum iyede bundan ibarettir.
Hal için ve ati için alınacak tedbirleri tayin etmek üzere hâdiseyi muhtelif cephelerden dikkatli olarak mütalaa etmek zarureti vardır. Bir defa hale taalluk eden tedbirler için karar vermekte, Hükümet kendisini kat’i vazifeler karşısında gördü.
Teşkilat-ı Esasiye; vatan ve Cumhuriyet aleyhinde fiili teşebbüs vukuunu müeyyid kat-i emareler görüldüğü vakit Hükümete bir ay müddetle idare-i örfiye ilan edebilmek salahiyetini veriyor.
Biz aynı cürümlerinden dolayı Adliyenin meseleyi takip ve intaç etmesinde hiç tereddüde düşmedik. Bilakis Adliyenin ilk günlerde vaziyet edip de meselenin hakikatini meydana çıkarmak için gösterdiği kifayet ve dirayet hakikatten itminan verecek bir surettedir. Yüksek bir iktidar ile meseleyi nihayetine kadar Adliyenin takip etmesinde hiçbir mani yoktur. Meselenin hususiyeti şu noktadadır ki bir defa hadisenin bütün memlekette husule getirdiği elem ve teessür, sonra davayı süratle intaç etmek için görülen ihtiyaç usulde daha sert bir hattı hareketin ihtiyar edilmesini iktizam ediyordu.
Ondan sonra askeri ve mülki birçok muhatapları olan meselenin bir mahkemede rüyet olunmasındaki hususiyet; davayı süratle intaç etmek için ayrıca bir amil olarak nazarı dikkatle almak lazım idi.
Sonra bilhassa, gizi tertipler ve uzun zamandan beri yapılan müzakereler neticesinde böyle bir hareket tezahür edince, evvelemirde, bu tertiplerin cereyan etmiş olduğu tahmin olunabilecek yerlerde gizli hareketleri faaliyetten derhal ıskat etmek lazım geliyordu.
Tertip Menemen’de bu suretle tezahür edip akametle uğrayınca diğer tarafların ne suretle işlediği, henüz tahkikatla meydana çıkmamıştır.
Binaenaleyh kat’i ve müstacel tedbir ile muhtemel tertibin heyet-i mecmuasını derhal adalete irtica etmek mecburiyeti vardır.
Bu mülahaza Teşkilat-ı Esasiyesin verdiği salahiyetin tatbiki ile üç kazada idare-i örfiye ilanını zaruri bir hale soktu. İdare-i örf iyeyi Büyük Meclisin tasdikine arz ettik.
Bunun üzerine divan-ı harb-i örfi (sefer) ahkâmını tatbik edeceği cihetle bittabi usullerde çok sürat temin olunacaktır. Hadisenin müstacel tedbirlerini böylece arz ettikten sonra şimdi meseleyi muhtelif cephelerden mütalaa etmeyi vazife addediyorum.
Meselenin dini siyasete alet ittihaz eden safhasına nazırı dikkatinizi tevcih etmeliyiz.
Bu safha biraz evvel dediğim gibi yüzlerce seneden beri tekerrür eden safhaların aynıdır. Cumhuriyetin bidayetten beri takip ettiği, Devlet işlerini din işlerinden ayırmak hattıhareketi ihtimal ki, bundan beş, sekiz sene evvel, din aleyhine bir hattıhareket gibi isnat ve ifşaata mahal verebilirdi.
Çünkü bu istinadatı, asılsız olduğunu gösterecek sadata mahal verebilirdi. Çünkü bu istinadatı, asıl olduğunu gösterecek en mühim ve en mukni amil, yani zaman, henüz geçmemişti. Evvela bu propagandayı yapıyorlardı. Fakat dünya işlerinden din işleri ayrıldıktan sonra seneler geçti ve vatandaşların itikada ve vicdani yetinde aharın herhangi bir müdahalesi, memnuniyeti ve tasarrufu olmadığı sabit çıktı.
Siyasette aranılan şey bir takım adamların ve bilhassa politikacıların dini ahar fertlerin hürriyeti aleyhine ve Devletin kanunları aleyhine bir vasıta-i taarruz olarak kullanmamalarıdır. Memnu olan şey budur.
Hadisede görüyoruz ki, cehaletleri — bir kısmın cehaleti — olabilir. Bir kısmının bilerek tasmimleriyle ve cümlesi din elden gidiyor bahanesiyle bu adamlar mü tariz bir istikamete sevk olunuyorlar. Bu hareketler Devlet ve Cumhuriyet aleyhine fiilen tecavüz ve kast mahiyetindedir.
Din ile dünya işlerinin ayrılması meselesinin ruhu buradadır. Laik idarede herkes itikat ve vicdani yetinde her türlü mâniadan ve memnuniyetten azadedir.
Ancak vatandaşlar bunu siyaset vasıtası ittihaz ederek ahsan icbar veya devlet idaresinde müessir olmak için kullanmazlar. İtikat ve vicdani yatta bu izahatı verirken ilave etmemeliyim ki, kanunen memnu teşekküllerin faaliyeti kanuna karşı tecavüz ve cürümdür.
Mesela tekkelerin seddi kanunen tekerrür etmiş bir vaziyettir. Bunların gizli olarak çalışması ve vatandaşları bir takım istikametlere sevk etmeleri kendilerinin mesuliyetlerini muciptir.
Senelerden beri bu hakikatler kemali ile, fiili ve ameli olarak anlaşıldıktan sonra, Menemen gibi memleketin gerek ümran ve bilhassa irfan itibariyle ileri olan bir mıntıkasında bu teşekküller nasıl işleyebiliyor?
İnsana hüzün veren şey budur. Sonra teşekküller mücadeleye sevk ettikleri adamları ne derece vahşet ika edebilecek düşük ve aşağı bir seviyeye ilga edebiliyorlar, maksatları neden bu kadar meluna nedir!
Buraları insana intibah ile mülahaza telkin eden noktalardır. Birçok defa Büyük Mecliste ve efkâr-ı umumiye karşısında bu meseleler münakaşa olunmuştur.
Suret-i umum iyede bilinen şey budur ki, bu memlekette cereyan eden hava devlet kuvvetleri örselenebilir, örselenmiştir gibi bir vaziyet ika ederse, müfsitler başkaldırmak için bu kanunları ve kuvvetlerini her hâl ü karda masun ve muhterem tutmak için birçok tedbir derpiş etmişlerdir.
Menemen hadisesinde mücrim ve mürettiplerin, makatları için bu derece cesurane hareket ikama kendilerinde kuvvet hissetmeleri devlet kuvvetlerinde ve hükümet işlemesinde bir nevi zayıflık görüldüğünün farz olunduğunu reddetmek müşküldür. Hakikatten böyle bir hava ve böyle bir manayı müfsitler ve fesat müstaitleri ahvalden çıkarmış olabilirler.
Arkadaşlar;
Böyle mevzuları mütalaa ve teşrih ederken, lehinde ve aleyhinde olan amillere temas etmek ne kadar nazik olduğunu bilirim. Fakat mevzuun ne kadar nezaketi olsa, yine ona temas etmeliyiz. Bilhassa mevki-i iktidarda olanların gerek parti ve gerek hükümet itibariyle, icraatını tenkit etmek yolunda açılan cereyan diğer, bir takım adamlara vermektedir.
Fakat mevki-i iktidarda olanlar, devlet kuvvetleri zayıflıyor ve bir takım zararlar ve fesatlar çıkıyor diye tenkit olunmayacaklar mı? Ne yaparlarsa, ne söylerlerse layuhti mi sayılacaklar? Böyle bir zihniyet, böyle bir hattıhareket, şüphe yoktur ki, laakal fes don vereceği neticeleri ve zararları verecektir. (Bravo sesleri)
Şu halde mesele, memleketin içtimai bünyesinde, iki kutbun ortasını bulabilmektir. Öteden beri, hiç olmazsa otuz seneden beri, hallolun mayan sır da budur.
Memleketin tahammülü yoktur şekli altında her türlü tahdidatı ve setleri koymak için bir esbabı mucibe bulabiliriz. Fakat bu esbabı mucibe diğer taraftan layüsel bir vaziyeti en nihayet ihdas etmeğe müsaittir.
Benim görüşüme göre, mesele bir içtimai mesele, birçok nazariyatı olmakla beraber, hakikati halde ameli bir meseledir. Ameli tecrübe ve idman meselesi ve ameli terbiye meselesidir.
Bizim çektiğimiz sıkıntı nedir?
Muhalefet havasında, tenkisatta, muhalif neşriyatta memleketin ve Devlet otoritesinin çektiği sıkıntı, memleket alınganlığının suiistimal edilmesidir.
Nasıl mevki-i iktidar sahibi memleketin tahammülü yoktur vesilesini siper ittihaz ederek kendisini layuhti mevkiinde göstermeğe istidatlı ise fırsat ve imkânı bulunca tenkit etmek vaziyetini takınmış olan adam da bütün şahsiyetleri, Devletin bütün kanun ve kuvvetlerini ayakaltına almak için hiçbir hudut tanımamaktadır. (Doğru sesleri, bravo sesleri).
Nazik olan nokta, şahıslara taalluk eden herhangi bir terbiye icabını gözden uzaklaştıran cesaret, basit tabiriyle namus ticareti, Devlete taalluk eden nokta ise, mevki-i iktidarda bulunan bir adamı veya adamları çürütmek için gösterilen arzunun, Devletin bizzat kudretlerini ve bütün kanunlarını ehemmiyetsiz, itibar hakkından mahrum bir seviyeye düşürmek için gösterilen fartı gayret haline gelmesidir.
Bunun ortası nasıl bulunacak?
Bunun ortası, bir defa, zamanla ve tecrübe ile bulunacak, yani bir vatandaş herhangi bir meseleyi tenkit ederken ve her hangi bir meselede Devleti muhatap tutarak o hususta fikirlerini söylerken hangi hududa kadar kendisi memlekete zararlı olmayan bir çerçeve içinde kalabilir, bunu kendisine bir taraftan tecavüz ettiği zaman kanunlar, diğer taraftan da hadiseler gösterecektir.
Temenni edelim ki, bu dersleri mümkün olduğu süratle almış olalım ve bu husustaki taşkınlıklardan memleket mümkün olduğu kadar az zarar görsün, çünkü her hadiseden muvafık ve muhalif bir ders çıkarmazsak ve hadiselerin verdiği derslere karşı gözlerimizi kaparsak, kanuni mâniaları, içtimai mâniaları daima tartmazsak kendimiz mesuliyete ilga edecek ve hesaba çekecek birçok hadiseler karşısında kalabiliriz.
Bu nokta-i nazardan Hükümet neşriyat hususunda derhal alınacak bir tedbir düşünmedi. Bilakis hadisenin verdiği derslerden vatandaşların, hepimizin esaslı olarak istifade edeceğimizi ümit ediyoruz.
Bilhassa ümit ediyoruz ki, namus ticareti, şantaj ve Devlet otoritelerini kast eden neşriyat ve hava, adli tatbikatla vatandaşlara hangi hudutlar dâhilinde hareket etmek lazım geldiğini fiili ve ameli olarak öğretmiş olacaktır.
Adli takibat bunu öğretmekte ne kadar muvaffak olursa, içtimai nizamın ahengini o kadar çok muhafaza etmiş olur. Hadisede pek ehemmiyetli olan diğer bir nokta-i nazırı da dikkatinize arz etmek isterim. O da dâhilde olan herhangi bir mesele karşısında nihayet bir askeri müfreze ve orduya müracaat olunduktan sonra bile vatandaşların kayıtsız kalmalarıdır.
Bunun sebebini size arz edebilirim. Başlıca sebep, dâhili meselelerde sık sık ordunun müdahalesine ihtiyaç gösterilmesidir.
Yani:
Mülki, idari makamlarımız henüz ellerindeki bütün kuvvetleri kullanmadan orduya müracaat ediyor.
İkincisi:
Askeri müfreze, vazifesinden hariç bir takım müdahalelere sevk olunuyor. Askeri müfreze, bir sivil veya bir jandarma müfrezesi değildir. Askeri müfreze bir yere gelince, onun kumandanı taşkınlık gösteren kalabalık karşısında ne suretle hitap edileceğini, onların naası ikna edileceğini düşünmemelidir. Onları ikna etmek imkânları kendi sanat ve ihtisası haricindedir.
Dâhili hadisede askeri müfreze gelinceye kadar bütün bu tertibat, vatandaşlar arasında halledilmiş olmak lazımdır.
Demek ki, mülki idare ikna edecek, ihtar edecek, tembih edecek, sivil kuvvetleri ve jandarma kuvvetleri kullanılacak, bunların hepsine karşı gelmiş olan mütecaviz nihayet mülki idarenin silahıyla yola getirilmeyecek de askerin silah kuvvetiyle kanuna itaat icbar olunacak. İşte ancak o zaman, asker gelirse, vazife gayet basittir, acıdır, fakat basittir.
Binaenaleyh, asker dâhili hadiselerde ancak bu hudut dâhilinde kullanılabilir.
Bu suretle birçok hadiseler ve ker geldiği zaman onun müdahalesiyle ihtilata meydan vermeden hallolur. Bu mevzuun muhtelif kanunlarımızdaki temaslarını mezcedip Büyük Meclise ayrıca bir kanun layihası takdim etmek istiyoruz.
Dâhili hadiselerde askeri müfrezeler ne gibi ahvalde celp olunur ve celp olunduğu zaman karşılıklı vazifeler nelerden ibarettir? Bunu gerek vatandaşlar gerek bizzat askeri müfrezeler sarahatle bileceklerdir.
Asıl olan şudur;
Dâhili hadiselere askerin müdahalesini davet etmekten son hadde kadar içtinap eylemek lazımdır. (Bravo sesleri). Bir diğer ihtiyaç yine nazarı dikkati celp etmiştir. O da böyle fevkalade hadiseler olunca Adliye bir takım usullerini ihtisar ederek hususi bir hattıhareket takip edebilmelidir. Bunu da ayrıca tetkik ettiriyoruz. Tabii elimizde bulunan hadise için değil, geniş zamanda sükûnetle mütalaa olunarak atide, sureti daimîde Adliyenin elinde medar-ı tatbik olacak bir hüccet bulunsun diye.
İşte arkadaşlar;
Menemen hadisesi münasebetiyle hükümetin hal için ve ati için vaziyeti nasıl mütalaa ettiğini arz etmiş oldum.
Temennimiz, memlekette bu tarzda gizli tertipler kuran, facialar ikasına, Cumhuriyet aleyhine suikast ikasına teşebbüs edenlerin mahkeme karşısında seri bir surette adalet icabını nefsinde tecrübe etmelerini görmektir. Diğer taraftan memleketin heyet-i umumiye sinin bu hadise münasebetiyle intibahı uyanmış ve gerek hattı hareketimizde, gerek, kanunlarımızda, gerek içtimai münasebetlerde mevcut eksiklikleri meydana çıkarmış olsun. Bunların ıslahında müspet neticeler alabilelim. Şehit Kubilay ailelerimiz içerisinde, hatıralarımızda, Cumhuriyet için başlı başına hizmet etmiş bir fedakâr olarak yaşayacaktır. Ordunun verdiği bu aziz kurbanın bize ilham ettiği vazifeleri hepimiz dikkatle yerine getirmeliyiz.” (Alkışlar).
Mazhar Müfit Bey (Denizli): —“ Arkadaşlar, Menemen hadisesi hakkında vuku bulan sualimize Başvekil hazretlerinin verdikleri cevaptan beyanat ve izahatından menemen hadisesinin ne suretle zuhur ve nasıl idare edildiğini ve tahkikatın neticesine ıttıla ettik.
Vakanın zuhurunda gösterdiği şekle nazaran biz bunun şümullü ve mürettep olduğuna kani idik.
Başvekil Paşa hazretlerinin beyanatları da bu kanaatimizi teyit etti. Şu halde efendiler, vakanın şekil ve arazına göre bunun fevkalade vakayı meyanına ithali lazım gelir. Fevkalade ahvalde tabii ve normal zamanlar için yapılan kav anin acaba kâfi midir, değil midir?
Eğer arkadaşlarım tabii zamanlar için yapılan kanunlar bütün vakayı ve hadisatta, fevkalade ahvalde de kâfi gelseydi, vazı-ı kanun, ekseri devletlerde kendi esasi kanunların da ve bizim de Teşkilat-ı Esas iyemizde olduğu gibi fevkalade vakayı için bir idare-i örfiye ve fevkalade mahkemeler tesisi lüzumunu hissederek kaydetmezdi.
Demek oluyor ki, fevkalade vakayı için behemhâl fevkalade kava ninen ihtiyaç vardır.
Neden efendiler?
Bazı böyle fevkalade vakayı ve ceraim vardır ki, onların mütecasirleri, onların şartıyla tahkik edilip de cezaya çaptırılması lazımdır ki umumiye temin olunabilsin.
Efendiler, görüyorsunuz ki, bu vaka yalnız dört, beş serseri, birkaç esrarkeşin ferdi ve şahsi hareketi değildir. Başvekil İsmet Paşanın beyanatından anladık ki, üç aydan beri Manisa’da bu husufta içtimalar oluyor, büyük şehirler arasında gidip gelmeler yapılıyor, tertibat alınıyor; mahalli vaka olarak Menemen kasabası tespit ediliyor, orası ile muhabere ediliyor.
Efendiler;
Şu halde bu üç ay zarfında cereyan eden bu ahval ve vakayı anlayacak olan idare-i mülkiyemiz nerede idi?
Bunun valisi, polisi, zabıtası jandarma komutanı yok mu idi?
Bu meselede hükümet-i merkeziye ne kadar sür ’at ve dirayet göstermişse ve biz onlara ne kadar şükran borçlu isek, maalesef mahalli memurlarından da vazifelerini yapmadığından, tekâsül ve ihmallerinden dolayı haklarında bit tahkik kanunun hükmünü talep etmek de o kadar hakkı sarihimizdir.
Efendiler; idare-i mülkiye ve bilhassa zabıtanın en büyük mahareti ve liyakati fiilin vukuundan sonra faili tutmak değil, maharet, o fiilin vukuundan evvel lazım gelen vazifeyi yaparak o fiile meydan vermemektir. Zabıta-i mâniayı mükemmel işletmektir. (Bravo sesleri).
İdare-i mülkiyede güç ve mühim olan nokta budur. (Bravo sesleri).
Diyorum ki, fevkalade vakayı için fevkalâde kanun ister ve fevkalâde tabiri için de hiçbir zaman hatırımdan terör veyahut İstiklal Mahkemeleri geçmemiştir.
Paşa hazretlerinin beyanatından memnuniyetle anladım ki, hal için ve istikbal için bazı tedbirler arasında idare-i örfiye vardır.
Bu lazımdır.
İdare-i örfiye seferberlik kavaidine nazaran seferberlik usulü muhakemesi cereyan edecektir ki, bu da benim izah ettiğim sürati temin edecektir, bu nokta şayan-ı teşekkürdür. Fakat istikbal için, düşünmek de lazımdır.
Yani ileride bu gibi vakayı zuhur edecek olursa, hadisatın derhal izalesi için memurin-i adliyenin ve alakadar memurların; şu veya bu tedbiri mi ittihaz edelim?
Şöyle veya böyle mi yapalım? Gibi mütalâalar, müzakerelerle vakit ziyanına iş ’ar ve istişare mahal kalmamak üzere şimdiden bu husus için de bir kanunun mevcudiyeti lazımdır.
Efendiler;
Bu kanuna, bendeniz kanaatimce en ziyade kurulacak şeyler, muhakeme usulüne taalluk eden şeylerdir.
Çünkü bu emsali cürümler hakkında yine kanunu cezadaki cezalar kâfi ve valfidir.
Binaenaleyh benim ceza kanunu için hiçbir itirazım yoktur. Fakat bu gibi fevkalâde ahval için muhakeme usullerimizde bazı esas at vardır ki, ahvali içinde o merasimden sarfınazar edilmek de o kadar lazımdır.
Mesela bizim hıyanet-i vataniye kanunumuz vardır. Onun ceza kısmı tamamen ceza maddeleri çok mühimdir. Bu maddeler muhakeme usulüne taallük ediyordu.Bu gün istikbal için o maddelerden istifade edilmelidir.
Onlar da şu idi:
Mesela; merci-i muhakeme neresidir?
Burada ekseriya ihtilaf ve salahiyet meselesi zuhur edebilir. Salahiyet meselesiyle uğraşmamak için ya fiilin vaki olduğu yerdir veyahut maznunun tevkif edildiği yer merci-i muhakemedir.
Bunu kabul etmiştik.
Bu gibi ceraim eshamı için mehakim tarafından behemehâl muvakkat tevkif müzekkeresi verilir ve tevkif edilir ve muhakemesi mevkufen icra edilir. Bunu kabul etmek lazımdır ve yine bu kanunun bir maddesinde diyordu ki celp ve davet gibi merasim yoktur. Mahkeme doğrudan doğruya maznunu, mücrimi ihzar eder. Bunu da kabul etmek lazımdır ve yine bu kanunun usule taalluk eden bir maddesinde diyordu ki, muhakeme nihayet bir mazerete müstenit olmazsa yirmi günde intaç edilir. Bunların hükümleri Büyük Millet Meclisinin tasdikine iktiran etmek şartı ile derhal icra olunur.
Artık hükmü lâhikin temyizi yoktur, kat’idir. İstikbal için olacak kanun için, bu usullerin kabulü kâfi gelir. Böyle bir kanun tanzim edilirse, muhakeme usulünde sür’at temin edilir. Adliye memurlarımızın eline verecek olursak usul ahval-i mümasil ede idare-i örfiye ye lüzum bile kalmaz zannındayım. Bu hal ve istikbalde bu gibi vakayı hakkında yapılacak tedbirlerdir. Fakat acba esaslı bir tedbir, son bir tedbir daha var mıdır? Evet vardır. Bu çıbanları çıkartan bünye, bir vücut vardır. Bu çıbanların çaresini bulduk, fakat esas olan bünye marazının tedavisi bu günün, yarının meselesi değildir. Tedavisi senelere muhtaçtır. Mesela bunda talim ve terbiye kısmı var, bunda propaganda kısmı var, neşriyat kısmı vardır ki, bunlara Hükümetimiz zaten ehemmiyet vermiştir ve bir kat daha sarfı mesai edeceğinde şüphe yoktur. Binaenaleyh hükümetimizin bu günkü tedbirlerine bendeniz kat ’iyen taraftarım ve tasvip ederim. Heyet-i celiliniz de zannederim ki buna iştirak ederler. (Hay hay sesleri).
Bu meselede calibi-i nazırı dikkat bir nokta var; bilisiniz ki, Türkün bir ananesi, bir şiarı vardır. Sokakta iki kişi kavga ederse tavassut eder ve ayırır, bu mutavassıtların çoğu kanını akıtır ve hatta ölenler de vardır. Fakat bu ahvali mümasil ede hala yine kanını akıtacak adamlar, yani mutavassıtlar vardır.
Fakat maalesef Menemen vakasında bu anane, Türkün şiarı nerede kaldı bilmiyorum. Göz önünde yirmi iki yaşında bir zabit vekili, bir genç, ordunun bir cüz’üifay-ı vazifeye gidiyor, vuruluyor. Bununla da iktifa etmiyorlar. Yirmi dakika uğraşarak, kör bir bıçakla, muhterem şehidin başını göğsünden ayırıyorlar. Bunun karşısında binlerce halk lâl olup kalmışlar. Belki korkmuşlardır diyelim ve bir an için bunu kabul etmiş olalım. Fakat efendiler, o avaze-i takdis ve tahsin ve o alkışlar ne demektir? Bunu insanın havsalası almıyor ve bundan anlıyorum ki, Cumhuriyet, inkılaba ne kadar gayızları varsa, bu feci ve hunrizâne hareketleriyle muh terem ordumuza karşı kin ve gayızları o derece hainânedir. Bu kara kuvvet ve mel’un kuvvet bilmelidir ki, bize yeni bir vatan temin eden bu ordu daima Cumhuriyetin ve inkılabın nigâhbanıdır ve daima olacaktır. (Alkışlar).
Efendiler; tasti etmeyim. Muhterem şehit Kubilay’ın ruhu müsterih olsun, onun ideali, onun mefkuresi olan Cumhuriyet ve inkılabını kimse tevakkuf ettiremez. O daima yürüyecektir ve daima yürüyecektir. (Alkışlar). Çünkü efendiler, Kubilay gibi içinde binlerce kişi bulunan ve daima o karayılanın gırtlağına sarılacak ve daima ezecek ve zehrini saçmayacak bir hale sokacak bir gençlik vardır.
Bütün vatandaşlar müsterih olsun ki Cumhuriyet rejimi ve inkılap, bu, tevkif edilemez, yürüyecektir efendiler.” (Yaşa sesleri, bravo sesleri ve alkışlar).
Reis: —” Efendim, Başvekil Paşa hazretleri suale cevap verdiler. Sual sahibi de bunu kâfi görüyor. Bu münasebetle Başvekil Paşa hazretleri idare-i örfiye ilanı hakkındaki esbabı da izah buyurmuşlardır.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —” Paşam, bendeniz de söz isterim.”
Reis: —” Mesele sual bu cevaptan ibarettir.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —” Sual için değil, Hükümet tarafından bir teklif vardır. O teklif hakkında arz edeceğim.”
Reis: —” Suale verilen cevabı sahib-i örfiye talebi hakkındaki tezkere okundu. O tezkere hakkında Başvekil Paşa hazretlerinin sözüne itirazınız varsa buyurunuz, söyleyiniz.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —” Efendim, beyanatım hakkında söyleyeceğim. Mutlaka itiraz olunması lazım değildi.” (Sual bitmiştir sesleri).
Kâmil Bey (İzmir): —” Usul hakkında söyleyeceğim. Reis Paşa hazretlerinin buyurdukları gibi sual vaki olmuştur ve suale de cevap verilmiştir. Sual sahibi de izahatı kâfi görmüştür, nizamname sarihtir. Reis Paşa hazretlerinin ifade buyurdukları veçhile mesele tamamdır.”
Reis: —”Efendim Ahmet Bey idre-i örfiye talebi hakkında söz söyleyecektir. Sual ve cevap hakkında değil.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —” Mesele basittir. Bir talep tezkeresi gelmiştir. Bu tezkere hakkında mebuslar kendi fikirlerini beyan etmekte serbesttirler. (Gürültüler). Müsaade buyurunuz efendim, rica ederim.
Muhterem arkadaşlar, asıl mevzua geçmeden evvel İsmet Paşa hazretlerinin burada vaki olan izahatından mütevellit hissiyatımın beyanına müsaade buyurunuz. Ben bu beyanatı büyük bir memnuniyetle ve derin bir hürmetle dinledim, önünde derin bir meftuniyetle eğilir ve hürmetlerimi beyan ederim.
Paşa hazretlerinin dedikleri şudur:
Vatandaşların hürriyetleri temin edilecek, azgınlar, bunu bilmeyenler ezilecektir. İşte hür, serbest, müstakil bir devletin kurulması ve inkişafı için hakikatten gayet metin, gayet velüt bir düsturdur. Ve bu düsturdan, memlekette cereyan eden gayri müsait ve gayri muvafık havalar içinde millete hitaben bahsetmek, hakikatten büyük bir devlet adamının şiarıdır.Bunu, derin ve büyük bir hürmet ve meftuniyetle kaydeder ve önünde hürmetle eğilirim. Bugün efkâr-ı umumi yenin, herkesin az çok ifrata doğru yürüdüğü bir zamanda vatandaşların hürriyetlerine riayet olunacak, vatandaşların hürriyeti muhafaza edilecek, yalnız azgınların başı ezilecek, yolundaki söz memleket mesuliyetini ve Cumhuriyetin müdafaasını eline alıp müdafaa eden bir recülü devlete lâyık bir sözdür. Aynı zamanda matbuata karşı, itiraf ederim, matbuatın bütün taşkınlıklarına rağmen, fazla bir tedbir, fevkalade bir tedbir alınamayacağını söylüyorum. Siz de anladığınızı gelip burada söylerseniz, bendeniz öyle anladım ve ona göre beyan-ı fikir ediyorum. Başka türlü anlamışsanız gelir beni tenvir edersiniz.”
Yahya Galip Bey (Kırşehir): —” Rica ederim, aslı üzere kalsın, tefsir etmeyiniz.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —” Matbuata karşı dahi alınmış olan bu vaziyet, hükümet başında bulunanların Cumhuriyet esaslarına herhangi bir vaziyette riayet edeceklerine derin bir zemin ve kefildir. (Ona şüphe mi var sesleri). Şüphem yoktu. Fakat beyefendiler, ben dinliyordum, zat-ı âliniz ve diğerlerinden burada matbuat hakkında çok şedit tedbirler tavsiye edenler vardı. Buna rağmen Başvekilin gelin mesuliyeti üzerine alması ve matbuat hürriyetini tehdit etmeyeceğini söylemesi büyük bir fazilettir ve bizim için büyük bir teminattır (Gürültüler). Ben buradan söylemeği bir vazife biliyorum.
Bunları kaydettikten sonra efendiler, Menemen’de olan hadise yalnız Türkiye’yi değil, insan namını taşıyan herhangi bir varlığı, ta biatiyle kalbinin ta amakından müteessir etmiştir ve bu faciaya karşı maşeri vicdan teminat istiyor, amillerinin tecziye edilmesini istiyor. Hükümet de bu hususta aramızda fark, ihtilaf olabilsin, hepimiz müttehiden teklif olunan kanunu: vicdanen tasvip edeceğiz.” (Gürültüler).
Yahya Galip Bey (Kırşehir): —” Biz zaten müttehidiz.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —”Korkma azizim. Sözden korkma. Bırakınsöyleyeyim. Başvekil Paşa hazretleri kadar mütehammil olunuz.”
Yahya Galip Bey (Kırşehir): —” Haddimiz mi efendim, herkes noktasını, haddini bilmeli Ahmet Bey!”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —” Evet hükümet lazım gelen tedbirleri ittihaz etmiştir. Fakat idari ve mihaniki tedbirler bu gibi meselelerde kâfi midir? Bendeniz hükümetin haricinde bu işle alakadar olan ve bu facianın bertaraf edilmesi yolunda çalışmak vazifesiyle mükellef olan diğer bir amilin mevcut olduğunu biliyorum. O amil de, o unsur da nihayet vazifesinin başına koşmalıdır. Efendiler, malum-u âlinizdir ki, Başvekil Paşa hazretlerinin buyurdukları gibi; yüz elli seneden beri bu Türk milleti medeniyete kavuşmak için kendisini izmihlalden kurtarmak ve medeniyetin feyizleri sayesinde inkişaf edebilmek için medeniyetin feyizleri sayesinde inkişaf edebilmek için medeniyet şehrarına kendisini atmıştır. Fakat seciyesi aynı mahiyette, aynı hamurdan yapılmış bir takım heyülalar onun karşısına çıkmaktadır. Selim-i Sâlisten beri, Mahmud-u Saniden beri gelip giden bütün Derviş Vahdeti’ler Kabakçı Mustafalar, bu günkü Şeyh Mehmetler hep aynı mahiyette, aynı hamurdan yapılmış insanlardır.”
Yahya Galip Bey (Kırşehir): —” Hiç birisi Türk değildir, Türkleri tenzih ederim.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —” Türk mü, gayri Türk mü nedir, bilmem; fakat memlekette bu gibi adamlar vardır. O kadar var ki, bir Türk zabitini öldürmek faciası, bir Türk şehrinde yapılmıştır. Bunu kimse inkâr edemez.”
Yahya Galip Bey (Kırşehir): —” Allah bin kere lânet etsin.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —” Bunu kim yapmıştır? Tabiatıyla Türk değilse de, Türk tabiiyetinde bulunan ve Türk hükümetine iştirak etmiş olan insanlardır. Bunlar mütemadiyen böyle Türkün önüne çıkmışlar ve mütemadiyen bu hususta Türkün inkişafına mani olmak istemişlerdir ve mütemadi hareketleri neticesinde Türk’ü bir kat daha zaafa uğratmışlardır. Fakat bugünkü hadisenin diğer bir alameti daha vardır ki, o alamet üzerinde bütün arkadaşlarım ve Başvekil Paşa hazretleri de tevakkuf ettiler. Bunun üzerinde bir daha durulması, tevakkuf edilmesi lazımdır. O da bu faciayı görüp de lakayt ve seyirci kalan halkın halet-i ruhiyesindir. Hakikatten bu, o kadar feci bir hâlet-i ruhiyedir ki ve o kadar adi bir şeydir ki, insan bunu duyduğu zaman şahsen mahcup bir vaziyette kalıyor, yerin dibine girmek istiyor.
Çünkü biz hepimiz bu memleketin adamıyız, bu memleketin içinde bir şehrinde bir adam boğazlanıyor. O da kim? Zabit, muallim yani memleketin maddi ve manevi inkişafı vazifesini üzerine alan bir genç, o kadar izdihamın ortasında boğazlanıyor. Yirmi dakika boğazı kesiliyor da müdahale edilmiyor. Hatta tasvip kar olanlar bile çıkıyor. Efendiler, korkmak lazım gelen asıl bu hadisedir. Halkta, kütle-i nasta mevcudiyeti bugün keşfedilen bu halet-i ruh iyenin karşısında, ben kendi nefsime, kendimi çok küçülmüş bir vaziyette gördüm ve bu kütle mesuliyetinin, manevi mesuliyetin bir kısmının da bana geldiğini hissettim.”
Ali Bey (Rize): —” Elbette, elbette.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —” Sen de varsın burada, sen de varsın. Ben kendimi misal gösterdim, sen de bundan istifade mi edeceksin? Ben burada senden çok vazifemi ifa etmiştim, bunu bilmelisin, binaenaleyh ben kendimi misal olarak gösteriyorum ve diyorum ki, bu memleketin münevver zümresi, mütefekkiri, muharriri, muallimi, âlimi, gazetecisi, hülasa bir memleketin münevver denilen kısmı vazifesini ifa etmemiştir ve etmemektedir. Bu nokta-i nazardan diyorum ki, ben mesulüm, yoksa bu işte ben senden çok temizim, Müberra’yım. Efendiler, Cumhuriyet, inkılap baştanbaşa bir dindir bir imandır (Ona şüphe yok sesleri). Bu dini, bu imanın bir kitabı olacaktı, bir ibadeti olacaktı, dâhileri olacaktı, müminleri olacaktı, Cumhuriyetin faziletlerini, fikirlerini cemaat arasında geceli gündüzlü çalışarak neşri tamim edecek, bu cahil cemaati yürütecek adamlar olacaktı. İşte bu sahadaki vazifelerimizi görmedik. Bu sahada mesuliyetimiz vardır. Evet, mesuliyetimiz bu sahadadır. Bunu eğer biz burada ve o mübarek şehidin ruhu önünde itiraf eder ve günahımızı itiraf ettikten sonra da teyakkuza, intibaha gelirsek ve Cumhuriyet ve laiklik imanına karşı her münevver kendi üzerine terettüp eden vazifeyi ifa ederse Mazhar Müfit Bey’e derim ki, o gencin, o yüksek adamın kanı hedere gitmemiştir. Binaenaleyh devletin, hükümetin aldığı kararlarla beraber hükümetin yanı başında bu memleketin münevver aksamına büyük ve hatta hükümet vazifesinden daha büyük bir vazife terettüp ediyor.
O vazife de durmadan çalışmaktır ve eğer biz hakiki Cumhuriyetçiler isek ve eğer biz cumhuriyetin memlekette yaşamasını arzu ediyorsak, eğer mütemadiyen karşımıza çıkan o menhus ruhun yok olmasını istiyorsak, biz o inkılabı yapan insanlar, geceyi gündüze katarak ve kendi ve zaidi husus iyemizi unutarak bilâ aram ve hasbetenlillâh çalışacağız, eğer biz bunu yaparsak ve bu suretle hükümetin yardımına koşarsak, hükümetin tedbirleri müsmir olur. Yoksa bu tedbirler mihanikidir, idaridir. Öteki devin kırk başı var, kırk bin başı var. Bu başların birini kesersek öteki çıkar, asıl mesele devi o menhus ruhu öldürmektir. Bunu öldürecek hükümet değildir, muallimdir, muharrirdir, şairdir, mütefekkirdir, ediptir.
Refik Bey (Konya): —” Bravo, bravo.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —” Bendeniz bunu söylüyorum.”
Yahya Galip Bey (Kırşehir): —” Muhalifleri de unutmayınız.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —”Muhalifler bu ruhu öldürmek için çalışıyorlar.” (Gürültüler)
Ali Saip Bey (Urfa): —”Muhterem arkadaşlar. Ahmet Beyefendi vazifemizi yapmadık, yapmıyoruz, hepimiz mesulüz dediği için söz almak mecburiyetinde kaldım.
Efendiler, hadise çıkan Menemen’de Ahmet Bey, bundan üç ay evvel seyahat etmişti. Hadise çıkan yerlerde o şehidin kafasına takılan bayrak, onları istikbal etmişti. Ben isterdim ki, Ahmet Bey kürsüye çıktığı zaman; Efendiler, bu teşkilat yapılırken etrafımıza toplananlar, bizi bayrakla kaplayanlar mürteciler imiş, bize çok iyi yaptınız. Çok iyi bir teşkilat yaptık. Cumhuriyeti muhafaza edeceğiz diyen adamlar, meğerse kana susamış, vatandaşların kanını içmek istiyormuş.
Binaenaleyh bu kürsüye geliyorum, sizden af diliyorum, beni affedin deselerdi, kendisinin elini öpecektim.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —”Senden mi af dileyeceğim?”
Ali Saip Bey (Urfa): —” Hayır benden değil, milletten af dileyeceksin!
Efendiler:
Ahmet Bey, yalnız matbuat hürriyetine dokunulmayacağı için Başvekil paşaya teşekkür etti.
Efendiler: matbuat hürriyeti diyoruz, rica ederim, müsaade ederseniz size ufak bir hikâye arz edeyim, ondan sonra maruzatıma devam edeyim.
Çoğunuz bilirsiniz, atasözleridir:
Bekçi arzuhalciye gelmiş, bana bir arzuhal yaz demiş, arzuhalci ne o demiş. Muhtar beni dövdü, tokat attı, arzuhalci kaça yazarsın demiş, arzuhalci beş kuruştan yüz kuruşa kadar arzuhal yazarım demiş, öyle ise bana yüz kuruşluk bir arzuhal yaz demiş.”
Ağaoğlu Ahmet Bey (Kars): —“ Arap hikayesi mi?”
Ali Saip Bey (Urfa): —“ Hayır bu sizin hikâyenizdir (Handeler). Arzuhalci arzuhali okuyunca bekçi ağlamaya başlayarak vah vah demek bana zulüm etmişler de haberim yok demiş.
Bugünkü gazetelerin vaziyeti budur. Beş kuruşa Milliyet satılır, beş kuruşa Vakit, Akşam, Cumhuriyet satılır. Rejimi kuvvetlendiren bu gazeteler beş kuruşa satılır, Hâkimiyet okunmaz, fakat işitiriz ki, filan yerde Yarın gazetesini kapışmışlar, yüz kuruşa satılmış. Bunun akıbeti budur. 31 Martı bunlar çıkardılar, mütarekede İstiklal Harbinde aleyhimize kuvvet sevk edenler bunlardır. Şeyh Sait isyanını çıkaranlar bunlardır. Bugünkü Derviş Mehmedi de bunlar çıkardılar. Binaenaleyh efendiler, asıl bunlara çare bulmak lazımdır, yoksa Ahmet Bey’in dediği gibi bunlara dokunulmadığı için teşekkür ederim demek doğru bir şey değildir.
Muhterem arkadaşlar, ben hürriyet-i matbuatın düşmanı değilim, gazetecilerin düşmanı değilim. Gazeteciler, rejimi müdafaa eden insanlar, bizim dilimizdir, kafamızdır, dimağımızdır, rejimi müdafaa ediyorlar. Asıl benim düşmanlığım, rejimi yıkmak isteyen hain gazetecilerdir.” (Bravo sesleri, alkışlar).
Reis: —“Efendim, başka söz isteyen yoktur. Hükümetin Menemen ve Balıkesir merkez kazalarında idare-i örfiye ilanı hakkındaki tezkeresini reyinize arz ediyorum. Kabul edenler… Kabul etmeyenler… Müttefikan kabul edilmiştir.” (Bakınız: Cemal Kutay, ”Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi” cilt:20, s.11.764…. 11768.”
Suçluların yargılanması için Korgeneral Mustafa Paşa (Muğlalı) başkanlığında 2 Ocak 1931 günü mahkeme kurulmuş, yapılan soruşturmalar olayın irticai ayaklanma olduğunu ortaya koymuştur. Mahkemede 2200 kişi yargılanmıştır. Yargılamalar sonucu, olayı Laz İsmail’in, İstanbul’da bulunan Nakşibendi Şeyhi Erbili Hoca, Esad Efendi ve oğlu Mehmet ile birlikte hazırladığı anlaşılmıştır.Yargılama sonunda içlerinde Esad Efendi’nin de bulunduğu 34 kişi idama mahkûm edildi.
Esad Efendi ise hapishanede kalp krizi geçirerek ölmüştür. Suçluların idam cezaları, 3 Şubat 1931 günü Kubilay’ın şehit edildiği yerde infaz edilmiş, mahkumlardan biri idam sehpasından kaçarken 18 Şubat günü yakalanarak asılmıştır.
Mustafa Fehmi KUBİLAY “devrim şehidi” olarak simgeleşirken, Menemen ovasında Ayyıldız Tepe’ye bir anıt yapılması kararlaştırılmış, Cumhuriyet Gazetesinin öncülüğünde düzenlenen yarışmayı Heykeltıraş RatipAşirAcudoğlu (Acıdoğu) kazanmıştır. Şehit Kubilay Anıtı, 26 Aralık 1934 Çarşamba günü, düzenlenen törenle yirmi binden fazla yurttaşımızın katılımıyla Recep PEKER tarafından açılmıştır.
Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.