Atatürk’ün önderliğinde 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra,devletin çağdaş bir biçim alması ve milletin çağdaş uygarlık düzeyine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılaplar birbirini izlemeye başlamıştır.
1925 yılının 26 Aralık günü (Mali 26 Kânunıevvel 1341) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilen kanunlarla; Hicri ve Miladi takvim bırakılarak (Takvimde Tarih Mebdeinin Değiştirilmesi), Miladi takvim ve alaturka saat yerine de milletlerarası saat usulü (Günün Yirmi dört Saate Taksimi) kullanılmıştır.
Ülkemizde 1 Ocak 1926 tarihinden başlanarak Gregoryen takvimi benimsenmiş,o güne kadar kullanılmakta olan Rumi takvimin ”1341 yılı Aralık ayının 31’nci günü” yılbaşından ilk kez söz edilmiştir. Yine 1926’da Tayyare Piyangosu’nun yılbaşı çekilişi düzenlemiş, 1929 yılında ise devletin üst kademesinin vereceği ”Yılbaşı Balosu”yla yılbaşının kutlanacağı mesajı verilmiş ve nihayet 1935’te kabul edilen 2739 sayılı kanunla 1 Ocak günü resmi tatil olarak düzenlenmiştir.
Atatürk, 15 Mayıs 1919 günü, 9’uncu Ordu Müfettişi sıfatıyla, Kurtuluş Mücadelesini başlatmak üzere, maiyeti ile birlikte deniz yoluyla İstanbul’dan ayrılarak Anadolu’ya geçmiş, 8 yıl aradan sonra, 1 Temmuz 1927 Cuma günü Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı sıfatıyla İstanbul’a dönmüştür.
Atatürk’ün, İstanbul’da geçirdiği ilk yılbaşı gecesi, 1930 yılını 1931’e bağlayan gecedir ve 1930 yılının 31 Aralık günü Çarşamba’dır;
Atatürk, o gün saat 11.00’de Başyaver Rusuhi, Bozok Milletvekili Salih, Sağlık Bakanı Müsteşarı Hüsamettin Beylerle birlikte Beyoğlu’nda diş doktoru Sami Günzberg’in muayenehanesine giderek dişlerini tedavi ettirmiş, daha sonra saat 17.30’da muayenehaneden ayrılarak, Beyker mağazasını gezmiş, Tokatlıyan Oteli’nde bir süre dinlenmiştir.
Atatürk’ün, 1 Temmuz 1927’den sonra İstanbul’da geçirdiği ikinci yılbaşı gecesi, 1936 yılını 1937’e bağlayan gecedir ve tüm ulusuna bu şehirden son defa yeni yıl için mutluluklar dileyecektir.
1936 yıllının 31 Aralık günü ise Perşembe’dir;
30 Aralık Çarşamba akşamı hareketle gece saat 3.00’de Ankara’dan özel bir trenle İstanbul’a dönen Cumhurbaşkanı Atatürk, İstanbul’u yirmi dördüncü kez büyük onurlarla şereflendirmiştir. O gece İstanbul, Ulusal Kahraman’ın her gelişinde olduğu gibi o günde bir bayram coşkusu içinde çalkalanmıştır. Atatürk’ün Başkent Ankara’dan İstanbul’a gelişleri ile ilgili haberleri o günkü gazetelerden aktararak sunmak isterim:
—”Cumhurbaşkanı Atatürk, İzmit’te İstanbul Valisi’yle İstanbul Komutanı General Halil (Bıyıktay) ve Haydarpaşa Garı’nda General Fahrettin (Altay), General Yusuf Ziya, General Kemal, General Nurettin, General Rüştü, Devlet Deniz Yolları Genel Müdürü Ali Rıza, hükümet ve parti erkânıyla kalabalık bir halk kütlesi tarafından büyük gösterilerle karşılanmıştır.
Cumhurbaşkanı Atatürk, garda kendisini karşılayanların ellerini sıkarak iltifatta bulunmuştur. Atatürk’e hemşiresi Bayan Makbule, Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya ve saylavlarımızdan Ali Kılıç, İsmail Müştak (Mayokan), Mustafa Vecdi ve Ziya beyler eşlik etmişlerdir.
Cumhurbaşkanı Atatürk, daha sonra Haydarpaşa’dan Akay İdaresi’nin ”Kalamış vapuruyla Dolmabahçe Sarayı rıhtımına çıkmış ve oradan da otomobille Park Otel’ine gitmiştir.
Cumhurbaşkanı Atatürk, 31 Aralık 1936, Perşembe gecesi, Park Otel’inde yanında bulunanlara şu sözleri söylemiştir:
-…”Arkadaşlar, burada benimle birlikte bu geceyi geçirenlerin ve bütün ulusun 1937 yılı uğurlu olsun.” Büyük Şef dakikalarca alkışlanmışlardır.”
O gece Atatürk ile birlikte son defa yılbaşı gecesini kutlama şerefine nail olan Hasan Rıza Soyak,hatıratında 31 Aralık 1936 yılbaşı gecesi Atatürk’le birlikte Park Otel’inden sonra Konak Otel’ine (Tokatlıyan) gidildiğini ve sabaha kadar eğlenildiğini şöyle aktarmıştır:
”…Hariciye Vekilimiz Dr. Tevfik Rüştü Aras, Hatay hakkında Paris’te yapılan müzakerelerin kesilmesinden sonra da, bazı Fransız ricali ile hususi görüşmeler yaptı.
Bu sırada Başvekil Mösyö Blum’u da ziyaret etti; bu ziyaret esnasında Mösyö Blum’un, ”ciddi bir hüsnüniyet gösterdiğini, iki memleket arasındaki iyi münasebetleri koruyacak bir hal sureti bulmak lüzumunda ısrar ettiğini, yılbaşı dolayısıyla birkaç gün istirahat ettikten sonra, sancak işi ile bizzat meşgul olacağım,” dediğini, Fransız Hariciyesince tasavvur edilip, fiili alanında bizi tatmin edecek mahiyette olduğunu tahmin ettiği bir rejimin, adı bilahare görüşülmek üzere, bize bir teklif halinde sunulacağı bildirilip, bunun tarafımızdan, esas itibarıyla mütalâa edilmesini rica ettiğini,” Sayın Dr. Aras’tan dinlemiştik.
Diğer taraftan Ankara Büyük Elçisi Mösyö Pronsot, aklımda kaldığına göre, Paris’ten hareket edeceğimiz günün sabahı, kaldığımız otelde Dr. Aras’ı ziyarete gelmişti.
Ben epeyce uzun süren bu ziyaret esnasında neler konuşulduğunu öğrenmek için sabırsızlanıyor, otelin dış kapısına yakın okuma salonunda gazete ve mecmuaları karıştırmakla vakit geçirmeğe çalışırken, bir taraftan da salonun açık olan kapısından Büyükelçinin çıkmasını bekliyordum.
Nihayet Mösyö Pronsot’un üst kattan indiğini gördüm, o da beni görmüştü; yanıma geldi, ayak üstü birkaç dakika konuştuk. İlkin ne kadar zamandan beri Atatürk’ün yanında bulunduğumu sordu, söyledim. Sonra, ”yaklaşmakta olan yılbaşını müteakip Ankara’ya döneceğini ve meselenin her iki tarafı memnun edecek şekilde halli yolunda çok iyi haberler getireceğini” ifade etti be iyi yolculuk temenni ederek ayrıldı, gitti.
Derhal Dr. Aras’ın odasına çıktım. Elçinin söylediklerini hikâye ettim; ona da daha açık ve kati olarak aynı ifadede bulunduğunu bildirdi.
Fransa Hariciye Nezaretinin resmi tebliğinde ”müzakerelere diplomatik yolla devam edileceği” tasrih edilmiş olduğuna göre Fransız Başvekili ile Büyükelçisinin sarih ifadelerini tabii karşılamış, duruma uygun bulmuştuk.
Aynı zamanda Fransızların, Türk tezini yavaş yavaş anlamağa, İskenderun sancağı meselesinden dolayı Fransa’da gittikçe büyüyen bir endişenin hüküm sürmeğe başladığı, yapılan neşriyattan anlaşılıyordu. Filhakika, ilk zamanlarda Türkiye’nin iddiaları aleyhinde şiddetli yazılar yazmış olan Fransız matbuatından birçoğu ağız değiştirmiş, milletlerarası münasebetler alanında pek karışık ve halli adeta imkânsız büyük meselelerin yaratmakta olduğu ağır ve tehlikeli durum karşısında Akdeniz’in Doğusunda çok önemli bir mevkie sahip olan Türkiye ile bozuşmanın hiç de doğru olmadığını belirten ve Atatürk’ün şahsı ile öteden beri takip ettiği dürüst, barışçı ve kibarca siyaseti öven makaleler yayınlar olmuşlardı.
İngiliz, Alman, İsviçre ve diğer Avrupa memleketleri matbuatında da lehimizde makaleler yayınlanmaktaydı.
İşte böyle bir hava içinde yani Fransız Hariciyesinin, müzakerelerin kelimesinde yegâne amil olan gerçeklere aykırı iddiaları ile ilk günden başlayan ”işi savsaklama” gayretlerinin yerini, biraz daha ciddi ve realist bir hareket tarzına terkedeceğine ihtimal vererek, diğer taraftan davamızın Fransa da dahil, hemen her memleket umumi efkarında süratle, taraftar kazanmakta olduğunu görerek, neticeden emin bir halde Paris’ten ayrıldık.
Dr. Tevfik Rüştü Aras, yurda dönmeden önce, Balkan Antantı azasından Yugoslavya ile Yunanistan arasında zuhur eden bir görüş ayrılığında —ki hatırladığıma göre, Yugoslavya’nın Bulgaristan’la bir dostluk paktı yapmak teşebbüsünden doğmuştu— hakemlik yapmak üzere Belgrat ve Atina’ya uğrayacaktı; ben de kendisine katıldım.
Bu suretle doğup büyüdüğüm Üsküp’te 48 saat kalıp, hemşerilerimle görüşmek ve gençlik hatıralarımı tazelemek imkânını buldum; zaten bu yolu tercih etmemin başlıca sebebi de buydu.
Dr. Aras, Belgrat istasyonunda gazetecilere verdiği beyanatta günün meselesine de temas etmiş, ”Paris’te alelade bir formalite işini bitirdik, bu formaliteye diplomasi lisanında, müzakere diyorlar, bu sözlerle her şeyi söylediğimi zannediyorum” diyerek, Fransız Hariciyesinin, ciddi bir neticeye varmaktan ziyade, Konseyin tavsiyelerine uymuş görünüp, vakit geçirmek düşüncesiyle tertip ettiği anlaşılan Paris toplantısının gerçek mahiyetini pek güzel ifade eylemişti.
Yunanistan’dan yurda deniz yoluyla dönmeği kararlaştırmıştık;
Dr. Aras’la Atina’da buluştuk ve 30 Aralık 1936 akşamı Pire’den vapura bindik. Nereden çıktı bilmiyorum; Ankara’nın müzakereyi kesmemizden pek memnun olmadığı haberini almıştık. Hareketimizi kolayca müdafaa edeceğimize kani olmakla beraber, bu haber ne de olsa neşemizi kaçırmış, hele Atatürk’ün de memnun olmayanlar arasında bulunması ihtimali beni bütün yol müddetince huzursuzluğa sürüklemiş, uyutmamıştı.
İstanbul’a tam yılbaşı gecesi başlarken varmıştık (31 Aralık 1936, Perşembe); Rıhtımda karşılamaya gelen arkadaşlar, Atatürk’ün bizi Park Otel’de beklediğini haber verdiler; bulunduğumuz kıyafetle doğruca otele gittik, bir hayli endişeli ve heyecanlıydık. Ben, bilhassa kalabalık arasında hakiki durumu izah ile şahsen çok müessir olduğum ”Müzakereyi kesme” kararını müdafaaya imkân bulamayacağımdan korkuyordum.
Atatürk, otelin yemek salonunda, kapının sağında duvara paralel olarak kurulan büyük bir sofranın ortasında oturuyordu; Dr. Aras’ı yanına, beni de karşısına oturttu. Atatürk gülerek:
-…”Hoş geldiniz… Müzakereyi kestiniz ha!..” dedi ve arkasından ”Her ne ise… Yarın görüşürüz.” Sözlerini ilave etti.
Yüzüne minnetle baktım, halâ tatlı tatlı tebessüm ediyordu; anlaşılıyordu ki O, hareketlerimizi iyi karşılayamayanlar arasında değildi; ferahlamıştım. O gece Park Otel’inden sonra hep beraber Konak Otel’ine (Tokatlıyan) gitmiş, sabaha kadar eğlenmiştik. (Bakınız: Hasan Rıza Soyak,”Atatürk’ten Hatıralar”, Sf:594-99, Yapı ve Kredi Bankası A.Ş.)”
Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.