Az sonra okuyacaklarınız üç ay önce başımdan geçen bir olaydan aktarılmıştır. Önünde saygıyla eğildiğim bir kadının başarı öyküsüdür anlatacaklarım…
Yeni kitabım için Eyüp sırtlarında gizemli bir konuyu araştırmak için akşamı etmiştik. Artık eve dönme zamanıydı. İkinci köprüye doğru gitmek için navigasyonun gösterdiği kestirme yollardan birine girdik arabamızla. Sanki yüzlerce yıl önceye dönmüştük.
“Burada dur Ömer,” dedim arkadaşıma. Yüzü asılmıştı, tedirgin gözlerle bakarken bana söylendi:
“Gene delirdin Haluk, bu tanımadığın mahallede inip de ne yapacaksın?”
“İçimden geldi, ara sokaklara girmek istiyorum.Beni bırak sen git.”
“Bence seni en yakındaki bir psikiyatriste götürmek gerek.”
Haklıydı arkadaşım zaman zaman böyle kafam tutar çeker giderdim. Hiç tanımadığım kentlerde, kasabalarda bulduğum çok olmuştu kendimi. Bu gün de öyle bir duyguya kapılmıştım. Yolun kenarına yanaşırken, “Ne haltın varsa ye,” diye söylendi. Kızmıştı ama iki gün sonra yine unuturdu nasıl olsa.
Hava soğuktu ve yağmur çiselemeye başlamıştı. Kimse yoktu görünürde, 1800’lü yıllarda durmuştu sanki zaman. İlk gözüme çarpan eski İstanbul evleri oldu. Çoğunluğu iki katlı yıpranmış ahşap evlerin kapladığı sokakta büyülü bir hava vardı. Her zaman yaptığım gibi o evlerin içindeki hayatları kurmaya başladım hayalimde. Kimler yaşıyordu burada? Sevinçleri, acıları, çocukları, anne ve babaları düşünürken başka bir sokağa girdiğimi fark etmemiştim bile, işte o anda eski sahaf dükkanını gördüm. Kırık dökük bir dükkanın içi tıka basa eski kitap doluydu. yaşlı bir adam karşılamıştı beni:
“Hoş geldiniz, nasıl bir kitap arıyorsunuz?”
“Ne aradığımı bile bilmiyorum,” dedim sıkıntıyla. Hafifçe gülümsedi, “Belki de senin ya da başkasının kaderini değiştirecek bir kitap arıyorsun,” dedikten sonra sustu. Önündeki eski el yazmasını okumaya devam ediyordu. Yanıt vermedim, zaten verecek yanıtım da yoktu. Raflara üst üste dizilmiş yüzlerce kitap arasından hangisini seçeceğimi bilmiyordum. Her elime aldığım kitabı geri koymaktan yorulmuştum ki, üst raflardan bir kitap yere düştü. İsmini bir yerlerden anımsasam da tam olarak çıkaramadığım yazarına takıldı gözüm: Nalan Türkeri….Sonra da kitabın ismine baktım: “Varoşta kadın olmak” Okumaya başladım arka kapağını:
Uçuk benizli, şiş karınlı çocuklar salınıp dururlar sokaklarda. Oyuncaksızlık, meyvesizlik bazen de ekmeksizliğin verdiği yokluk duygusuyla ne bulurlarsa toplarlar yerden. İlk öğrendikleri yokluktur, ardından da dayak ve korku…
Kitabın parasını öderken, “Aradığını bulmuşsun,” dedi yaşlı sahaf. Bulmuş muydum gerçekten? Ne tuhaf bir gündü…
150 sayfalık kitabı bitirdiğim an Nalan Hanımı aramaya başladım. Twitter’e baktım; yoktu. Facebook son çaremdi; tıkladığım an karşıma çıktı. Üstelik sayfa arkadaşımdı. Facebook’u kitap tanıtım sayfası olarak kullandığım için beş bin kişinin içinden onu fark etmemem normaldi. Kendisine ilk mesajımı attım.
“Bu kadar güzel kalemi olan bir insan nasıl olur da on yıl boyunca yazmaz Nalan Hanım,” diye başlayan mesajıma kısa süre sonra yanıt verdi. Burada yanıt olarak neler yazdığını anlatmayacağım ama Nalan Hanımın kısa yaşam öyküsünü ve yaptığı işi yazacağım.
On dört yaşında anne ve babasını kaybeden, çocuk yaşta evlenip, bir de çocuk sahibi olduktan sonra eşini kaybeden bir kadının İstanbul’da verdiği onurlu mücadelenin öyküsüdür bu. Kağıt toplamaktan, konfeksiyon atölyelerinde çalışmaya ve seyyar satıcılığa kadar her işi yapıp kimseye muhtaç olmadan çocuklarını büyüten Nalan Hanım şu anda da Ümraniye’deki seyyar arabasında yeşillik satmaya devam ediyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen sürekli okuyarak kendisini geliştiren, yayın evlerinin kapısından çoğu zaman eli boş dönse de geceleri kendisi için yazmaya devam eden Nalan Hanım için benim yapmam gereken bir şey vardı: Dosyasını hazırlamasını ve birkaç yayın evine göndermesini önerdim. Eğer olumsuz yanıt alırsa kendi yayıncıma baskı yapmak pahasına olsa yeni kitabının yayınlanacağını söyledim. Ama böyle bir şeye gerek kalmadı Ankara’daki bir yayın evi yazdıklarını çok beğendiği için hem kendisini davet etti hem de kitabını bastı. Üstelik kitabı yurt dışında da yayınlanacak.
Ve bugün yeni çıkan kitabı “Dilli Don,” yaşadığımız günlere eleştirel bir bakış açısıyla yazılmış. “ Burası İstanbul, Ümraniye… Bütün yoksunluklar ve yoksulluklara rağmen, bir zamanlar gökkuşağı renginde yağardı yağmurlar,” diye başlıyor… Kitabı yeni elime geçti. Çok güzel bir kalemi var, yeteneği Allah vergisi… Nalan Hanımın tekrar yazması için evrenin değişmez kuralı devreye girdi ve çoğumuzun sadece “Rastlantı,” dediği kadim program kusursuz işleyişini sürdürdü. Nalan Hanımla hiç yüz yüze gelmedim, belki de hiç karşılaşmayacağız. Ama biliyorum ki artık Ümraniye’de bir yerlerde benim özel bir dostum ve yıldızı parlayacak olan bir yazar var…