5 Ağustos 1921’de toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gizli oturumunda, Atatürk’ün Meclis Başkanlığına sunduğu önerge okunmuştu;…“Meclisin sayın üyelerinin umumî surette tezahür eden arzu ve talebi üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Hayatım boyunca millî egemenliğin ve yasaların en sadık bir hizmetkârı olduğumu milletin gözünde bir defa daha doğrulamak için bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süre ile sınırlamasını ayrıca istiyorum.”
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne henüz 27 yaşında İzmir milletvekili olarak seçilen Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt, Birinci Meclis’in en genç bakanıdır ve bu görevini 1943 yılında (51 yaşında) ölümüne kadar sürdürmüştür. Bozkurt, 5 Ağustos 1921 günü Atatürk’e geniş yetkilerle ve üç ay müddetle Başkomutanlık veren Kanunun Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilmesi sırasında Meclis’te yaşananları şöyle anlatmıştır:
…”Sakarya Muharebesi’nin başlayacağı günlerde Büyük Millet Meclisi’nde muhalefetin sükûnet bulması şöyle dursun fakat faaliyetlerini bir kat daha arttırmış, gözlerini bürüyen hırsları bir kat daha kabarmış bulunuyordu. Mesela İsmet İnönü’nün bu işleri başaramayacağını ileri gelenler söylüyorlardı. Meclis’te propagandasını yapıyorlardı. Bu propaganda Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kâtibi olduğum halde bana kadar yapılmıştı. Albay Çolak Selahattin, durmadan dinlenmeden hem de cephe ziyaretine gittiğimiz vakit, bu işle meşgul bulunuyordu. Atatürk işlerin başına geçerse, her şeyin yoluna gireceği söyleniyordu.
Hâlbuki Atatürk’ün Başkumandanlığı bahse konu olunca, “olamaz!” diyenler yine bu muhaliflerdi. Başkumandanlık kanunu etrafında tepine tepine“Böyle bir salahiyet veremeyiz!” sesini yükseltenler yine bunlardı. Bu kanunla ilgili müzakerelerin çoğu gizli celselerde olmuştu.
O günlerde başımıza demokrasi, millet egemenliği üstadı kesilen bu zatlar bilmiyorlardı ki, modern demokrasinin babası sayılan Jean Jacgues Rousseau bile, değil böyle bir kanunu, milletin büyük faydaları tehlikeye düşünce diktatörlüğü de kabul eder. (Not: Atatürk diktatör değildir! Atatürk’ün diktatörlük hakkındaki fikir ve görüşleri bilinmektedir; -…”Ben istese idim derhal askeri bir diktatörlük kurar ve memleketi öyle idareye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için modern bir devlet kurayım ve onu yaptım.”, “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar; evet, bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine boyun eğdirendir. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.”)
Hoş… Rousseau bunun aksini de söylerse ne lazım gelirdi; Hiç!
Yine Türk’ün faydasına uygun kanun kabul edilecekti. Fakat söz anlatmak kabil olmadı. Muhalefet Nuh diyor, peygamber demiyordu. Ben sanıyorum ki, muhalifler günün tehlikesiyle uygun olmayan salahiyetsiz bir başkumandan istiyorlardı. Salahiyetsiz bir Başkumandan’ın muvaffak olmasına ise imkân yoktu. Hele milletin o büyük ve çok tehlikeli günlerinde…
Atatürk muvaffak olmayınca ne olacaktı?
Orasını ifadeye lüzum görmüyorum. Herhalde akıbet çok korkunç olurdu. Fakat nedense muhalifler, bu ciheti görmüyorlardı. Hırs, gözü bürüyünce hakikat görünmez olur. Ve mualiflik ihanete kadar varır. İşte 1908 Meşrutiyet kahramanı Sadık Bey’ler! Teşekkür olunur ki, Birinci Millet Meclisi muhalefleri işi bu dereceye vardırmadılar. Fakat Başkumandanlık Salahiyet Kanunu’nu ellerinden koparıncaya kadar hayli zahmet çekildi.
Kanun metni şudur:
“Madde 1- Millet ve memleketin mukadderatına bilfiil vâzıu’lyed yegâne kuvvet-i âliye olan ve azasından her birinin Kanun-ı Esasi ve Teşkilat-ı Esasiye kanunu ile hukuk ve masumiyeti teşriiyesi tabiatıyla mahfuz ve şahsiyet-i maneviyesi başkumandanlığı haiz bulunan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuyudatı ile başkumandanlık vazife-i fiiliyesine kendi reisi Mustafa Kemal Paşa’yı memur eylemiştir.
“Madde 2- Başkumandan ordunun maddi ve manevi kuvvetini azami surette tezyid ve sevku idaresini bir kat daha tarsin hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin buna müteallik salahiyetini Meclis namına fiilen istimale mezundur.
“Madde 3- Müşarünileyh baladaki mevad ile mevdu sıfat ve salahiyeti üç ay müddetle mukayyettir. Meclis lüzum gördüğü takdirde bu müddetin inkıtasından evvel dahi bu sıfat ve salahiyeti ref edebilir.
“Madde 4- İşbu kanun tarihi-i neşrinden itibaren meriü’l icradır.
“Madde 5- İşbu kanunun icrasına Türkiye Büyük Millet Meclisi memurdur. 5 Ağustos 1337 (Bakınız: Başkumandanlık Kanunu, Kanunlar Mecmuası, I. Cilt, Sf:149.) ”
Atatürk’e geniş yetkilerle ve 3 ay müddetle Başkomutanlık veren Kanun’un Büyük Millet Meclisinden kabulü ile Başkomutanlık verilişinden sonra Atatürk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuşmasında şöyle demiştir: -…”Efendiler, zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allah’ın yardımıyla ne olursa olsun mağlup edeceğimize dair olan güven ve itimadın bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün âleme karşı ilân ederim!”Başkomutan Atatürk aynı gün devamla ordu ve millete bildirgesi: -…”Bana bu vazifeyi vermiş olan Meclis’in ve o Meclis’te beliren milletin kesin iradesi hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle değiştirilmesine imkân olmayan bu kesin irade, ne olursa olsun düşman ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan’ın silahlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu anayurdumuzun mukaddes ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır!”
Aşağıdaki görselde;
Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Mehmed’in Hikâyesi, Numara 17. (Kurtuluş Savaşı Kartpostalları Serisi) Ekim – Kasım 1922
…“İşte tam bu sırada milletin bu azim ve irâddâtını, salâbet ve şânını kendinde temsil eylemiş olan Büyük Millet Meclisi Başkumandanlık vazifesini milletin gözbebeği olan ve ordunun azmüîmânını nefsinde temsil ve tecelli ettiren Reis-i muhterem Mustafa Kemal Paşa hazretlerine tevdi eyledi.
6 Ağustos 337.
Paşa hazretleri bu ağır mesuliyeti vazifelerde kabul etmekte tereddüt bile etmeyerek kürsüden bütün dünya bilmelidir ki, Türkiye halkı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti uşak muâmelesine tahammül edemez diye bağırarak, düşmanı durdurarak atacağını, Yunan’a Anadolu’yu mezar yapacağını söyleyerek bu vahim ve muhteşem mücadeleye hazırlamış idi.(Görsel için bakınız: “Belki Beni Tanıyamayacaksınız” Mustafa Kemal Atatürk’ten Hatıralar, Ömer M. Koç Koleksiyonu, Bahattin Öztuncay, MAS Matbaacılık San. ve Tic. Aş. 2019,Sf: 64-65)”
Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt devamla; …”Atatürk’ün Başkumandanlığı memlekette, Meclis içinde ve orduda iyi tesir yaptı. Yunan Kralı Konstantin Eskişehir’e gelmişti. Bir aralık Kütahya’ya çekildi. Düşman, yorgun ordumuza nefes aldırmadan, toplanmasına vakit bırakmadan bastırmak, yok etmek, Ankara’ya girmek istiyordu! Düşmanlara göre bu suretle Türk davası kaynağında kurutulmuş olacaktı.
Ankara düşse idi; böyle bir şey olur muydu? Ben sanmıyorum. O günkü ruhi halet şu idi: Düşman Ankara’yı da alsa, bu defa Kızılırmak arkasında, icabında daha gerilerde savaşa devam! İcap ederse, İran sınırlarına kadar çekilerek yine savaşa devam!!
Bir aralık vakıa Meclis’te hükümet merkezinin Kayseri’ye nakli müzakere edilmedi değil. Fakat gizli bir celsede ateşli hatiplerin ısrarı karşısında bundan vazgeçildi. Bir saylav kürsüden şöyle bağırmıştı: …”Burada kalacağız. Hükümet merkezini buradan Kayseri’ye götürmek millete kaç demektir. Bunu yapamayız. Hakkımız yoktur. İcap ederse Meclis Ankara sokakları içinde düşmanla boğaz boğaza dövüşecektir. Tanrı ne takdir ettiyse o olacaktır. Cesetlerimiz burada kalacak. Fakat yerimizden kıpırdamayacağız!”şiddetli alkışlarbu sözleri bağırıyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara’da kaldı. Fakat hükümet birçok evrakını Kayseri’ye nakletti. Yeni Gün gazetesi matbaasını oraya taşıdı. Gazete orada çıkmaya başladı. Ahaliden pek çok kişiler içerilere çekildiler. Ankara sokaklarında kurşun atılsa kimseye değmez bir tenhalığa düştü. Top sesleri Ankara sokaklarını çınlatıyordu. Yalnız bir ses durmuyordu. Bu, Meclis bahçesinde çalan askeri bando idi. O:
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakkın,
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın…
Her akşam onu haykırıyordu. Bununla beraber, durum çok kritik idi. Ankara’nın düşmesi davayı yok etmese bile çok müşkül bir hale koyabilirdi. Nihayet beklenilen düşman taarruzu belirdi. Düşman öncüleri, Türk ordusu ile elleşmeye başladılar.
Büyük kavga Ağustos ayının 23. günü koptu. Savaş çok, pek çok kanlı oldu. Yunan ordusu en kuvvetli, Türk ordusu da materyal, sayı bakımından en zayıf günlerini yaşıyorlardı. Yunanlılar ve yerli Rumlar bütün bir Hıristiyan dünyasını temsil ediyorlardı. Bir Haçlılar ordusu halinde papazlarıyla Türklere saldırıyorlardı. Kralları, başkumandanları, bütün büyükleri başlarında bulunuyorlardı.
Bizim tarafta Atatürk, İnönü ve yüzyıldır süren kavgalardan yaralı aslanlar gibi çıkmış Türk milleti müdafaa ediyorlardı. Yunanlılar son atularını atıyorlardı. Sakarya önleri taassubun mümessili laşeleriyle doluyordu. Savaş 22 gün sürdü. Düşman darmadağın bir halde yere vuruldu.
Papulas, Yunan Başkumandanı hatıralarında, “Biraz daha inat etse idik, kralı da, kendimizi de kurtaramayacak, Türklere esir olacaktık”diyor.
Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt ekliyor;bir gün AtatürkAlman büyükelçisini kabul buyurmuştu. Bende hariciye vekili sıfatıyla konuşmalarında hazır bulundum. Söz İstiklal Savaşlarına intikal etti. Büyükelçi bu savaşları çok methetti. Hele Başkumandan bahsederken heyecanını tutamayacak hale gelmişti.
Atatürk dedi ki: -…”Ben Yunanlıları Sakarya’da yenecek ve hepsini esir edecektim. Ne çare ki, kumandanlardan biri vazifesini saatinde yapamadı. Düşmanı yavaş yavaş sol cenahından çekmiştim. Kumandan kendisine düşen ödevi vaktinde yapsaydı sert bir itme ile onu tuzlu çöle sokacaktık. Orada ya tutsaklığı yahut ölümü benimseyecekti.”
Atatürk biraz da latife yaparak ilave etti:
-…”Bu takdirde, Yunan ordusundan milleti de hükümeti de habersiz kalacaktı. Herkes birbirine ordumuz nerede niye soracaklardı. Dünya şaşıp kalacak Yunan ordusunu aramaya çıkacaktı. En sonra Tuzlu çölde onun salamurasını bulacaklardı” dedi…(Bakınız: Mahmut Esat Bozkurt, “Atatürk İhtilali I-II” Kaynak Yayınları:366, Haziran 2005, Sf:376)
Muzaffer Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 2 Ekim 1922’de İzmir’den Ankara’ya gelmiş, 4 Ekim günü ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde “26 Ağustos Taarruzu”, “30 Ağustos ve 9 Eylül Zaferleri” hakkında uzunca bir nutuk vermiştir. Bu nutuk uzun olduğundan yazımızın bu bölümünde 26 Ağustos akşamına kadar bu cephe üzerinde cereyan eden olayları Türk milletinin Muzaffer Başkomutanından okuyacağız:
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 112 içtima, Birinci Celse: 4 Ekim 1922 (1338) Toplantısı:
-…”Arkadaşlar!
Kalbimde derin bir tahassür tevlit etmiş olan ayrılıktan sonra tekrar size mülâki olduğumdan dolayı pek mesudum. Cenab-ı Hakk’a hamd eylerim ki ordularımızın silahlarına emanet ettiğiniz aziz ve mübarek maksat, arzu ettiğiniz veçhile emniyet ve itimadınızın mahalline masruf olduğunu gösteren mesut bir neticeye vâsıl oldu.
En karanlık ve en bedbaht günlerimizde Meclisimizin sarp ve yalçın bir kaya gibi azim ve imanı, talihin bu parlak inkişafına erişmek için lazım gelen imkânı daima mahfuz tuttu. Milli mesailde şaşmaz bir aklıselim ile daima doğruyu ve daima iyiyi keşif ve temyiz eden Meclisimizin bu neticelere ermekten dolayı duyduğu saadet kadar istihkak kesbedilniş ne tasavvur olunabilir?
Milletimizin mukadderatını doğrudan doğruya deruhte ederek yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin civanmert ve kahraan ordularının başında ve bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim. Kalbim bu dünyaya karşı temsil eyledikleri hürriyet ve istiklal fikrinin zaferinden dolayı tebrik ediyorum.
Arkadaşlar!
Tebrik etmek saadetine mazhar olduğum bu zafer suhuletle kâbil-i izah değildir. Bunu anlamak, bugün değil belki yarın tarih sayfalarında tetkik edildikten sonra mümkün olacaktır. Fakat hissediyorum ki benim ağzımdan buna dair bazı sözler işitmek istiyorsunuz. Bu arzularınızı tatmin etmek için mühim bazı levhalar ve mühim bazı hatlar üzerinde maruzatta bulunacağım.
Arkadaşlar!
Geçen sene, Ağustos’un beşinde, -Hâtıramda aldanmıyorsam- bu kürsüden beni Başkumandan tayin etmiş olduğunuz zaman arz-ı teşekkür ederken demiştim ki memleketimizi çiğnemek üzere memleketimize giren Yunan ordusu harim-i ismetimizde boğacağız…
Bu sözümde hatâ etmemiş olduğumu hâdisat ispat etti, zannederim. Hakikatten Yunan ordusu harim-i ismetimizde tamamen boğulmuştur.
Arkadaşlar!
O gün bu kürsüyü terk ettikten sonra Sakarya gerilerine kadar gelmiş olan ordumuza mülâki olmuştum. Cümlenizin hatırındadır ki 21 gün ve 21 gece devam eden Sakarya Meydan Muharebesi’nin son günlerinde ordumuz, düşmanın sol cenahına taarruza geçti. Bunun neticesi olmak üzere çok kuvvetli ve çok mücehhez olan Yunan ordusu mağlüben ricate mecbur oldu ve ondan sonra tekrar bu kürsüye geldim ve dedim ki:
“Kararımız, en son düşman neferini vatanımızdan kovuncaya kadar taarruza devam etmektir. Düşmanı takip ve tazyik eylemektir. Bu sözümü harfiyen takip ve tatbik etmiş olduğumu vakayı ispat ettiği gibi, şimdi vuku bulacak olan maruzatımla da izah etmiş olacağım.”
Hakikatten o gün için düşman ordusunu takip etmek hususunda verilen karar, bu zamana kadar mahfuz kalmıştır. Fakat arkadaşlar, şunu itiraf etmek mecburiyetindeyiz ki ordumuzun o günkü hali, vaziyeti ve şeraiti de hemen uzun mesafeler üzerinde seri harekât icrasına müsait bulunuyordu. Bu sebeple lazım gelen nevakısı ikmal etmek, istihzaratı itmam etmek için bir zaman sarfedilecekti. Bu zaman da tabiatiylesarfedildi. Fakat hakiki ve kati olarak herkesin bilmesi lâzımdır ki bu senenin evasıtında ordumuz, düşman ordusunu mağlup etmek için lazım gelen kuvvet ve kudreti iktisap etmiş bulunuyordu. Fakat bütün milletimizin ve onun hakiki mümessillerinden mürekkep olan Meclisimizin şiarı, kan dökmeden maksad-ı milliyemizin istihsaline mâtuf olduğunu pek güzel anlıyorum.
Binaenaleyh, Efendiler! Kuvay-ı askeriyemizi istimal etmeden evvel kan dökmeye sebebiyet vermeksizin, meseleyi muslihane halletmek için teşebbüs etmekte ayrıca bir vazifeydi. Bu vazifeyi ifâ etmek için her türlü tedabire tevessül olundu. Bilcümle siyasi teşebbüsler icra edildi. Bu cümleden olmak üzere, en kıymetli arkadaşlarımızdan hüsnütetkikine ve isabeti nazarına fevkalade emniyet ve itimat ettiğimiz mühim ricâl-i hükümetimizden Fethi Beyefendi hazretlerini Londra’ya kadar göndermiştik. Müşarinaleyh Londra’da ve gerek diğer büyük devletler payitahtlarında ricâl-i siyasiye ile görüşmek ve müzakerata girişmek ve tesis-i sulh için her şeyi yapmak için salahiyeti kâmiliye malik bulunuyordu.
Fakat Efendiler! Fethi Bey’in Londra’daki sureti kabulü ve bilhassa o günlerde Mösyö Lloyd George’un Parlamento kürsüsünde verdiği nutuk gösteriyordu ki bütün bu teşebbüslerimiz mâkus bir mahiyette telâkki edilmiştir. Filhakika hissiyatı insaniyeminicabatı olarak yapmış olduğumuz bir teşebbüse İngiliz hükümetinin vermiş olduğu mâna, teşebbüsatımuslihanemizin bizim zaafımızla tefsirinden ibaretti. Zannettiler ki ordumuz taarruz ve takip etmek değil yerinden kıpırdayamayacak bir halde bulunuyor. Zannettiler ki Meclisimiz ve hükümetimiz zayıftır ve mâümittir.
Şüphe yok, bütün bu noktalarda en büyük hataya sapmış oluyorlardı. En derin gaflet içerisinde bulunuyorlardı. Belki de bazı manzaralar düşmanlarımıza bu ümidi vermiş olabilirdi. Fakat ben düşmanlarımızın bu suretle aldanmış olduğundan meyus değilim. Arz etmiş olsaydı, o anda bu zehabı tashih ederdim.
Efendiler!
Bu zehabın tashihi keyfiyeti sözle değil, fiilen yapmayı tercih ettim. Binaenaleyh, Fethi Beyefendi kanaati hükümete bir parola bildirdi. Dedi ki: …”Maksad-ı milliyemizin istihsali, ancak faaliyeti askeriye ile kabil olabilecektir. Başka tetkike başka tefsire mahal yoktur.” Bittabi Fethi Beyefendi’nin bu sözüne ve bu kanaatini teyid ve takviye gerekiyordu. Aynı zamanda Avrupa’da bulunan bilcümle milletvekillerimizden ve sair siyasi memurlarımızdan da gelen raporların muhteviyatı, Fethi Beyefendi’nin sözünü ve kanaatini teyid ediyordu. Artık anlamıştık ki:
“Harekât-ı askeriye bir zaruret haline geldi. Bunun üzerine Başkumandanlık, teşebbüsât-ı muslihane ve siyasiye icabı olarak fiile koymayı tehir ettiği taarruz kararını fiilen tatbike vaz’ı ve taarruzu icraya karar verdi. Ordumuzun kabiliyet ve kudreti hakkında ve hazırlığı derecesine dair itminanımız berkemâldi. Fakat bu defa daha Erkân-ı Harbiye Reisi Fevzi Paşa Hazretleri cepheye gitti. Ben de cepheye gittim ve baştan nihayete kadar ordumuzu tekrar gözden geçirdik. Düşman mevzilerini ve düşman ordusu tetkik edildi. Bu son teftişimizin neticesinde mevcut olan kanaat ve imanımızı takviye etti ve o zaman kati olarak taarruz hazırlığı için emir verdim.
Efendiler!
Taarruzumuz öteden beri Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Çakmak Paşa Hazretleri’nin pek derin ilme ve vukufa, pek derin feyiz tecarübe müsteniden ihzar ettiği plan dahilinde vuku bulacağı bu plan düşman ordusunu kaçırmak için değil, fakat tutup boğmak esasını ihtiva eden bir plândı. Bu plan dahilinde hazırlık emri verdikten sonra bittabi maksadımızı gizlemekte fayda görüyorduk. Onun için evvelâ Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi ve sonra Başkumandan tekrar Ankara’ya avdet etti. Ankara’ya avdetimde Vekile’deki rüfekayı muhteremem ile beraber vaziyeti bir defa daha mütelâa ettik. Vaziyet-i umumiyeyi bilhassa vaziyet-i siyasiyeyi tahlil eyledik ve gördüm ki bu arkadaşlar da bütün kalbleriyle ve bütün kanaatleriyle Başkumandanlığın kararını tasvip ve takviye ediyorlar. Bihassa Maliye Vekili Beyefendi’nin göstermiş olduğu suhulet, Başkumandanlığın icraatında ayrıca bir kuvvet teşkil etmiştir. Bundan dolayı kendilerine bu kürsüden teşekkür etmeyi ayrıca bir vecibe addederim. Heyet-i Vekile arkadaşlarımızın da fikri istihsal olunduktan sonra tekrar buradan gaybubet ettim. Konya üzerinden, Garp Cephesi karargâhının bulunduğu Akşehir’e gittim. Son tetkikatımda artık düşmanı mağlup etmek için her şey hazır olmuştu. Ve bilâfasılâ düşmanın İzmir’e kadar takibi için icap eden tekmil tedabir alınmıştı. Bunun üzerine 26 Ağustos günü taarruz emrettim.
26 Ağustos günü cereyan eden harekât-ı taarruziyeyi suhuletle ihata etmek için arzu ederseniz, o tarihteki düşman ordusunun bulunduğu vaziyeti birkaç kelimeyle ifade edeyim:
Dört fırkadan ibaret olan Yunan kuvveti Afyonkarahisar’da bulunuyordu. Afyonkarahisar’ın şarkında ve cenubunda olmak üzere takriben 90 – 100 kilometrelik bir hat üzerinde tahkimat yapılmıştı. Efendiler! Bu tahkimat alelade değildi. Yunanlılar bir senedir mütemadiyen askerleri ve ahaliyi istihdam etmek suretiyle çalışıyorlar ve fennin bilcümle vesaitini orada tatbik etmişlerdi. Bu hat birçok kuvvetli nokta-ı istinadiyeyi ve derinliğine tahkim eden hududu müdafaayı ihtiva ediyordu. Yani bu mevzuu tam manasıyla son zamanın bir kalesi tevsim olunabilecek bir haldeydi. Bundan başka düşmanın üç fırkadan mürekkep bir kolu da Eskişehir ve Seyitgazi’de bulunuyordu.
Eskişehir ve Seyitgazi’nin şimali, şarkı ve cenubbu de tıpkı Afyonkarahisar’da olduğu gibi aynı vesaitle ve aynı teçhizatla müstahkem ve mücahhez bir hale ifrağ edilmiş bulunuyordu.
Bu iki grubun arasında da şimendiferle ve maşiyen yaya sürat ve suhuletle her tarafa gidebilecek halde ve değerde düşmanın üç fırkadan mürekkep bir kuvveti vardı. Hülâsa düşman, orduy-ı aslisi cenahlarını iki kaleye dayamış; orta yerinde kuvvetli bir ihtiyat gruba malik bir manzume halindeydi. Bu manzumenin uzak cenahlarına da bakmak istersek eğer; Gemlik ve İznik gölü civarında da düşmanın iki fırkaya karib bir kuvveti vardı. Eğer cenuba bakacak olursak Afyonkarahisar’dan sonra bütün Menderes boyunca denize kadar düşmanın ikinci fırkasını da ihtiva etmek üzere birçok müstakil piyade alayları ve süvarileri mevcuttu.
Biliyorsunuz ki Efendiler! Garp Cephesi denildiği zaman orada bizim iki ordumuz vardı. Orada bizim daha diğer kuvvetlerimiz de vardı. Binaenaley, birinci ordu Afyonkarhisar’ın şarkında Akarçay’dan garba doğru Dumlupınar arasında bulunan düşman mevzii karşısında tahaşşüt edecekti. Bu ordu bittabi takviye edilmişti. Ve takviye edilmiş olan bu ordumuz, düşmanı mağlup ederek şimale atmak vazifesini aldı.
İkinci ordumuz, bu Akarçay’dan şimale doğru Porsuk vardır, biliyorsunuz. İşte onun daha şimalinde Sakarya kısmı vardır. Oraya kadar olan cephede düşmana taarruz edecekti. Düşmanın Eskişehir’de bulunan üç fırkası Döker’de bulunan üç fırkası ve Afyonkarahisar şarkında bulunan iki fırkası ki cem’an sekiz fırkayı kendi karşısında tespit edecekti. Kocaeli mıntıkasında bulunan kuvvetlerimiz dahi karşısında bulunan düşman kuvvetlerine taarruz edecek ve bu kuvvetlerin cenuba inmesine mümanaat edecekti.
Menderes havalisinde biri süvari fırkası olmak üzere, kuvvetlerimiz vardı. Bunlar da cenuptan şimale doğru önündeki düşmana taarruz edecek ve o kuvvanın netice-i kat’iye yerine gelmesine mâni olacak ve aynı zamanda düşmanın İzmir’le olan hududu muvasalasını katedecekti.
İşte bu noktay-ı esasiye üzerine bütün tedabir ve tertibat yapılmış ve hazırlık ikmal edilmiş olduğu halde 26 Ağustos günü taarruz başlamıştır. Bu harekâtı yakından sevk ve idare etmek bittabi matlup ve mültezim olduğundan Başkumandanlık Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Riyaseti ve Garp Cephesi Kumandanlığı 26 Ağustos günü fecirle beraber, birinci ordunun tarassut noktası olan Kocatepe’de hazırladılar. Kocatepe bilenlerce malûmdur ki ve harita üzerinde mütalâa edilirse anlaşılabilir ki düşmanın cenup cephesindeki noktay-ı mühimmeye o kadar yakındır ki bu mevazii tetkik etmek ve harekatı sevk ve idare evlemek için hatta dürbün istimatine bile hacet yoktur.
Birinci ordu Akarçay’dan Dumlupınar’a kadar olan bütün düşman mevzilerine taarruz edecekti. Süvari kolordumuz bu taarruz grubunun sol cenahında bulunduğu yerden içeri girecek ve düşman ordusunun arkasında icrayı faaliyet edecekti.
Vakıa ordularla bütün cephe üzerinde taarruz olunacaktı. Fakat ilk anda şu mühim noktalar düşünüldü. Afyonkarahisar’ın garbında Kalecik sivrisi vardır. Onun şimalinde 1310 rakımlı Erkmen Tepesi vardır. Bu mevziler gayet mühimdir ve ondan başka bütün mevzilerin kilidi mesabesinde olan ikinci mühim mevki daha vardır ki ona Tınaztepe namı veriliyor. Bu Kalecik sivrisinin takriben 12 km kadar garbındadır. Ve bu silsilenin en mühim bir noktasıdır. Burasını iskat etmek istiyorduk. Bir de bu iki grubun arasında bir tepe vardır ki Belentepe deniliyordu. Afyonkarahisar cenubundaki düşmanın mevkii-i aslisi başlıca bu noktalara istinad ediyordu. Binaenaleyh, bütün topçularımız bu üç noktayı ateş altına alabilecek mevzilere konmuştur.
Arkadaşlar!
Topçularımız mevzilere gece geldiler ve karanlık içinde mevzi aldılar. Fecirle beraber bütün dünyanın gözleri açıldığı zaman ateşe başladılar. Kemâl-i takdirat ve hürmetle buradan zikretmek isterim ki topçularımızın o gün göstermiş olduğu maharet ve vukuf bütün dünya topçuları için misal olacak mahiyetteydi. Hayat-ı askeriyemde bu kadar mükemmel bir topçu ve bu kadar mükemmel idare edilmiş bir topçu ateşi nadiren gördüm. Topçularımız saat 16.30’da endahta başladılar. Bilirsiniz ki topçulukta evvela ateş tanzim etmek için endaht yapılır ve yarım saat zarfında bütün bu cephe üstünde endaht tanzim edilmiş ve saat beşte yani yarım saat sonra bu saydığım nokta üzerine şiddetle tesir endahtına başlamıştır. Bu mevazi çok ama çok müstahkemdi. Bu mevaziin kıymet-i tedafüiyesini en son tetkik eden bir İngiliz Erkânıharbiyesi’nin verdiği bir raporda; —eğer Türkler bu mevazii dört beş ayda işgal ederlerse, bir günde iskat ettikleri iddia edebilirler. Fakat Türkler bu mevaziiiskat etmek için üç dört ay değil bir gün değil kendisine bir saat kâfi gelmişti.—
Saat altıda Tınaztepe’ye hücum vaziyetinde hücum mesafesine yaklaşmış bulunan piyadelerimiz önlerindeki tel örgüleri kesmeye ve bertaraf etmeye lüzum görmeyerek ayaklarını kaldırdı ve tel örgülerden bacaklarını aşırarak atladılar. Orada bulunan Yunan neferlerini süngüleriyle tamamen tepeledikten sonra Tınaztepe’yi işgal ettiler. Ben bu manzarayı seyrederken, bir suale cevap vermeyi hatırladım. “Bu tel örgüleri nasıl geçebilirsiniz” diyorlardı. Oradakilere dedim ki: “İşte böyle ayağını kaldırır ve geçersiniz.” Bunu müteakip efendiler, saat dokuzda Belentepe düştü ve onu müteakip Kalecik sivrisi düştü. Fakat bunun daha şimalinde 1310 rakımlı Erkmen Tepesi hâlâ mukavemet ediyordu. Bunun sebebini izah edeyim:
Biz ağır topçularımızı mevzilere getirebilmek için yollar yapmaya mecbur olmuştuk. Bu mıntıkayı bilenlerce malumdur ki burası tekerlekli vesaitin hareketine gayri müsait bir yerdir. Yol yoktur. Binaenaleyh ondan daha ilerisine yol yapabilmek için mutlaka Yunanla çarpışmak lazım geliyordu.
Son 1310 rakımlı tepe topçu ateşimizin tesirinden uzaktı. Oraya taarruzlarımız, tekerlek geçmediği için yalnız cebel toplarıyla himaye edilmek mecburiyetindeydi. Onun için mukavemet edildi. Bu nokta o kadar çok mühimdir ki düşman bütün kuvvetiyle ve bütün vesaitiyle orasını elde etmeye çalışıyordu. Tınaztepe mevzii mühimminin garbında taarruz eden kıtaatımız da bazı mühim noktalara, mühim mevzilere dahil olmuşlardı.
Bu taarruzun en sol cenahında olan 57. Fırka taarruzlarını tevcih ederken, kuvvetlerini biraz yekdiğerinden uzakça bulundurmuştu. Bu itibarla düşman üzerinde müessir bir tazyik yapamıyordu. O fırkanın kumandanı Reşat Bey namında bir zattı. Bu zatı çok eskiden tanıyordum. Muş’ta beraber muharebe yapmıştık. Suriye’de çok muharebeler yaptık. Çok kıymetli bir askerdi. Şahsen bana çok muhabbet ve emniyeti vardı. Telefonla sordum: “Niçin hedefinize vâsıl olamadınız?” dedim. Cevaben dedi ki: …“Yarım saat sonra bu hedeflere vâsıl olacağız.”Halbuki maatteessüf, yarım saatte bu hedefler istihsal edilememişti. Tekrar sorduğum zaman, telefonda Reşat Bey’in son bir vednâmesini okudular. Orada diyor ki: …”Yarım saat zarfında size o mevzii almak için söz verdiğim halde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam!”
Bu misali, Reşat Bey’in o hareketini takdir etmek için söylemiyorum. Tabii öyle bir muamele ve öyle bir hareket bizce şayan-ı kabul değildir. Yalnız ordumuzdaki zabitanın ve kumandanların kendilerine verilen vazifeyi ifada gösterdiği tehalükü ve hissi namusu göstermek isterim.
—Yahya Galip Bey (Kırşehir): …”Türklüğünü göstermiştir… Allah rahmet eylesin!”
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri devamla:
…”Hakikatten ordumuzdaki zabitan ve kumanda heyet-i âliyesi yekdiğerine karşı böyle muhabbetle, hürmetle emniyet ve itimatla merbuttur. Mafevkten aldıkları emri bir namus telakki ederek ifa ederler.”
Efendiler!
Düşman yakın takviye kıtaatını birinci hatta ithal etti. Ve Balmahmut üzerinden ve Afyon’dan dahi bir takım takviye kıtaatı celbetti. Ayrıca otomobillerle toplar getirdi ve bizim elimize geçen noktalar tekrar istirdat için mukabil taarruza geçti. Bu Tınaztepe’nin garbında elde edilmiş olan mevazii hemen kâmilen düşman tarafından istirdat olunup ve Tınaztepe üzerine tevcih ettiği taarruzlar bidayette askerlerimizin çok fazla mukavemeti ve bilhassa Belentepe’ye biriken kuvvetlerimizin yandan piyade ve topçu ateşleri sayesinde bir an için tevkif olunabildi. Fakat düşman tekrar takviye kıtaatı aldı. Akşamüzeri bu Tınaztepe kâmilen düşman eline geçti ve 1310 rakımlı tepe sebat etti. Aynı zamanda düşman Kalecik sivrisi ile Akarçay arasında Afyon cenubunda bir mukabil taarruz hazırlığına kalkıştığı zannedilebilir. Hakikatten orada birtakım kuvvetler toplandı ve bütün bu cephe üzerinde, Işıklar istikameti umumiyesinde gayet kesif bir topçu hazırlığına başladı. Düşmanın böyle bir hareketi çok mâkul ve çok muhtemeldi. O kadar muhtemeldi ki biz bu harekata başlamadan evvel düşmanın, bizim üzerimizde en müessir bir hareketi olmak üzere bunu kabul etmiştik. (Bakınız: Sf:385)
Filhakika düşman, böyle Karahisar’dan Akşehir istikamet-i umumiyesine yapılan bir taarruzda muvaffak olduğu takdirde kuvay-ı asliyemiz garpta kalmış ve diğer kuvvetlerden ayrılmış olabiliyordu. Düşmanın bu kadar çok ehemmiyetli olan teşebbüsünü daha evvelden düşünmüş olduğumuzdan adem-i muvaffakiyete müncer etmek için lâzım gelen her türlü tedabir de alınmıştı.
Onun için düşmanın bu teşebbüsü bizi ürkütmedi. Mamafih, bu cihet üzerine ve hemen bütün cepheler üzerine teveccüh eden askerlerimizin şedit ve kahramanca taarruzları, düşmanı bu harekete geçirmekten men etti. Düşman böyle bir şey yapmaya cesaret edemedi.
Tınaztepe’ye düşman tamamen hâkim olduktan sonra orada bulunan kuvvetlerimizden bir alay ki ismini hürmetle ve takdirle yâd etmek istiyorum. Bu 57. Alay’dır. Düşmana ateş istimaline lüzum görmeksizin süngüsünü takıp düşman cephesine girdi. Bunun neticesi olarak çok derin ve muhkem bulunan Tınaztepe baştan nihayete kadar elimize geçti.
26 Ağustos akşamına kadar bu cephe üzerinde cereyan eden vaka bundan ibarettir. Yani Akarçay’dan Tınaztepe’ye kadar uzayan mevazi üzerinde Kalecik sivrisi, Belentepe ve Tınaztepe elimize geçmişti.
Oradan sonraki mevziilere kuvvetlerimiz dâhil olamamışlardı. Bunun garbında icray-ı faaliyet edecek olan süvari kolordumuz, malûmu âliniz. Afyon’un garbında Çayhisar vardır. Çayhisar ‘a kadar geldiler. Daha ileriye kuvvet geçirmek için zaman kendisine müsaade etmiyordu. Fakat süvari kıtaatımızın burada görünmesi derhal düşmanın nazarıdikkatinicelbetti ve düşman buna karşı Ayvalı fırka hattının şimalinden cenubuna doğru, garba müteveccih bir cephe almaya mecbur oldu. Harita üzerinde vazife mütalâa olunduğu zaman suhuletle görülüyor ki bu vaziyet düşman ihatasının mebdeidir. Düşman şarka ve cenuba müteveccih olduğu gibi, İzmir’e karşı garba da bir cephe almaya mecbur edilmişti. Bu vaziyetle düşman kendi kendini bir kale içerisine koymuştur.
Diğer cephelerde Afyon’un garbındaki düşman mevziilerine kuvvetlerimiz taarruz etmiştir ve orada bulunan düşman kuvvetlerini cenuptan gelip muavenet etmekten men etmeye muvaffak olmuştur. Onun daha şimalinde, düşman için fevkalâde haiz-i ehemmiyet olan Kazuçuran namında kuvvetli bir mevkii müstahkem vardı. Oraya bizim fırkamız taarruz etti ve orasını da aldı. Fakat düşman bu noktaya çok ehemmiyet verdiğinden, kıtaatını takviye etti. Mukabil taarruz yaptı ve bizim fırkayı oradan aldı. Fakat aynı fırka tekrar şiddetle taarruz ederek aynı mevzii bir daha zaptetti. Bunun daha şimalinde hareket eden bir fırkamız vardı. Bu da diğer Döğer istikameti umumiyesinde yürüyordu. Her önüne tesadüf ettiği düşmana taarruz etti ve bu sayede düşmanın Döğer civarında bulunan üç fırkalı ihtiyat kuvveti yerinden kıpırdayamadı. Bunun daha şimalinde Seyitgazi’ye yakın olan Hüsrev Paşa mıntıkası vardır. O mıntıkada bulunan düşman kuvvetlerine taarruz eden kıtaatımız düşmanın üç fırkasını teshile muvaffak olmuştur. Ve taarruz eden bu kuvvetlerimiz oradaki düşmana nazaran, dörtte bir nispetindeydi.
Kocaili grubunda da taarruz başladı. Kıtaatımız verilen vazifeyi muvaffakiyetle ifa ediyorlardı. Menderes havalisindeki bütün kıtaat dahi verilen vazifeyi muvaffakiyetle yapıyorlardı. Orada bir süvari fırkamız Uşak’ın garbına kadar ilerleyerek düşman hududu muvasalasını kat etmeye başlıyordu.
Binaenaleyh 26 Ağustos akşamı vaziyet bu idi. Eğer tetkik edilecek olursa, bu netice ayan-ı memnuniyettir ve hakikatten Başkumandanlıkça şayan-ı memnuniyet görüldü. Çünkü şimalde ve Menderes’te düşman kuvvetlerini tam tasavvur ettiğimiz gibi bulunduğu yerlerde tespit ettik ve sonra Afyonkarahisar garbındaki çok müsahkem bir hattın en mühim nokta-ı istinadiyesinden üç yer elimize geçti. (Bakınız: Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Cerideleri, Devre: I, Cilt: XXIII, Sf:264-277)
***Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.