Geçtiğimiz aylarda bazı Çinli bilim insanları, embriyoları üzerinde gen düzenlemesi yaptıkları ilk bebeklerin sağlıklı bir şekilde dünyaya gözlerini açtıklarını duyurdular.
Böylece henüz doğmamış bebeklerin tasarlandığı, insanların insan tasarladığı, pek çoğumuzu haklı bir şekilde tedirgin eden, bir o kadar da yeni imkanlar sunan “tuhaf” bir döneme ilk adımını atmış oldu insanlık.
Yapılan gen düzenlemesini savunan bilim insanları, doğan bebeklere HIV virüsüne karşı doğuştan bağışık kazandırılabildiğinin; karşı çıkan bilim insanları ise bu türden düzenlemelerin moral ve etik olarak savunulabilir bir tarafının olmadığının altını çizdiler.[1]
İnsan genomu düzenlenmesine karşı çıkar görünen bilim insanlarının bile “henüz çok erken, toplum buna hazır değil” gibi bir söylem içinde olması, bilim dünyasının bu konuda kararını çoktan verdiğini, bu kapının bir daha kapanmamak üzere açıldığını, geri kalan sürecin ise artık bir “zaman meselesi” olduğunu gösteriyor olmalı. Evet, maalesef insanların insan tasarladığı dönemin kapısı açıldı ve bir daha kapanmayacak.
2000 yılında İnsan Genomu Projesi’nin tamamlanmasıyla önemli bir eşikten geçilmişti, artık insan DNA’sındaki 35 binden fazla genin haritasına sahip olmuştu bilim dünyası. Hangi gen dizilimlerinin, insanlarda, bitki ve hayvanlarda hangi işlevleri olduğunun yavaş yavaş keşfedilmesiyle birlikte de son birkaç yıldır hayatımızda “Genetiği Değiştirilmiş Organizma” anlamına gelen GDO kavramı var.
Yediğimiz bir ürünün üzerindeki “GDO içerir” gibi küçücük bir ifade ile adeta küçümsenen durum, aslında “Bu bitkiyi önce Tanrı tasarlamıştı, sonra biz onu biraz değiştirdik” gibi küstah bir anlama gelmektedir oysa ki.
Canlıların on binlerce yıl içinde edindikleri özellikleri, genlerine aktarmalarının Tanrı’nın tasarım metodu olduğunu kabul edersek, insanoğlunun varlığını bile henüz son altmış yıldır keşfettiği genetik bilmeceye, tüm sonuçlarını öngöremediği halde bir şeyler ekleyip çıkarmasının sonuçlarını birlikte yaşayacağız. Oysa ki Tanrı’nın laboratuvarı olan tabiatta, herhangi bir değişikliğin tüm sonuçlarını gözlemek için sınırsız zaman ve imkân vardır.
Bitki, hayvan ve insan DNA’sındaki gen bloklarının işlevlerinin teker teker keşfedilmeleri ve adına CRISPR dedikleri teknikler ile DNA dizilimine gen eklemek, gen çıkarmak gibi gelişmelerin arka arkaya gelmesi sonucu, artık kaçınılmaz olarak, insanların insanlara genetik özellik satacağı bir döneme geldik.
Biz her ne kadar itiraz etsek de her ne kadar bu türden uygulamalar Dünya üzerinde şu anda 25 ülkede yasaklı olsa da zamanla bu yasaklamalar bazı yasal düzenlemeler ve bilimsel amaçlı, sınırlı ve kontrollü uygulamalar öne sürülerek birer birer aşılacak ve henüz doğmamış bebeklerin tasarlandığı, deyim yerindeyse “kaderlerinin belirlendiği” yeni bir toplum modeli önümüzde belirecektir.
Bilimkurgu filmlerinde olduğu gibi “doğacak çocuğunuza renkli gözler, altın rengi saçlar, üstün bir zekâ satın almak ister misiniz?” diye sorulacağı, daha doğrusu ebeveynlerin bu türden geliştirmeleri(!) satın almalarının varoluş mücadelesinin bir parçası sayılacağı günler kapımıza dayandı.
Evet, insanoğlu bu zorbalığı da yapacak, çünkü insanoğlunun yapmayı başarabildiği herhangi bir şeyden, onu alıkoyacak hiçbir güç yoktur. Söz konusu olan başarı, Tanrıcılık oynamak olduğunda ise, insanoğlunun ne kadar ölçüsüz olabileceği; insanlığın, tarihin başlangıcından bu yana vermekte olduğu en ciddi sınavıdır.
Bir an için bu türden bir teknolojik gelişmenin olası yararlı sonuçları, örneğin olası genetik hastalıkların önceden tespit edilmesi ve önlem alınması gibi ihtimaller ruhumuzun iyi niyetli ve saf yönünü cezbetse de söz konusu insanoğlunun varoluş çabası hatta savaşı olduğunda, masumiyetin alacağı nefeslerin sayılı olduğunu düşünüyorum. “İnsanoğlunun henüz doğmamış bebekleri tasarlayacağı yeni bir döneme hızla giriyoruz” cümlesini okurken gülümseyenlerden değil, derin derin düşünenlerdenim. Çünkü hepimiz çok iyi biliyoruz ki bu genetik iyileştirmeler(!) veya daha doğru bir ifadeyle başkalaştırmalar, bize kıyasla hiçbir genetik üstünlüğü olmadığı halde günümüzde bile kendilerini Dünya elitleri ilan etmiş bulunan, süper zengin bir avuç insanın, kendilerini daha da bir elit(!) hissetmelerini sağlamaya çalışmaktan başka bir iş için kullanılmayacaklar.
Dünya nüfusunun yüzde 1’i bile olmayan, fakat tüm Dünya finansını yöneten birkaç ailenin hezeyanlarına, sözde üstünlük ve asaletlerine, egolarını biraz daha şişirmelerine alet olmaktan ileri gidemeyecekler. Değişen tek şey, bugün biraz havada kalan ve somut dayanakları bulunmayan, daha çok bir mitoloji gibi kulaktan kulağa anlatılan ama çok da açıkça ifade edilmeyen bu elitlik iddialarını ileri sürenlerin; yarın aynı iddiaları süper kaslı, süper yakışıklı, süper hızlı hatta belki de insanın fiziksel sınırlarını zorlayan bazı özel donanımları ile birlikte dile getirecek olmalarıdır.
Lider olmak için gerekli tüm donanıma doğuştan sahip bulunan bir “Altınlar” sınıfı yaratacaktır bu genetik düzenlemeler. En tepede olmak için doğanlar, doğuştan önderler… ve Dünya tarihinden bir şey öğrenebildiysem eğer o da şudur ki, her elitler sınıfı, bir köleler sınıfının kafalarına basarak yükselir. Göklerde uçan Altınların uçmaya devam edebilmeleri, madenlerde çalıştırılan Kızılların emeklerini sömürmeleri ile mümkündür. Altınlar ve Kızıllar… Yani ihtiyaç duyabileceği her türlü genetik donanımı satın alınmış, tasarlanmış insanlar ve karşılarında tasarımsız bizler…
Tasarımsız olanın tasarımcısı kimdir?
Bizim de bir tasarımcımız yok mu? Neye güveniyoruz?
İnsanların tasarlandığı bir toplumda insanlar neye güvenecek?
GATTACA filminde olduğu gibi “merhaba” diyenden DNA analizi mi isteyeceğiz?
90’lı yıllarda çekilmiş olan filmde genetik mühendisliğinin çok ileri seviyelere geldiği bir toplum modeli anlatılıyordu. Dünya’ya bir çocuk getirmeden önce genetik mühendisliği şirketlerinin kapısını çalmayan ebeveynlerin adeta çocuklarının geleceğine kasteden, sorumsuz ebeveynler olarak görüldüğü; bu şirketlere yüklü miktarlarda paralar ödeyebilmenin ise çocukların geleceğine yatırım yapmak sayıldığı, çocukların yetenekleri, ahlakı, sağlığı ve kişilikleri hakkında Tanrı’ya güvenmenin ayıp, mühendislere güvenmenin ise anne-babalık görevi sayıldığı, inançtan uzak, hastalıklı fakat gayet başarılı bir toplum yapısı. Ruhsuz bir başarı…
Ben Gattaca filminden çok, Kızıl Yükseliş romanını beğenirim. Kızıl Yükseliş, Gattaca’nın bir adım sonrası gibidir. Romanda doğuştan elit bir süperler sınıfının, yalanlar ve sahte bir dünya görüşü üzerinden toplumu sınıflara bölüp sömürdüğü bir sistemde hiç beklenilmeyen bir şey olması, en büyük sürprizin, en alt tabakadan, hiçbir değer verilmeyen, sadece çalıştırılan ve kendilerinden gerçeklerin ve nimetlerin gizlendiği, en vasıfsız ve tasarımsız sınıftan çıkması, ya da başka bir deyişle ZUHUR etmesi ve tek bir kölenin adım adım sistemden intikamını almak için yükselmesi anlatılır. Sistemi yıkmaya yemin etmiş bir kölenin, sistemin en tepesine kadar sessizce yükselişi… Elit olduğu düşünülenlerin o kadar da elit olamadıkları, tasarımsız ve vasıfsız olduğu düşünülenlerin içinden ise Tanrı’nın tasarımının çıkması… Romanın sonunu kendiniz okumayı tercih edersiniz.
Gattaca filminde de Kızıl Yükseliş romanında da Tanrı’ya güvenmek ile teknolojiye güvenmek arasında bir seçim yapmaya zorlanmış toplumlar ve bu toplumlarda artık görülmesi beklenmeyen, insan üstü bir kişisel mücadele veren kahraman tiplemesi vardır. Kahraman, sisteme karşı savaşmaktadır. Bu savaş, sessiz bir plan olabileceği gibi, dev bir isyanı da hedefliyor olabilir elbette. Şairin dediği gibi: “Nerede varsa böyle zulüm, çaresi isyan olmuştur!”
İnsanın insana kul olmadığı, Güneşli günler dileklerimle sevgili okur.
https://www.youtube.com/watch?v=qUiNG1iW4Ww
***Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.