Mısır’da Napolyon’un bulduğu üç dilli Rosetta Taşı sayesinde, Mısır Hiyeroglif dili 1822’de çözülmüş ve “Egyptology” olarak adlandırılan “Eski Mısır Bilimi” oluşturulmuştur. İran’ın Persepolis kentinde bulunan ve Kral Darius’un üç dilde yayınladığı Behistun Yazıtları sayesinde 1957’de Akkad, Asur, Babil dillerinin okunması mümkün olmuş ve üniversitelerde kürsüler kurulmuştur. Sümer dili ise 1869’da Fransız Nümismatik Derneği’nde Julles Opert’in teklifiyle tanınmış, Asurbanipal sarayından çıkan Akkadca-Sümerce sözlükler sayesinde çözülmüştür.
Bu tarihten sonra seri şekilde ortaya çıkan Sümer, Akkad, Babil, Asur, Mısır, Hitit vs. dilleriyle yazılmış steller, tabletler, papirüsler, kaya yazıtları gibi yaklaşık beş yüz bin parça, insanlık tarihini tümüyle değiştirmiştir. Ancak ne ilginçtir ki; tüm bu dillerle aynı zamanlarda Anadolu’da ortaya çıkan Luvi Hiyeroglifleri diğer diller gibi ilgi görmemiş, bu dilin okunabilmesi için gösterilen çabalar küçük gruplar ve ekiplerle sınırlı kalmış, sonuçta da 21. Yüzyıla kadar Luvi diliyle yazılan metinler sırlarını korumaya devam etmiştir.
Son otuz yılda ise Luvilerle ilgili araştırma yapan bilim adamlarının sayısı artmış; makaleler, seminerler ve çalışmalara başlanmış, hatta organizasyonlar bile ortaya çıkmıştır. Bu alanda çok ciddi araştırmalar yapan İsviçre merkezli bir araştırma vakfı olan Luwian Studies Başkanı Dr. Eberhard Zangger Luvi diline bu ilgisizliğin nedenini bilim dünyasının ırkçı tavırlarına bağlamaktadır. Ona göre Yunan uygarlığı bugün medeniyetin beşiği sayılmakta, Luvi Uygarlığı ise bu genel kabule bir tehdit oluşturmaktadır. Çünkü aslında Helen uygarlığının temeli Luvi uygarlığıdır. Zannger’in ilginç iddialarından biri de bir Luvi kenti olan Wilusa bölgesindeki Truva’nın aslında Atlantis olduğudur…
Ben de yaptığım araştırmalarda Truva’nın Platon’un belirttiği Atlantis ile çok benzer olduğu sonucuna ulaştım ancak bir farkla; Atlantis bana göre Luvi’nin genel adıydı. Bizler hala Hititlerin adlandırdığı terim Luvi’yi kullanıyoruz ama Luviler kendilerine ne diyordu bilmiyoruz. Truva ise Atlantis’in baş şehri. On bölgesi bulunan Luvi, yani Atlantis’in başkenti, Poseidon ile Kleito’nun ilk oğlu Atlas’ın şehriydi. Kısaca Hititlilerin “Işık İnsanları, diğer halkların “Deniz İnsanları” olarak adlandırdığı Luviler aslında ATLANTİS’in son nesliydi.
Zaten de Platon’un Timaios ve Kritias kitaplarını baz alacak olursak iki Ege kültürüne sahip uygarlığın birbirleriyle savaşını çok net görmekteyiz:
Bir tarafta; rahipler ve tüccarlar gibi çeşitli sınıflara ayrılmış, ana silahlanması mızrak ve kalkandan oluşan, başkenti Atina olan, MÖ. 1300 lerde var olmuş(Mısırlılarda Yıl kavramı Ay için kullanılıyordu. Bknz. Manetho) bir devlet;
Diğer tarafta; çeşitli sınıflara ayrılmış, ana silahlanması mızrak ve kalkandan oluşan, iç ulaşımı üç küreklilerden, ordusu bin iki yüz kürekli gemi, on bin at arabası ve arabalı savaşçılardan oluşan, Poseidon Tapınağına sahip, kanatlı at heykelleri, nereidleri, hipodromu ve akropolü olan, başkenti Atlantis olan bir devleti yenmiştir.
Timaios ve Kritias’ı birazcık kurcalayanlar aslında Platon’un Akhalar(Mikenler) ile Truvalılar(Luviler) arasındaki savaşı yani Truva Savaşı’nı anlattığını hemen fark eder. Hatta sadece Platon değil, Mısır’daki Merenptah steli, III. Ramses’in Medinet Habu’daki duvar yazıları da bu savaşı anlatmaktadır.
Bu konuyu şimdilik bir kenara bırakalım ve iki soru soralım:
İlk sorunun cevabı James Mellaart’ta mı gizli?
Geçtiğimiz yüz elli yılda İngilizler tarihin akışını manipüle etmek amacıyla yaptıkları iki büyük sahtekârlıkla gündeme gelmişlerdir:
– Albay Vyse’nin Mısır’daki Büyük Piramit’in Kral Odası’nın üstündeki hermetik mühürlü bölmeleri patlayıcıyla açıp sonra da mogra adı verilen bir boyayla duvarlara yazdığı yazılar,
– Charles Dawson’un insan kafatası ile orangutan çenesini birbirine yapıştırıp Homosapiensin atasını buldum dediği ve kırk yıl boyunca sergilenen ve kabul gören Piltdown Adamı vakası
-Üçüncü olarak ise; bir başka İngiliz James Mellaart’ın Luvi dili ile ilgili manipülasyondan önce Anadolu Hiyeroglifleri ile ilgili kısa bir bilgi verelim:
1812’’de ise Suriye’nin Hama kenti üzerinde Luvi Hiyeroglifleri taşıyan taş bloklara rastlanmış, 1878 yılında ise Afyonkarahisar’ın 34 Km. kuzeyinde Beyköy’de çok sayıda taş blok bulunmuştur.
Fransız arkeolog George Perrot, Beyköy’e giderek yazıtı kopyalayabilmiş, ardından Edremit’te de benzer bir blok olduğunu öğrenerek oraya gitmiştir. İki yerdeki yazıtlarının çıkarmış olduğu başarılı kopyalarını hem Osmanlı hükümetine sunmuş, hem de yanında götürmüştür.
Bulguların önemli olduğunu düşünen Osmanlı hükümeti, Beyköy’deki taşların emniyete alınmasını emretmiş ancak bu konuda hemen bir gelişme olmamıştır. Eski Eserler Müdürlüğünün yöneticisi Beyköy’e bizzat gittiğinde de taşların yeni yapılan caminin temelinde kullanıldığı bilgisine ulaşmıştır. Kızgınlıkla, tüm köyün aranması emredilmiş ve bu arama sırasında, sonradan “Beyköy Metinleri” olarak anılacak, Hitit dilinde çivi yazısı ile yazılmış üç büyük tunç tablet bulunmuştur. Bundan sonra, 1919’da İsviçreli Süryani ve Hittitolog Emil Forrer, ilk kez Luvi dilindeki çivi yazısı arşivindeki belgeleri okuyabilmiştir.
1946 yılında Osmaniye ilinin Kadirli ilçesi yakınlarındaki Arslantaş Kalesi’nde bulunan, “Arslantaş Yazıtı” adıyla bilinen çift dilli Fenike-Luvi yazıtı Luvi dilinin çözülmesine katkı sağlamıştır.
1950’li yıllarda, Ankara’daki Maarif Vekaletinde Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürü Hamit Zübeyir Koşay, Beyköy Metinlerinin ayrıntılı çeviri ve yayını için hükümetten izin almış, sonrasında dünyanın en saygın hititologlarından, Yale Üniversitesi’nden Albrecht Goetze ile anlaşmıştır. Çalışmaya Türkiye’den de Arslantaş Kalesi’deki kazılarında bulunmuş olan ve Luvi dili üzerinde çalışmalar yapmış olan Prof. Dr. Uluğ Bahadır Alkım ve onun eşi Handan Alkım katılmıştır.
1953’ten sonra Hattuşaş’tan gelen Luvi çivi yazısı metinleri yayınlandığı zaman, çivi yazısı ve Luwi kökenli hiyeroglif yazısı okunabilmiştir. Tüm gelişmeler ışığında 1956 yılında, yalnızca Beyköy Metinlerini değil, edinilen diğer yazıtları da içeren, geniş kapsamlı, uluslararası bir proje ortaya çıkmıştır. Albrecht Goetze başkanlığındaki proje ekibi Harvard Üniversitesi’nden Edmund Irwin Gordon, Londra’daki British Museum’ın küratörü Richard David Barnett, Hamit Zübeyir Koşay Uluğ Bahadır Alkım ve Handan Alkım’dan oluşmuştur.
İngilizlerin Efsanevi Arkeologu James Mellaart projeye dâhil oluyor.
Projenin ana odağında olan Beyköy Metinlerinin Albrecht Goetze ve Edmund Irwin Gordon tarafından çevirisi 1960 yılında tamamlanmış görünmektedir, çünkü projeye sonradan dâhil olacak olan İngiliz Mellaart o tarihte Goetze’nin British Institute of Archaeology at Ankara Kütüphanesine metinlerin kopyalarını eklediğini bildirmiştir. Ancak ilginçtir bu çalışma Goetze 1971 yılında ölene kadar bir türlü yayınlanmamıştır.
Bahadır Alkım ve eşi İngiltere’ye 1976 yılında yaptıkları iki aylık araştırma seyahati sırasında, James Mellaart’tan bir makale yazmasını rica etmiş ve Mellaart bu öneriyi kabul ederek böylece projenin bir üyesi olmuştur.
Mellaart’ın geçmişine baktığımızda ilginç ayrıntılar dikkatimizi çekmektedir. Öncelikle Çatalhöyük ve Hacılar kazılarını da yapmış olan Mellaart otuzlu yaşlarında Dünya’nın en etkili arkeoloğu olarak kabul görmüş ancak sonrasında yaptığı çeşitli sahtecilik işleriyle anılmıştır. O dönemde Luvi hiyerogliflerine dair bilgisiz biri olarak görülmektedir ancak sonradan ortaya çıkan defterlerine bakılarak Luvi diline 1940-1950 yıllarından beri çalıştığı ve uzmanlaştığı anlaşılmıştır. Kanlıca’daki kendilerine ait olan Saffet Paşa Yalısına, aralarında ünlü casus Kim Philby (1912-1988), nüfuzlu koleksiyoncu ve Alman bankeri Hans Sylvius von Aulock (1906–1980) gibi tanınmış misafirlerin sıkça gidip geldiği anlaşılmış, bu ünlü yalı Mellaart’ın bu projeye dâhil olduğu yıl yani 1976 yılında, ilginç bir şekilde Mellaart’ın çalışma odası ve çalışmalarıyla birlikte yanmıştır.
Proje ekibinde Goetze’den sonra ikinci kayıp 1981 yılında Bahadır Alkım’ın altmışaltı yaşında vefat etmesiyle yaşanmıştır. Sonra peşi sıra 1984’te Edmund Irwin Gordon, ertesi yıl 1985’te Handan Alkım ve Hamit Zübeyir Koşay, 1986’da da Richard David Barnett vefat etmiştir. Böylece bu uluslararası projede yer alan tüm araştırmacılar projeye dair hiçbir yayın yapılamadan ölmüşlerdir.
Projede tek başına kalan Mellaart, Batı Anadolu’nun siyasal coğrafyasına dair makalesini, 1984 yılında yayınlamış ama “Arzava’nın Tarihi ve Coğrafyası” adlı bu yayın hiçbir zaman kitap olarak basılmamıştır.
Mellaart sonradan Uluğ Bahadır Alkım için şu ifadeleri kullanmıştır: “düzenlediği bu metinlerin 2000 yılında yayınlanmasını arzu ettiğini belirtti. Eğer bir nedenle gecikme olursa, … başka kaynakların engellemelerini boşa çıkarmak için çevirinin daha geniş bir çevre ile iletişimi yapılmalı”. Bu ifadelerden sonra şu eklenmiştir: “Eğer ben, James Mellaart, 2000 yılını görmez isem, yazınsal vasilerimin yayını sağlamalarını arzu ederim. J. Mellaart”. Başka bir el yazısı notta Mellaart, Alkım’ın dul eşi Handan Hanım’ın 1984 yılındaki vefatından önce yazıtın yayınlanması için Mellaart’a söz verdirdiğinden bahsetmiştir.
Burada en merak edilen konu “başka kaynakların engellemeleri” derken ne kastedilmiştir? Sorusudur. Acaba bu kaynaklardan biri projeye ilginç bir şekilde dâhil olan ve ekibin güvenini kazanmış olan Mellaart’ın kendisi olabilir midir diye düşünüyoruz.
Mellaart sonrasında bu projenin tarihçesi ve yayınlanamayan içerikleri ile ilgili bilgileri 1993’te az bilinen bir yayında anlatmış ve ardından Beyköy metinlerinin içeriğini Eberhard Zangger’e 1995 yazında gönderdiği iki uzun mektup ile özetlemiştir. Mellaart’ın 1981’de vefat etmiş olan Uluğ Bahadır Alkım tarafından yazılan Beyköy 2 akademik değerlendirmesini de çalışmasına eklemiştir.
Neden bu projeden bir yayın çıkmadığı, neden bu metinlerin tarih kitaplarına giremediği, bu metinlerde neler anlatıldığı, neden Mellaart’ın kendisi kitap çıkarmak ya da makale yazmak yerine belgeleri Zannger’e gönderdiği cevaplanması mümkün olmayan sorulardır.
Mellaart’ın Sahteciliği Ortaya Çıkıyor
Şubat 2018’in son haftasında Zangger, 2012’de ölen Mellaart’ın Kuzey Londra’daki çalışma odasını incelemek için izin almıştır. Amacı, 19. yüzyılda Batı Anadolu’da Beyköy yakınlarında bulunduğu söylenen, Mellaart’ın ‘çiviyazısı tabletlerin İngilizceye çevirisi’ olarak tanımladığı Beyköy Metni’nin güvenilirliğini destekleyecek bir kanıt bulmaktır. Oysa Londra’daki bulgular Mellaart’ın bu metinleri tümüyle uydurduğunu ortaya koymuştur.
Mellaart’ın 1981’de vefat etmiş olan Uluğ Bahadır Alkım tarafından yazıldığını iddia ettiği Beyköy 2 akademik değerlendirmesinin bizzat kendisi tarafından yazıldığının ortaya çıkması ise tam bir fiyasko olmuştur. Değerlendirme belgesinin karbon kopyaları, Mellaart’ın evinde, halen özgün daktilo sayfalarına iliştirilmiş durumda bulunmuştur.
Zannger diyor ki: “Her şeyi hesaba kattığımızda, Mellaart’ın dosyalarındaki Luvi hiyeroglif metinlerinin ve özellikle Beyköy 2 metninin sahte değil, gerçek keşifler olduklarını kabul etmek için elimizde yeterli neden bulunuyor. Geriye kalan soru şudur: Mellaart bunları nasıl elde etti?
Ve daha önemlisi: Mellaart’ın gördüğü ve kopyalayabildiği özgün çizimler nerede? Bu soruların yanıtları belki de hep bir sır olarak kalacak.”
Bizde diyoruz ki; Luvi metinleri gerçek ise;
Atlantis gerçekten de Batı Anadolu topraklarıysa ve eğer böyle bir bilgi ortaya çıksın istenmediyse Luvi dili ve metinleri hangi amaçla sabote edilmiş olabilir? Bulunan ve gizlenen başka metinler de var mıdır? “Alantallis” olarak çevrilen kelimeleri gördüğümüz bu metinlerde “Atlantis” yazan kısımlar ele geçirilmiş olabilir mi? Mellaart tüm kariyerini hiçbir karşılık almadan neden riske attı?
İkinci sorunun cevabı ise Truva ‘da mı gizli?
Bu konuda çok fazla şey söylemeye gerek yok çünkü Çanakkale Ünv Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner 2012’de Truva kazılarını üstlendiğinde şunları söylemişti:
“Troia’da yaklaşık 150 yıldır yabancılar kazı yapıyor. Ama ortaya çıkan kalıntılar geçen süreyle uyumlu değil. Troia’da kazıların ÇOMÜ liderliğine geçmesiyle birlikte çok hızlanacağını düşünüyoruz.”
Troia Antik Kenti’ndeki kazılarda 32 yıldır görev alan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Rüstem Aslan ise kazıların 150’nci yılına ulaşmasına rağmen Troia’nın çözülememiş gizemleri ve yanıt verilemeyen sorular bulunduğunu söylemiştir.
Sonuç olarak;
Dokuz katmanlı şehir Truva’nın nekrolopü dahi henüz bulunamamıştır ancak ortaya çıkan çok az buluntudan biri Luvi Mührü olmuştur. Luvi metinleri bize Truva’nın bir Luvi şehri olduğunu açık seçik ortaya koymaktadır. Atlantis-Luvi-Truva üçgeninde kritik eşik aşılmak ve Anadolu’nun sırları ortaya dökülmek üzeredir. Ancak tüm bunlardan daha ilginci Truva Savaşı’nın Anadolu’daki ilk kurtuluş savaşı olduğu, 3200 yıldır doğu ile batı arasındaki bu savaşın devam ettiği, son kurtuluş savaşının da Atatürk ile yapıldığı iddialarıdır. Bugün, Gelibolu Yarımadası’nın uç kısmında, Truva Savaşı’nın ilk şehidi Protesilaos’un anıt mezarı ile Seddülbahir Köyü içinde Çanakkale İlk Şehitler Anıtı yan yanadır.
Luvilerin yani Truvalıların verdiği bilgilerde acaba tarihi değiştirecek neler vardı ki hep gizlendi?
Acaba Atlantislilerin Anadolu’da yaşayan nesilleri mi anlatılıyordu?
Truvalıların yani Luvilerin oluşturduğu deniz birlikleri ile Mısırlıların savaşında tek tek sayılan Luvi halkları içinde Etrüsklerin de bulunması Türklerin binlerce yıl evvel Anadolu’da bulunduğunun bir kanıtı mıydı?
Helenlerin Herkül dediği Fenike’nin Melkart ya da Baal dediği Urfa Soğmatar’da ve Saymalıtaş’taki çizimlerde güneş tanrısı olarak bilinen Samaş’ın Türk Mitolojisindeki Gök Tengri olması, kardeşi İnanna’nın da Umay Ana olması tarihin çok daha derin sırlar barındırdığını mı anlatıyordu?
Mondros Mütarekesi’nin Akhaların Başkomutanı Agamemnon’un adı verilmiş olan zırhlı da imzalatılması, Atatürk ve Fatih Sultan Mehmet’in Çanakkale ziyaretlerinde “Hektor’un öcünü aldık demesi” birer mesaj mıydı?
Mısırlı rahipler Solon’a “Ey Solon! Bildiğiniz tarih çocuk masalı bile değildir.” derken tüm bunları mı kastediyordu? diyerek Atamızın bir anısıyla yazımızı sonlandırıyoruz:
13 Nisan 1934 Bergama Asklepion Tiyatrosundaki Antik yerler gezilirken Osman Bayatlı ve Alman Arkeologlar Atatürk’e açıklamalar yaparlar. Eski Yunan ve Roma uygarlığı üzerine hayranlık derecesine varan anlatımlar yapıldıkça Atatürk sıkılmaya başlar ve sonunda der ki:
“Biraz daha kazarsanız, Türk’ün çarığı çıkar.”
Göktürk Ramu 11.11.19