1938’in Ocak ayında çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in ölümü Atatürk’ün moralini çökertti ama yaşama asıldı ve ay sonunda Yalova Kaplıcasında bir tedavi kürü geçirmeye karar verdi. Kaplıcanın yöneticisi Nihat Reşat Belger uzun yıllar Paris’te doktorluk yapmış ve İstiklal Savaşı sırasında Türk milliyetçilerinin oradaki temsilcisi olmuştu. Dr. Belger, Atatürk’ü muayene etti ve döküntünün siroz belirtisi olduğunu bildirdi. Tanısını elinden geldiğince dikkatli bir şekilde açıklamaya çalıştı, …”Kaşıntının nedeni yedikleriniz ve özellikle içtikleriniz,” dedi Dr. Belger.
Doktorun sözlerinin ardındaki gerçeği anlayan Atatürk, Yalova’da sakin bir hafta geçirdi ve her akşam yeni Başbakan (25 Ekim 1937’de Başbakan olmuştu.) Celal Bayar ile birlikte yemek yedi. Ama Cumhurbaşkanı’nın hasta olduğunu engellemek olanaksızdı. 24 Ocak’ta Parti’nin yayın organı Cumhuriyet gazetesi tuhaf bir haber yayınladı. Yalova’da gerçekte var olmayan bir radyodan aldığı bilgiye göre, …”Atatürk tüm hastalıklar için kendi aldığı önlemlerin yeterli olduğunu” açıklamıştı ve …”Bu nedenle sağlığı içi halkın tümü dua etmeliydi.”
Atatürk, 1 Şubat’ta yeni Merinos Yün Fabrikası’nın açılışını yapmak üzere Bursa’ya gitti. Düzenlenen baloda yorucu ‘Zeybek Havası’ oynadı ve sabahın dördüne kadar içki masasından kalkmadı. Ertesi gün modern kaplıca otelindeki (kaplıca havuzuna akan sıcak kaynak suyunda çelik bulunduğu varsayıldığından otele Çelik Palas adını vermişti) hisselerini ve 1923 yılında kendisine armağan edilmiş olan otele bitişik evi Bursa Belediyesi’ne bağışladı.
İstanbul’a dönünce Park Otel’de yine uzun bir gece kaçamağı yaptı. Ertesi gün ateşi yükseldi ve zatürree tanısı kondu. Ama on beş gün sonra Celal Bayar ile İsmet İnönü’yü kabul edecek kadar düzelmişti. 24 Şubat’ta, Balkan Paktı Konsey Toplantısı için Ankara’ya gitmeye karar verdi. İnönü’de O’nun la birlikteydi. Tıpkı günümüzün Avrupa Birliği gibi Balkan Paktı da sık sık toplantılar yapıyordu. 27 Şubat 1938’de Atatürk, Yunan diktatörü General Yannis Metaksas ile Yugoslavya Başbakanı Milan Stojadinoviç’i kabul etti. Her ikisi de Nazi Almanya’sını yatıştırma politikasına taraftar oluyorlardı. Daha önceki toplantılarda olduğu gibi görüş alışverişinde bulunuldu, ama hiçbir sonuç çıkmadı. Yine de Atatürk yabancı gazetecilere, …”Dünyada şimdiye kadar, başka başka milletlerin ünyon (birleşme) (Atatürk, Fransızca ‘union’ sözcüğünü kullanmıştı) yaptıkları ve asırlarca beraber yaşadıkları tarihte görülmüştür. Bizim kurmak istediğimiz ünyonların çok fevkinde olmasını isteriz,” açıklamasını yaptı. Ne var ki, Balkan Paktı on sekiz ay sonra patlak veren İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte eriyip gitti.
Bir türlü durdurulamayan burun kanaması nedeniyle Atatürk toplantıya geç kalmıştı. Bu kanamada ilerleyen ‘Siroz’un başka bir belirtisiydi. Celal Bayar yurtdışından bir uzman çağırmak için iznini istedi. Atatürk’ün çevresindeki doktor dostlarından çok, saygın bir yabancının sözlerini dinleyeceğini inanıyordu. Kısa bir tartışmadan sonra Cumhurbaşkanı kabul etti ve Ankara’ya gelen Fransız uzman, Profesör Fissenger ilerlemiş siroz tanısını onayladı.
30 Mart’ta Resmi Türk Haber Ajansı, …”Cumhurbaşkanı’nın gribe yakalandığı için Profesör Fissenger tarafından muayene edildiği ve korkulacak bir durum bulunmadığını,” açıkladı ve …”Fissenger’in Cumhurbaşkanı’na bir buçuk ay dinlenmesini önerip ülkeden ayrıldığını,” bildirdi. Gerçi dedikodular geçen Aralık ayında Fransız kaynaklarından yayılmıştı, ama ilk kez Cumhurbaşkanı’nın hastalığı konusunda resmi bir haber veriliyordu.
Kendisine bu dedikodular hakkında soru sorulan Hariciye Vekili Rüştü Aras, İngiltere Büyükelçisi Sir Percy Loraine’i yanlış yönlendirmeyi başararak onun kendi Dışişleri Bakanlığı’na Atatürk’ün sağlık durumu hakkında iyimser raporlar göndermesini sağladı. Aras’ın umut dağıtması için çok geçerli bir nedeni vardı: ”İnönü ile yolları ayrılmıştı ve eski Başbakan’ın Cumhurbaşkanlığı’na geçmesi olasılığından” çekiniyordu. Ayrıca, “Atatürk gibi o da, hastalık haberinin Hatay konusunda Türkiye’nin elindeki kozları zayıflatacağından” korkuyordu. Loraine ise bütün İngiliz diplomatları gibi Fransızların söylediklerine inanmama eğilimindeydi. Dr. Fissenger’in öğütlerini dinleyen Atatürk birkaç ay boyunca Çankaya’da düzenli bir yaşam sürdü. 13 Nisan’da son kez Celal Bayar’ın eşliğinde İnönü ile görüştü.
Atatürk, halkın karşısına çıkmak için son bir çaba gösterdi ve Ankara’da İstiklal Savaşı öncesi Samsun’a çıkışının yıldönümü olan 19 Mayıs törenlerini izledi. Sonra güneye giden trene bindi. İskenderun sancağında seçim tarihi yaklaşırken, Fransızlara baskı yapmak amacıyla 30.000. asker yerleştirilmişti. Atatürk, sınırdan pek uzak olmayan Adana ve Mersin’deki birlikleri teftiş ederek propaganda kampanyasını güçlendirdi. Konuşma yapmadı, ama orada bulunması Fransızların tartışma konusu bölgeye Türk askerlerinin girmesine izin vermelerine yardım etti. Yolculuk O’nu çok yormuştu ama vazgeçmedi ve hatta Mersin yakınındaki bir arkeolojik kazı yerini de ziyaret etti. Ankara’ya dönünce O’nu garda karşılayanların arasında bulunan bir Bakan, Falih Rıfkı Atay’a dönüp, …”Falih! Atatürk’ün derisinin rengine bak! Bu bir ölü rengi…” dedi.
Ertesi gün, 26 Mayıs 1938’de Atatürk İstanbul’a gitmek üzere son kez Ankara’dan ayrıldı. İstanbul Boğaz’ının kıyısındaki Dolmabahçe Sarayı’ndan Florya sahilindeki evine gitti. Aniden rahatsızlanınca aceleyle Saray’a geri götürüldü. Karaciğerinin çalışmaması nedeniyle karnında oluşan ödem O’nu rahatsız ediyordu.
Bu arada Celal Bayar, Atatürk’ün gözüne girmek için başka yollar bulmuştu. Padişahın eski yatı Ertuğrul artık Marmara Denizi’nden dışarı çıkamayacak kadar yaşlanmıştı ve Cumhurbaşkanı Karadeniz ile Akdeniz gezileri için yolcu gemilerine binmek zorunda kalmıştı. Daha görkemli bir yata sahip olmak O’nu mutlu edecekti. Başbakan Savarona adındaki lüks bir yatın, inşa edildiği Alman tersanesinde boş olarak durduğunu öğrenmişti. Amerikalı bir milyoner için 1931 yılında yapılmıştı ve ABD Hükümeti tekneden vergi alınacağını açıklayınca, teslim alınmamıştı. Türk Hükümeti Savarona yatını 1938 Mart’ında 1.250.000.USD (Bir milyon ikiyüz elli bin dolar)’a satın alıp ulusun bir arağanı olarak Atatürk’e sundu. Görevde bulunduğu uzun yıllar boyunca tutumlu olmayı savunan İsmet İnönü’ye karşı gizli bir serzenişti bu. Savarona 1 Haziran 1938’de İstanbul’a geldi. Yatın şansı varmış ki, “Güneş-Dil” adı verilmesi için yapılan garip öneriden vazgeçildi.
Atatürk doktorların öğütlerine kulak verip tam bir dinlenmeyi kabul ederek Saray’dan yata taşındı. 8 Haziran’da Profesör Fissenger tekrar çağırıldı. Paniğe meydan vermemek için, Atatürk’e o tarihte safra kesesi iltihabı çeken İnönü’yü tedavi etmek için geldiği ve bu fırsattan yararlanarak kendisini de muayene edeceği söylendi. Fissenger muayeneden sonra Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya’ya Cumhurbaşkanı’nın en fazla iki yıl yaşayacağını, ama her an ölme tehlikesinin de bulunduğunu bildirdi.
14 Haziran’da, Atatürk, Savarona’dan Cenevre’deki Afet (İnan)’e bir mektup gönderip hastalığının tedavi edilememesinin doktorların suçu olduğundan yakındı. Ayağa kalkıp yürümesine çok erken izin vermişlerdi. Yine de genel olarak durumu iyiydi, tümüyle düzeleceğine inanıyordu ve Afet’in kaygılanması için hiçbir neden yoktu. Beş gün sonra kendi yatıyla İstanbul’a gelmiş olan Romanya Kralı Carol’un, Atatürk’ü Savarona’da ziyaret etmesine izin verildi. Südet bölgesinde yaşanan krizden söz ederlerken Romanya Kralı, Çekoslavakya Cumhurbaşkanı Benes’in uzlaşmaya yanaşmadığından şikâyet etti. Atatürk, …”Bir devlet başkanının kendisine emanet edilmiş toprakları terk etmesini nasıl bekleyebilir siniz?” diye karşılık verdi. Hastalığı muhakeme gücünü ya da görev duygusunu etkilemişti.
Başka bir ziyaretçi de Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapanmasından sonra atandığı Londra Büyükelçiliği’nden gelen Fethi Okyar idi. Hastalığın Atatürk’ün bedenini etkilediğini, ama beyninin her zamanki gibi ve hatta içkiyi bıraktığından beri daha fazla çalıştığını fark etti. Ve …”Atatürk’e yorgun olduğunu ve Boğaz’ın Anadolu yakasında biraz kır havası almanın kendisine iyi geleceğini düşündüğünü,” söyledi. Genç bir kurmay subayı adayı olduğu günlerde Ali Fuat Cebesoy ile birlikte ziyaret ettiği sultanların Alemdağ’daki Av köşküne gitmeyi aklından geçiriyordu. Av köşkü incelendi ve harap bir durumda olduğu görüldü; onarımı çok uzun sürecekti.
Atatürk, yeni Başbakan’ı ile çalışmayı sürdürdü. 1938’de Cumhuriyet’in kuruluşunun On beşinci yıl dönümü yaklaşırken, İstiklal Savaşı’nın sonunda Türk milliyetçi hareketine karşı çıktıkları için sürgüne gönderilen 150 kişiyi affetmeyi kabul etti. Atatürk’ü eleştirenlerden bir olan Rauf Orbay, Cumhuriyet’in Onuncu yıl dönümünde çıkan afla ülkesine dönmüştü. Atatürk’ü hastalığı sırasında en sık ziyaretine gelenlerden biri Ali Fuat Cebesoy idi. Refet Bele ise Milletvekiliydi. Artık eski defterler kapanmıştı. 150 kişiyi affeden yasa 29 Haziran’da Meclis’ten geçti. Hiç kimse ret oyu vermedi, ama aralarında İnönü ile ‘Mutat zevat’ın da bulunduğu milliyetçi hareketin bazı önde gelen isimleri oylamaya katılmadı.
Ne yazık ki, baskı rejiminin başka kurbanlar da vardı;
29 Ağustos’ta komünist şair Nazım Hikmet, sözde ordu ve donanmada ayaklanma çıkarmaya kalkışmakla suçlanarak “28 yıl” hapis cezasına çarptırıldı ve bağışlanmak için Atatürk’e başvurdu. Artık Cumhurbaşkanı hastalığının son aşamalarındaydı ve askeri mahkemeler, sert bir disiplin anlayışıyla komünistlere kesinlikle hoşgörü göstermeyen Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın alanına giren bir konuydu. Nazım Hikmet İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına dek hapishanede kaldı.
Hükümetin attığı adımlar sürekli olarak Atatürk’e bildiriliyordu;
1929 – 1930 bunalımından sonra ekonomi düzelmeye başlamıştı ve Bayar, ikinci beş yıllık kalkınma planı çerçevesinde iş adamlarının devlet bakanlarıyla el ele çalışacaklarını umuyordu. “İş Bankası Grubu” kısa bir süre için yükselişe geçmişti. Daha da önemlisi, yeni bir dünya savaşı yaklaşırken Türkiye’ye kur yapanların sayısının artmış olmasıydı.
İlk çelik fabrikasını kurması ve silah alabilmesi için İngiltere, Türkiye’ye 16.000.000. Sterlin tutarında borç vermiş ve kısa süre sonra Nazi Almanya’sının bir bakanı 15.000.000. Marklık bir kredi önerisiyle Ankara’ya gelmişti. Yabancı yardımın kaynağı, artık yalnızca Bolşevik Rusya değildi.
Hasta yolcusunu oyalamak için Savarona yatı Boğaz’da ve Marmara’da kısa geziler yapıyordu… Ama Atatürk’ün durumu ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı’nın açıklarında demirleyip bir daha ayrılmadı. Jeneratörleri çok gürültü çıkardığı için yatın elektriği yanına bağlanmış bir denizaltıdan sağlanıyordu. Atatürk’ün, …”Bir çocuk oyuncağını bekler gibi bu yatı beklemiştim. Mezarım mı olacak bu tekne benim?” dediği yazılmıştır. Verilen yanıt “Hayır!” oldu ve 24 Temmuz’da doktorları Cumhurbaşkanı’nın karaya çıkarılmasına karar verdiler. Halkın ilgisini çekmemek için Saray’a taşınma işlemi hava kararınca gerçekleştirildi ve Atatürk yattan bir koltukla çıkartılıp Dolmabahçe Sarayı’nın denize bakan bir odasına yerleştirilirken ışıklar söndürüldü. Yatağının karşısında Moskova’daki Türk Büyükelçisi’nin gönderdiği, muhtemelen Kafkas dağlarında baharı gösteren bir tablo asılıydı.
Atatürk’ün geniş ailesinin bütün bireyleri sarayda toplandı. Afet (İnan) Cenevre’den geldi; Makbule (Atadan) ile Sabiha (Gökçen) yanından neredeyse hiç ayrılmadılar. ‘Mutat zevat’, Kılıç Ali ve Salih Bozok’da aynı durumdaydı. Yalnızca Küçük Ülkü Ankara’ya gönderildi.
Altı Türk doktorundan oluşan bir heyet Cumhurbaşkanı’nın tedavisini üstlendi ve düzenli olarak sağlık raporları yayımlanmaya başladı. İyimser bir hava yansıtan raporlar Cumhurbaşkanı’nın dinlendiğini ve düzelmekte olduğunu bildiriyordu. Resmi açıklamalara ilk meydan okuma, 7 Ağustos tarihinde Tan gazetesinin liberal başyazarı Ahmet Emin Yalman’dan geldi. Gerçek bilgiye ulaşmayı hedefleyen nazik sorgusuna karşılık gazetesi üç ay süreyle kapatılarak tepki gösterildi.
Halka belli etmeden Profesör Fissenger tekrar çağırıldı ve bu kez yanında bir Alman ve bir Avusturyalı profesör vardı. Hastanın karnından su alınmasına hep birlikte karar verdiler. Atatürk kabul etti, ama riskli olduğunu anlayınca vasiyetini yazmasının zamanı geldiğini anladı. 5 Eylül’de hazırlanan belge oldukça kısaydı. Sahip olduğu bütün malları Halk Fırkası’na bırakıyordu. Elde edilecek gelir kız kardeşinin ve beş manevi kızının mütevazı aylık giderlerini karşılamaya yetecekti. Kız kardeşi Makbule (Atadan)’ye yaşamının sonuna dek Çankaya’daki eve sahip olacaktı. Pilot olan manevi kızı Sabiha Gökçen’e bir ev satın alınacaktı. İnönü’nün çocuklarına eğitimlerini tamamlamaları için gerekli olan tutar ayrıldıktan sonra geriye kalan, Tarih ve Dil Kurumlarına verilecekti. Atatürk, İnönü’nün zengin olmadığını biliyordu ve belki de eski Başbakanının hastalığının ciddiyetini abartmıştı. Öte yandan, vasiyetin bu maddesi, bir barış önerisine benzemekte ve hizmetlerini takdir ettiği, ama disiplinli oluşuna içerlediği bir adamı görevinden aldığı için suçluluk duygusuna kapıldığı izlenimini vermektedir.
İsmet İnönü Ankara’dan ayrılmadı. Atatürk’ün ölümünden üç ay sonra yazdığı bir notta, Onun temas kurduğu takdirde gerek yeni hükümetin gerekse kendisinin otoritesini zayıflatmaktan korktuğu için bunu istemediğini iddia etmiştir. İnönü’ye göre Atatürk sürekli olarak eski Başbakan’ın, Başkent’te kalıp sağlığına kavuşmasını söylemişti. İnönü’nün, Cumhurbaşkanı kendisini hasta yatağının yanında görmek istemediği için İstanbul’dan uzak kaldığı iddiası mantıklı görünüyor. Görevinden aldığı bir yardımcısını görmek belki Atatürk’ü tedirgin edebilirdi. Bu arada, metresini öldürdüğü için ‘Mutat zevat’ arasından uzaklaştırılmış olan Recep Zühtü’nün, Atatürk’ü görmeye İstanbul’a geldiği takdirde onu öldüreceği tehdidin İnönü’yü korkutmuş olduğu dedikoduları da dolaşmaktaydı. İnönü, Atatürk’e iyi dileklerini mektupla iletti. Cumhurbaşkanı’nın yakın arkadaşı Salih Bozok ile sürekli iletişim kurdu; Sabiha Gökçen onu sık sık ziyaret edip Cumhurbaşkanı’nın hastalığı hakkında bilgi verdi. Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras, Washington’a Büyükelçi olarak gitmesini önerince İnönü reddetti. Atatürk’ten sonra kimin geleceğinin mücadelesi başlamıştı ve İnönü yakında Meclis’in toplanacağı Ankara’da kalarak zekice bir oyun oynuyordu.
13 Ekim’de Atatürk’ün karnından tekrar su alındı. Üç gün sonra komaya girdi. Sekreteri Hasan Rıza Soyak, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Bölüğü Komutanı ve bir yaveri sırayla başucunda nöbet tutmaya başladılar. Cumhurbaşkanı’na vekâlet eden Meclis Başkanı Abdülhalik Renda ile kabine üyeleri aceleyle İstanbul’a koştular. Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, gelmesi için İnönü’yü ikna etmeye çabaladı. İnönü bir kez daha reddetti.
17 Ekim’de Şükrü Kaya, İstanbul gazetelerinin başyazarlarına bir brifing verdi. Atatürk öldüğünde, denetim kolayca elden kaçabileceği için toplantılara ve Camilerde ayin yapılmasına izin verilmeyeceğini açıkladı. Rejim Anayasa uyarınca sürecek ve Meclis yeni Cumhurbaşkanı’nı seçecekti. Birkaç kişiden fazlasının aday olmayacağını tahmin eden Şükrü Kaya anlamlı bir biçimde, “Bakalım Meclis’in kabul edeceği kimseye namzetliği nasıl kabul ettireceğiz?” diye ekledi. İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmayı istediğinden kimsenin kuşkusu bulunmadığından, bu sözler Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras ve ‘Mutat zevat’ tan bazılarının alternatif bir aday olarak Mareşal Fevzi Çakmak’ı öne sürme çabalarına dikkat çekiyordu.
Kendisi de İnönü’ye karşı olan Atatürk’ün sekreteri Hasan Rıza Soyak anılarında, …“Vasiyetnamesini imzaladıktan sonra Atatürk’ün Mareşal Çakmak’ın iyi bir seçim olacağını, çünkü bütün iyi yönlerine karşın, İnönü’nün ülkede pek fazla sevilmediğini söylediğini” iddia ediyor. İnönü’nün anıları da bu olayı aydınlatıyor, …”Kendisine muhalif olanların Atatürk’ü ardılını açıklamaya ikna edememeleri üzerine, Soyak’ın bir ‘şifahi vasiyet’ uydurmaya çabaladığını, ama Celal Bayar’ın buna karşı çıktığını,” anlatıyor. Olayın gerçek yüzü ise, etrafındakilerin, yaklaşan ölümün kabulü olarak yorumladıkları vasiyetnamenin imzalanmasından sonra dahi, Atatürk’ün ardılını açıklamamış olmasıdır. Acaba gerçekten meclisin özgür olması gerektiğine mi inanmıştı? Bu hastalıktan kurtulabileceğini mi düşünüyordu? Yoksa her şart altında İnönü’nün bu makama seçileceğini hissediyor ve adını verdiği takdirde bir yıl önce başbakanlık görevinden almakla hata ettiğini göstereceğinden mi çekiniyordu? Her üç fikir de O’nun karakter yapısına son derece uygun olurdu.
22 Ekim’de Atatürk kendine geldi ve düzelmiş gibi göründü. Bundan böyle sağlık raporlarının yayımlanmayacağının açıklanmasından sonra Bakanlar Ankara’ya döndü. Söylentilere göre Profesör Fissenger, 29 Ekim’deki Cumhuriyet Bayramı kutlamaları için Atatürk’ün Ankara’ya gidebileceğini söylemişti ve Şeref Tribün ’ündeki yerine çıkabilmesi için bir asansör yapılması emri verildi. Ne var ki, sağlığı tekrar kötüye gitti ve 1 Kasım’da Meclis’in açılış konuşmasını kendi adına Celal Bayar’ın yapmasını kabul etti.
Atatürk ölüm döşeğinde yatarken İstanbul, Cumhuriyet Bayramını kutladı. Askeri okul öğrencileri, askeri bandonun marşlar çaldığı bir gemiyle Dolmabahçe Sarayı’nın önünden geçtiler. Atatürk’ün yatağından kaldırılıp penceren öğrencileri selamladığı sık sık anlatılır. Sekreteri Hasan Rıza Soyak ise anılarında, …”Pencereye yaklaşanın Kılıç Ali olduğunu ve onun gemiye süratle ilerlemesini işaret ettiğini” belirtir. O gün aynı şekilde Cumhurbaşkanı’nı rahatsız ettiği için havai fişek gösterileri de kısa kesilmişti.
8 Kasım Salı günü Atatürk son kez komaya girdi. Hasan Rıza Soyak’a göre son sözleri doktoru Neşet Ömer İrdelp’e söylediği …“Aleykümselâm” (Tanrının selâmeti senin üzerine olsun) olmuştu.