Türk Siyasetçi ve Yazar Mehmet Ufuk Aras, 2005’te yayımlanan ‘Alternatif Siyaset Arayışları’ adlı eserinde, …”Kemalistlerin birçoğunun kendileri de gardroba girdiklerinden olsa gerek, 1960’ların moda deyimi olan “Gardrop Atatürkçülüğü” lafını artık hiç kullanmıyorlar. İlkokul Atatürkçülüğü üzerinden yeni bir politik açılım sağlanması zor gibi görünmektedir. 12 Eylülcüler de kemalizmi alternatif bir milli ideoloji konumuna yükselmeye çalıştılar. Örneğin, Bülent Ulusu kemalizmi böyle değerlendirilebilir. Ülkemizde resmî Atatürkçülük, resim Atatürkçülüğü oldu… 12 Eylül’de Genel Kurmay’ın çıkardığı “Atatürkçülük” kitap serisine yönelik bir eleştiri gelmediğini unutmamak gerekir…” demişti.
14 yıl sonra…
12 Kasım 2019 Salı günü, CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, TBMM’nde düzenlenen grup toplantısında, …”Gardrop Atatürkçülüğünü Anlamıyoruz; 10 Kasım’da Gazi Mustafa Kemal’i andık. Milyonlar da andı. Aramızdan ayrılışının 81.yılı. 81 yıl önce hangi duygu ve acı ile anıldıysa onların evlatları olarak 81 yıl sonra aynı duygularla andık. Mustafa Kemal’i anmak Mustafa Kemal’i anlamak başka bir şeydir. 12 Eylül askerlerinin öğrettiği Mustafa Kemal’i biz öğrenmiyoruz…”
81 yıl önce…
10 Kasım 1938 Perşembe sabahı, saat dokuzu beş geçe, Atatürk Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatak odasında yaşama veda etti. Yanında üç Türk Doktor, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Bölüğü Komutanı ve Sekreteri Hasan Rıza Soyak vardı. Öğleyin bu haber resmi bir bültenle açıklandı. Hükümet, “düzenin korunacağına, Cumhuriyet’in yaşayacağına” söz verdi. Yeni Cumhurbaşkanı’nı seçmek için Meclis tekrar toplanacaktı.
Atatürk’ün ölümünden birkaç dakika sonra odaya dalan arkadaşı Salih Bozok, O’nun cansız bedenini görünce tekrar dışarı çıktı ve tabancasını çekip kendisini göğsünden vurdu. Kurşun kalbini sıyırıp geçti ve Bozok 1941 yılına dek yaşamını sürdürdü. Cumhurbaşkanlığı sekretaryasında çalışan Haldun Derin, alaycı bir ifadeyle …”Mutat zevat ’tan harekiye başkaca iltifat olmadı,” diye yazdı. Afet (İnan) ile Sabiha (Gökçen) derhal Ankara’ya gönderildi. Atatürk’ün na’şının Dolmabahçe Sarayı ‘nın taht salonuna yerleştirilmesine karar verildi. Bu uygulama, ölümün ardından yirmi dört saat içinde gömülmeyi öngören İslam geleneklerine aykırıydı.
Türkiye Büyük Millet Meclis’i, 11 Kasım 1938 Cuma günü Abdülhalik Renda’nın Başkanlığı’nda Cumhurbaşkanı’nı seçmek için toplandı. Mareşal Fevzi Çakmak adaylıktan çekilince İsmet İnönü tek aday olarak kaldı ve oturuma katılan 348 milletvekilinin oy birliğiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Cumhurbaşkanı seçildi.
Cumhurbaşkanı İnönü, Celal Bayar’dan Başbakanlık görevini sürdürmesini istedi. İnönü’nün yolunu kesmek için ellerinden geleni yapan Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras ile Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya dışında hiçbir bakan görevinden alınmadı.
İlk konuşmasında İnönü, eski Cumhurbaşkanı’nın (Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK) ülkesi için yaptığı ‘olağanüstü hizmetleri’ övdü. Son derece ölçülü ve kısa bir övgü konuşmasıydı, …”Bu anda Atatürk’ün hatırası, teselli bulmaz acılarla dolu olan kalbimizin aziz timsalidir. Atatürk’ün fevkalade hizmetlerini bugünkü Türk devletinin bünyesinde tam ve temiz eserler olarak ortaya çıkmış görüyoruz. Kadir bilen ve büyük evlat yetiştiren milletimizin yüreğinde, “Kemal Atatürk” adı, sevgi ve hürmet içinde yaşayacaktır…”
Ardından Meclis Atatürk’ün devlet töreniyle gömülmesinin giderlerini karşılayacak para tutarını oyladı. Bu tartışma Meclis üyelerine Cumhuriyet’in kurucusuna övgüler yağdırmak için bir yarışma fırsatı yarattı. Atatürk’ün en yakın dostlarından ve en sevdiği gazeteci yazarlardan Falih Rıfkı Atay, tartışma konusunu ve yarışma fırsatını şöyle anlatmıştır: …”Atatürk’ün ölümünün hemen arkasından, nereye gömüleceği meselesi çıktı. Ben ve birkaç dostumuz, ”Çankaya’ya” dedik. Çünkü Atatürk’ün tek vasiyetinin öldükten sonra Çankaya’ya gömülmek olduğunu biliyorduk. Ağzından duymuştuk.
İnönü’nün yerine kendisi değil de Celal Bayar’ı Başbakan yapmış olmasını bir türlü affetmeyen Doktor Refik Saydam, Çankaya bahsinin açılmasından bile öfkeli idi. Yakınlarının ağzından: ”Cumhurbaşkanları Atatürk’e türbedarlık mı edecekler?” gibi tarizlerini işitiyorduk. Biz ise, Atatürk’ün evini “Atatürk Müzesi” yaparız, kendisini de evin hemen başucundaki tepeciğe gömeriz diyorduk. Peşinden bir komisyon kurdular. Beni de üye yaptılar. Üyelere fikirlerimizi söyledik. Vasiyeti meselesini de ortaya attık. Soruşturmaya bile lüzum görmediler. İçlerinden biri: …”Ölmüş olanın iradesine göre hareket edilemez,” bile dedi. Fakat başka biri daha da ileriye gitti: …”Başkasının mülkü içinde bir kimseye nasıl mezar taşı yapılabilir?” dedi.
Nasıl başkasının mülkü? Atatürk evini ve arazisini Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) bırakmıştır. Orası şimdi partinin mülkü demektir. Şöyle haykırdığımı hatırlıyorum:
…”Bu millete bütün bir vatan veren Atatürk’e kendi partisi kendi toprağından bir mezarlık yer bağışlamaz mı?”
Nihayet komisyon çokluğu Çankaya dışında bir Anıtkabir yeri aranmasına karar verdi. Ben iki arkadaşımla raporun altına: “Atatürk’ü hiç ayrılmak istemediği Çankaya’dan koparıp atmak fikrini doğru bulmadığımızı” yazarak imzaladık. Ondan sonra Anıtkabir ile ilgilenmedim. Ben bir anıt değil, bir kabir fikrinde idim. Çankaya’nın tepeciği üstündeki kabri Atatürk’e ne kadar yaraşacaktı. Şimdiki Anıtkabir bir anıttır ve Atatürk onun içinde bir misafirdir. Kabir çok ucuza mal olacaktı. Atatürk’ün yeni müzeye konacak hatıralarını da evinin havası içinde ziyaret edecektik. Atatürk’e kin besleyenler daha sonra Anıtkabir müsabakasına ve otuz kırk milyonluk bir projenin seçilmesine mal olamadılar.” (Bakınız: Falih Rıfkı Atay, Yirminci Asır Dergisi, 19 Kasım 1953, sayı:67)
Atatürk’ün bedeni tahnit edildikten sonra Dolmabahçe Sarayı’nın kapıları 12 Kasım’da dışarıda bekleyen kalabalığa açıldı. Yedi gün boyunca kılıçları çekmiş bekleyen nöbetçilerin koruduğu katafalkın önünden insanlar akıp geçti. Resmi kuruluşlar, dernekler, okullar sırayla Saraya geldi.
17 Kasım akşamı polisler büyük bir kalabalığı kontrol altında tutmayı başarmayınca on bir kişi ezilerek öldü. Cumhurbaşkanlığı sekreterliğine başsağlığı telgrafları yağdı.
Hatta 150’likler affedildiği halde ülkeye dönmeyen Çerkez Ethem’den bile telgraf geldi. https://www.sechaber.com.tr/hic-bilinmeyenleriyle-10-kasim-1938-5-bolum/: “Ulus Gazetesi’nden Neşet Atay, ziyaretçi sayısını “Sabahın ilk saatlerinde büyük salonun kapısından dakikada 186 kişi içeri giriyordu. Rakam saat 17’den itibaren sonra 228’e, 23’e doğru 234’e, 23’ten sonra 250’ye çıktı. Sabahtan ve dünden beri Atatürk’ün önünden kaç kişi geçmiştir dersiniz?” ifadesiyle vermektedir. Atay, gece yarısından sonra Dolmabahçe’de sıra bekleyen 50.000 kişinin olduğunu, kalabalık yüzünden Saraya ulaşamayanların Taksim Atatürk anıtını çiçeğe gömdüklerini yazmaktadır.
Dolmabahçe Sarayı’na halkın akın etmesi trajik bir olaya da neden oldu. 17 Kasım 1938 günü saat 20.00’den sonra yüz binden fazla insanın akın etmesi ile meydana gelen izdiham sonucu Dolmabahçe Sarayı’nda çoğunluğu kadın 11 kişi ezilerek öldü. 40’dan fazla yaralı vardı. Gazeteler, olayla ilgili olarak yalnızca hükümetin gönderdiği resmi tebliği yayınladılar. Bu tebliğin dışında olayla ilgili başka bir haber ya da yorum yayınlayamadılar.
Ölenlerin isimleri şöyleydi:
1) “Deniz Yolları İşletmesi Müdürü Raufi Manyas’ın kızı Bilun (16 yaşında)
2) İstiklal Caddesi 236 numarada oturan Anna (58 yaşında)
3) İstiklal Caddesi’nde Yıldırım Apartmanında oturan Bayan Roya Koşnir
4) Roya Koşnir’in kızı Bela Koşnir
5) Bakırköy’den Aşçı Hatice (55 yaşında)
6) Kurtuluş’tan Sütçü Diyamendi (40 yaşında)
7) Topkapı Arpaemini Yokuşu Sokağı’nda oturan Abdülhamit (50 yaşında)
8) Aksaray’da Laleli Caddesi’nde oturan Bayan Kevser Mehmet (35 yaşında)
9) Tarlabaşı 19 Numara’da oturan Satenik Ohannes (35 yaşında)
10) Saint Benoit Lisesi Öğrencisi Paul Kuto (15 yaşında)
11) Beyoğlu Lüksemburg Oteli’nde kalan Belçikalı Leon (76 yaşında)
17 Kasım 1938 gecesi, Atatürk’ü ziyaret için gelen ve izdihamdan hayatını kaybeden insanlar, farklı etnik kimliklere sahip Türk vatandaşları idi. Her yaştan, her kesimden insan, bu ortak üzüntüyü paylaşıyordu. 6 Aralık 1938 gününe ait Cumhuriyet Gazetesi, ölenlerin sayısının “13” olduğunu belirtmektedir. O tarihte hala tedavi altında olan yaralı sayısı ise 6 kişiydi. Trajik olay, saat 22.30’da meydana geldi, saat 23.00’de olay yerine gelen İstanbul Savcısı Hikmet Onat soruşturmaya başladı. Savcılık soruşturmasında, 100’den fazla kişinin ifadesi alındı. Adli Tıp doktoru Enver Karan otopsi raporunda, ölümlerin solunum yetmezliğinden kaynaklandığını bildirdi. Soruşturma raporunda, tramvayların işlemesinin engellenmemesinin ve saraya girenlerin çıktıktan sonra caddeyi dolaşıp girmek için bekleyenlerin arasına karışmalarının halkın yoğun akınının artmasına neden olduğu, bu kalabalığa rağmen güvenlik güçlerinin kordon düzenlemesi yapmadıkları belirtiliyordu.
Savcılık soruşturmasında, sarayın saat kulesi tarafında bulunan kapının kapatıldıktan sonra tekrar açılmasının halkın şiddetli ve yoğun bir akınına neden olduğu, bu akının izdihama yol açtığı bildiriliyordu.
Başka bir iddiaya göre, kalabalığı dağıtma emri alan atlı polislerin hareketi izdihama yol açmıştı. Savcılık, izdihamın düzeni sağlamakla görevli memurların kusurundan kaynaklandığını açıkladı. Mevzuata göre, memurların yargılanabilmesi için idarenin izni gerekiyordu. Savcılık tamamladığı soruşturma dosyasını, idari makamlara gönderdi. Bu olaydan sonra İstanbul Emniyeti’nde tayin operasyonu başladı. Olay gecesi güvenlik güçlerine komuta eden İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Kamuran Cuhruk, 26 Kasım 1938 tarihli atama kararnamesiyle Emniyet Genel Müdürlüğü Birinci Şube Müdürlüğü’ne tayin edildi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Altıncı Şube Müdürü Faik Abrak da, Mardin Emniyet Müdürlüğü’ne tayin edildi. 1 Aralık 1938’de İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ görevden alınarak Bakanlık emrine verildi. İstanbul Emniyet Müdürü Salih Kılıç da Çorum Valiliği’ne tayin edildi…”
… 17 Kasım akşamı polisler büyük bir kalabalığı kontrol altında tutmayı başarmayınca on bir kişi ezilerek öldü. Cumhurbaşkanlığı sekreterliğine başsağlığı telgrafları yağdı. En dikkati çekici telgraf İstiklal Savaşı sırasında komutanlık görevinden alınmış olan Ali İhsan Sabis’in imzasını taşıyordu; …”Mani zail oldu, artık teşrik-i mesai edebiliriz.” İnönü bu teklifi kabul etmedi.
Askeri törenin sorumluluğu, o tarihte İstanbul’daki 1. Ordu Komutanı olan Atatürk’ün arkadaşı General Fahrettin Altay’a verildi. Altay, anılarında; …”Cenaze duasının okunması için ısrar ettiğini ve biraz tereddütten sonra kabul edildiğini…” anlatacaktı. Generalin, bir Müslümanın istediği her yerde ibadet edebileceğini hükümete anımsatması üzerine ‘Laik Hükümet’ duaların dinsel gösterilere dönüşeceğinden çekinerek cenaze töreninin cami yerine Dolmabahçe Sarayı’nda yapılmasına karar verdi. Kısa cenaze töreninden sonra tabut resmi törenle Yavuz gemisine yüklenip İzmit’e gönderildi. Buradan yola çıkan özel tren Ankara’ya ulaşana dek tüm istasyonlarda yavaşlayıp halkın son saygılarını sunmasına izin verdi.
Atatürk’ün silahsız dolaşmayan ve İnönü’yü öldürmekle tehdit eden arkadaşı Recep Zühtü (Soyak) trene daha İstanbul’dan hareket etmeden önce binmişti. Ankara Hükümeti inmesi için emir verilmesini kararlaştırdı. Tren 20 Kasım’da Ankara’ya vardı ve tabut yerinden alınmadan önce saygılarını sunması için İnönü davet edildi. Ertesi gün resmi cenaze töreni yapıldı. Büyük Millet Meclisi’nin bahçesinde başlayan kısa yolculuk, kendisine layık bir Anıtkabir inşa edilinceye kadar kalmasına karar verilen Etnografya Müzesi’ne kadar sürdü.
Atatürk’ün cenaze töreni gibi bir olay daha önce hiç görülmemişti. Üzüntüyle gurur aynı anda yaşanıyordu. On yedi ülke özel temsilcilerini gönderirken, dokuz ülkeden de korteje katılması için askeri birlikler gelmişti. İngiltere’yi Gelibolu Savaşı’nda adı duyulan Feldmareşal Lord Birdwood, Fransa’yı (kızına Atatürk’ün özel ilgi göstermiş olduğu) İçişleri Bakanı Albert Sarruat, Nazi Almanyas’nı ise Baron von Neurath temsil ediyordu. İngiliz denizcileri 1922 yılında son padişahın kaçarken bindiği HMS Malaya gemisiyle gelmişlerdi. 1936 yılında Kral V. George’un cenazesinde İsmet İnönü Türkiye’yi temsil etmişti. Şimdi de İngiltere, dünyanın diğer ülkeleriyle birlikte Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı’na saygısını gösteriyordu. Atatürk’ün, ülkesini tamamen bağımsız, uygar ülkeler topluluğunda saygın bir üye yapma amacı gerçekleşmişti.
Ya Türk halkı?
Önce Dolmabahçe Sarayı’na gelen sonra da korteje eşlik eden kalabalık olağanüstüydü. Çoğu ağlıyordu. İnönü cenaze töreninde yaptığı konuşmada halkın ruh haletini yakaladı. Konuşmasını “Eşsiz kahraman Atatürk; vatan sana minnettardır,” sözleriyle bitirdi. Atatürk’ün Türklerin ulusal kahramanı olduğundan kimsenin kuşkusu yoktu. O’nun rejimini beğenmeyenler bile ülke topraklarından yabancı işgalcileri kovan bir “Halâskâr Gazi” olduğunu kabul ediyorlardı. Yanıtlanması gereken tek soru, ”O’nun vizyonunu paylaşan ve reformlarını destekleyen kaç kişi?” olduğuydu.
İngiltere Büyükelçisi Sir Percy Loraine, …”O’nun için gerçekten yas tutuluyor. Cenaze töreninde sıradan insanların samimi üzüntüsü kolayca anlaşılıyordu,” raporunu verdi. Ama ulusal üzüntünün dışa vurumu geçicidir. Sınama kısa sürede gerçekleşti. Cumhurbaşkanı olarak İnönü’nün ilk girişimi, Atatürk’ün sonradan tutarlı siyasi muhalifler olmuş, eski iki arkadaşı Rauf Orbay ve Kazım Karabekir’le uzlaşmak oldu.
1939’da Tan gazetesi Atatürk’ün ölümünden önce el konulmuş olan Karabekir’in anılarını tefrika halinde vereceğini açıkladı. Bu haberi alınca İstanbul Üniversitesi’nin öğrencileri gazete binasını taşa tuttu ve anıların yayımlanmamasını istedi. Gazete boyun eğdi. Böylece geleceğin modeli çizilmiş oldu. Atatürk yaşamı boyunca kendilerine çağrıda bulunduğu toplum kesimini kazanmıştı. Yeni Batı öğretileriyle eğitilen gençler O’na ve tam bağımsızlık ve evrensel uygarlığa katılım yolundaki ikiz ideallerine sadıktılar. Cumhuriyet’in yöneticileri arasındaki bölünmelerden ve yönetilenlerin hoşnutsuzluğundan farklı olarak bu kesim “Büyük İnkılapçı” ya da daha sonraki adıyla “Devrimcinin” eleştirilmesine izin vermeyecekti.
Atatürk’ün en iyi bildiği Fransa modelinde olduğu gibi, devrim sağlam bir destekçiler tabanı yaratmıştı. Ama Türkiye’deki devrim, kendisini yaratan kişiyle bütünleşmişti. Böylece devrimin ideallerine sadakat ile Atatürk’ün anısına sadakat eşanlamlı oldu. Bunun sonucunda da kültür devrimini savunanlar ile eleştirenler arasındaki mücadele Atatürk’ün kişiliği üzerinde odaklandı. Savunanlar bunu aydınlıkla karanlık arasında bir mücadele olarak görüyorlardı. Atatürk de böyle görmüştü.
1918 Mayısında Osmanlı İmparatorluğu son savaşlarından birini yaşarken gazeteci Ruşen Eşref (Ünaydın)’e verdiği fotoğrafının üzerinde şöyle bir yazı vardı:
…”Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki payan sız muhabbetim değil; bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ziya serpmeğe ve aramağa çalışan bir gençlik gördüğümdendir.”
Atatürk yetenekli bir komutan, kurnaz bir politikacı ve son derece gerçekçi bir devlet adamıydı. Hepsinden öte, aydınlanma çağının bir insanıydı. Ve aydınlanmayı yaratanlar evliyalar değildi.
Cumhuriyet Halk Partisi Kongresi, 26 Kasım 1938 tarihindeki olağanüstü toplantısında Atatürk’e ‘Ebedi Şef’ unvanını verdi. Yaşamı boyunca partinin başkanı olarak kalacağı ilan edilen İsmet İnönü’ye de ‘Milli Şef’ denildi. 25 Ocak 1939’da Celal Bayar, İnönü’nün isteğiyle istifa etti ve yerine, 1919 Mayıs’ındaki kader yolculuğunda Atatürk’e eşlik eden askeri Doktor Refik Saydam getirildi. Resmi daireler, posta pulları, kâğıt ve metal paralardaki Atatürk resminin yerini İnönü’nün resimleri aldı.
Atatürk’ün İstiklal Savaşı’ndaki eski dostlarının gönlünü almak için Ali Fuat Cebesoy ile Kazım Karabekir birbiri ardına Meclis Başkanlığı’na getirilip onurlandırıldı. Rauf Orbay Londra’ya Büyükelçi olarak atandı. Ama hiç birinde iktidar gücü yoktu. Onların hırsları ve politik yetenekleri konusunda, Atatürk ve İnönü aynı kaygıları paylaşıyordu.
Özel yaşamında İnönü, cebinde küçük bir Kur’an taşıyan, dinine bağlı bir Müslüman’dı. Çocuklarına Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir görevliden din dersleri aldırmıştı. Yine de Atatürk’ün, dinin politikadan dışlanması olarak tanımlanan ‘Laik Cumhuriyet İlkesi’ne son derece sadıktı. Hatta yasayı 1941 yılında biraz daha sertleştirdi ve ezanın Arapça okunmasını suç haline getirdi.
Atatürk’ün Arapça ve Farsça’dan alınmış sözcüklerin Türkçe ’den ayıklanması politikasını hızlandırdı ve 1945 yılında Anayasa saf Türkçe ile yazıldı. Daha önceleri Arapça adları kullanılan (Ekim ayından – Ocak ayına kadar) yılın dört ayı için Türkçe adlar bulundu.
Atatürk’ün hayatta olduğu yıllarda başlamış olan “Laik Eğitim”in kırsal kesime yayılması çabası sürdürülerek 1940 yılında genç köylülerin öğretmenlik eğitimi aldığı Köy Enstitüleri açıldı. İnönü enerjik Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i, dünya klasiklerini Türkçe’ye çevirtmesi için destekledi. Atatürk’ün ‘Çağdaş’ (yani Batılı) kültürü Türkiye’ye getirme hedefi uyarınca 1936’da ilk kez eğitime başlayan Devlet Konservatuarından sonra 1940’da Devlet Opera ve Balesi kuruldu. Böylece Atatürk’ün başlattığı kültür devrimi ölümünden sonra da ilerlemeye devam etti.
İnönü de, Türkiye’nin çağdaş bir ülke olması için Atatürk kadar kesin kararlıydı. Ama Nazi Almanya’sı, Bolşevik Rusya ve militarist Japonya’da çağdaşlaşma korkutucu bir biçim almaktaydı. Çağdaş dünya kendisini parçalamaya başlarken, İnönü’nün kaygısı Türkiye Cumhuriyeti’nin elde ettiği başarıları korumaktı. Bunu sağlamak için önce Fransa ve İngiltere ile anlaşma imzaladı. Fransa’nın teslim olmasından sonra da, Almanya ile bir saldırmazlık anlaşması imzaladı ve nihayet, Winston Churchill’in, Türkiye’yi Müttefiklerin tarafında savaşa sokma çabalarını durdurdu. İç politikadaki disiplinin desteklediği ustaca sürdürülen denge hareketi gerçekleştirilmişti. Bunu sağlayan da, iktidarın Cumhuriyet Halk Partisi’nin tekelinde olmasaydı. Tek-parti rejimi, İnönü’ye silahı tarafsızlığını koruma ve savaşın bitimine çok az bir süre kala, zafer kazanmakta olan Müttefikler tarafında güvenli bir biçimde yerini alabilme olanağı tanınmıştı.
İnönü’nün ülkesini savaşın dışında tutma ve savaşın sonunda Batılı Müttefiklerin güvenli ortamına sokabilme başarısı, Atatürk’ün Başbakanı olarak geçirdiği yıllarda geliştirdiği sağduyulu ve dirayetli yaklaşımının sonucuydu. Türkiye’nin tarafsızlığına saygı gösterilmesinin başka bir nedeni de, 1918 ile 1923 yılları arasında Atatürk’ün ülkesinin kendini savunabileceğini kanıtlamış olmasıydı. Türkiye’nin İstiklal Savaşı’nda kazandığı zaferlerin anıları, öteki ülkelerin saldırganlığını dizginlemekteydi. Savaş Türkiye’nin siyasi yaşamını dondurdu. (Bakınız: Andrew Mango, “Atatürk, Modern Türkiye’nin Kurucusu, Remzi Kitapevi 2004, Sf:604)