Türk siyasetçi ve yazar Mehmet Ufuk Aras, 2005’te yayımlanan ‘Alternatif Siyaset Arayışları’ adlı eserinde, …”Kemalistlerin birçoğunun kendileri de gardroba girdiklerinden olsa gerek, 1960’ların moda deyimi olan “Gardrop Atatürkçülüğü” lafını artık hiç kullanmıyorlar. İlkokul Atatürkçülüğü üzerinden yeni bir politik açılım sağlanması zor gibi görünmektedir. 12 Eylülcüler de Kemalizmi alternatif bir milli ideoloji konumuna yükselmeye çalıştılar. Örneğin, Bülent Ulusu Kemalizmi böyle değerlendirilebilir. Ülkemizde resmî Atatürkçülük, resim Atatürkçülüğü oldu… 12 Eylül’de Genel Kurmay’ın çıkardığı “Atatürkçülük” kitap serisine yönelik bir eleştiri gelmediğini unutmamak gerekir…”demişti.
14 yıl sonra…
12 Kasım 2019 Salı günü, CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, TBMM’nde düzenlenen grup toplantısında, …”Gardrop Atatürkçülüğünü Anlamıyoruz; 10 Kasım’da Gazi Mustafa Kemal’i andık. Milyonlar da andı. Aramızdan ayrılışının 81.yılı. 81 yıl önce hangi duygu ve acı ile anıldıysa onların evlatları olarak 81 yıl sonra aynı duygularla andık. Mustafa Kemal’i anmak Mustafa Kemal’i anlamak başka bir şeydir. 12 Eylül askerlerinin öğrettiği Mustafa Kemal’i biz öğrenmiyoruz…”
75 yıl önce…
1945 yılında Müttefiklerin zaferi tek-parti rejiminin gevşetilmesi için içeriden ve dışarıdan baskılara yol açtı. Türkiye’nin, Stalin’in yayılmacılık tasarılarına karşı koyabilmek için yardımına gereksinim duyduğu Amerika Birleşik Devletleriyle İngiltere, demokratik müttefikler istiyorlardı. Onların demokrasi konusundaki ısrarları yurt içinde de yankılanıyordu.
1930 yılında Fethi Okyar’ın kısa süreli Serbest Cumhuriyet Fırkasında yapmak üzere oldukları gibi, kültür muhafazakârları ile politik ve ekonomik özgürlük taraftarları güç birliği ettiler. İnönü her iki taraftaki muhaliflerine ödünler verdi. Muhafazakârların komünizm yuvaları diye eleştirdiği Köy Enstitüleri 1947’de saygın konumlarını yitirmeye başladı.
İki yıl sonra din konuları ilkokullarda seçmeli ders olarak okutulmaya başlandı ve İstanbul Daru’l-Fünûnu İlahiyat Fakültesi’nin kapanmasından 16 yıl sonra Ankara’da 21 Kasım 1949 günü bir İlahiyat Fakültesi açıldı.3 Mayıs 1949’da hükümet şu gerekçe ile kanun teklifini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne getirmişti: …”Din meselelerinin sağlam ve ilmi esaslara göre incelemesini mümkün kılmak, mesleki bilgisi kuvvetli ve düşünüşünde ihatalı din adamlarının yetişebilmesi için lüzumlu şartları sağlamak maksadıyla memleketimizde de garptaki –örneklerine benzer bir İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasını kararlaştıran Ankara Üniversitesi Senatosu, bu fakültenin şimdilik geniş tutulmasına zaruret olmayan kadrolarını ilişik cetvelde görüldüğü şekilde tespit etmiştir….(Bakınız: Tutanak Dergisi, Dönem VIII, Cilt 20, Toplantı 3, Sf: 227-228) ”Çoğu Kemalist’in bugün bile “gericilere verilen ödünler” olarak gördüğü bu girişimler İnönü’nün siyasi muhaliflerinin baskılarını azaltmaya yetmedi. Baskı çoğunlukla Halk Partisi’nin içinden kaynaklanıyordu.
7 Haziran 1945’te Celal Bayar ile üç parti üyesi o tarihte henüz pekte tanınmayan Adnan Menderes, milliyetçi tarihçi Fuat Köprülü ve Atatürk’e yaltaklanışı mecliste adeta atasözü biçimi almış olan Refik Koraltan, serbest parti politikası isteyen bir önerge verdiler. Önergede, …”Anayasa’nın demokratik ruhuna uygun biçimde Meclis denetiminin gerçekten sağlanması, ulusun siyasal hak ve özgürlüklerini anayasanın tanıdığı genişlikte kullanılabilmesi ve CHP’nin siyasal etkinliklerinin bu iki ilke çerçevesinde yeniden düzenlenmesi isteniyordu.”
Ne var ki 12 Haziran’da CHP Meclis Grubu’nda ele alınan önerge, parti tüzüğünde yapılmak istenen değişikliklerin kurultayda, yasa değişikliklerinin ise Meclis’te görüşülmesi gerektiği gerekçesiyle reddedildi. Bu gelişmelerin ardından muhalif grubun eleştirilerinin giderek artması üzerine Menderes, Koraltan ve Köprülü partiden ihraç edildi. Celal Bayar ise önce milletvekilliğinden, sonra da CHP’den istifa etti. 1 Aralık 1945’te yeni bir parti kuracaklarını açıklayan Celal Bayar, İnönü tarafından Çankaya Köşkü’ne çağrıldı. Cumhurbaşkanından gerekli destek alınca, 7 Ocak 1946 günü Demokrat Parti’yi kurdular. 1944 yılında Genelkurmay Başkanlığından emekli olan sert ve disiplinci Mareşal Fevzi Çakmak ile Atatürk’ün eski Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’da kısa bir süre için onlara katıldı. Fevzi Çakmak, Aras ile birlikte karakterine hiç uymayacak biçimde “İnsan Hakları Derneği” kurucuları arasında yer almıştı. İktidardaki Halk Partisi, dürüstlüğü kuşkulu olan 1946 seçimlerinde Demokrat Parti’nin altmış sandalye kazanmasına olanak verdi. İnönü çalkantıları durdurabilmek için, Atatürk’ün en sert adamlarından Recep Peker’i Başkanlığa getirdi. Ne var ki belirli bir ölçü içinde tutulan baskının yararı olmadı ve İnönü’de demokrasiyi seçti. Recep Peker 1947’de görevinden istifa etti. Daha sonra, Demokrat Parti içerisinde muhalif olduğundan partiden ihraç edilen ve ayrılan üyelerden oluşan bir grup tarafından Millet Partisi, 20 Temmuz 1948’de Ankara’da kuruldu. Parti kurucuları arasında; Fevzi Çakmak, Osman Bölükbaşı, Enis Akaygen, Yusuf Hikmet Bayur, Kenan Öner, Osman Nuri Köni, Mustafa Kentli ve Sadık Aldoğan vardı. Mareşal Fevzi Çakmak’ın fahri başkanlığını yaptığı partinin ilk genel başkanı Hikmet Bayur olurken, Osman Nuri Köni, Mustafa Kentli de ilk genel sekreteri olmuştu.
Milli Şef İnönü’nün 19 Mayıs 1945 günkü söylevi çok parti sistemini müjdelemiş, Cumhuriyet tarihinin ilk özgür seçimleri 14 Mayıs 1950 tarihinde yapıldı ve meclisteki 487 sandalyeden 408’ini kazanan Demokrat Parti toplam oy sayısının ancak yüzde 53’ünü alabilmişti. Cumhuriyet Halk Partisi bu tarihten sonra Mecliste bir daha mutlak çoğunluğu sağlayamadı.İsmet İnönü istifa edince, Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Menderes Başbakan oldu. Bu değişiklik demokrasiye pürüzsüz bir geçişin zaferi ve Atatürk’ün ulusal ve egemenlik idealinin gerçekleştirilmesi olarak nitelendirildi.
1937 yılında Celal Bayar, Atatürk’e gösterdiği aşırı övgüyle İnönü’yü alt etmeye çabalamıştı. Şimdi de Demokrat Parti Hükümeti, Atatürk’ün anısına gösterdiği saygıyla onu aşıyordu. Kâğıt ve nakit paralarla, posta pullarının üstüne yine Atatürk’ün resmi basılmaya başladı ve 10 Kasım 1953’te Atatürk’ü na’şı görkemli bir mezara, Anıtkabir’e taşındı. Celal Bayar, o günkü Anıtkabir konuşmasında,
…”Büyük Türk Milleti: Atatürk, tam 15 yıl önce bu gün, hayata gözlerini kapamıştı. O gün, bütün Türk Milleti gözyaşı dökmüş, insaniyet âlemi elemimize iştirak etmişti. Çünkü Türk Milleti, büyük bir evladını, beşeriyet, insanlık idealine hadim en kuvvetli bir rüknünü kaybetmiştir. Şimdi, şu anda, maneviyatını ruhlarımızda mukaddes bir varlık halinde yaşattığımız Kemal Atatürk’ün fani vücudunu ebedi metfenine, Anıtkabir adını verdiğimiz buraya tevdi için toplanmış bulunuyoruz… Atatürk! Sen, bizdendin! Seni Halife yapmak, Padişah yapmak isteyenler oldu. İltifat etmedin. Milli irade yolunu seçtin! Hayat ve şahsiyetini, milletin hizmetine vakfettin! Türkün gıpta ettiği, övündüğü vasıflara maliktin! Bütün meziyetlerinle Türkün ta kendisiydin! Şimdi seni, kurtardığın vatanın her köşesinden gönderilen mukaddes topraklara veriyoruz. Bil ki, hakiki yerin daima inandığın ve bağlandığın Türk Milletinin minnet dolu sinesidir! Nur içinde yat…”dedi.
1951 yılında çıkarılan bir yasa Atatürk’ün anısına saygısızlık göstermeyi suç olarak tanımladı. Yasaklanan bir dini tarikatın üyelerinin Atatürk büstlerini parçalaması bu yasanın çıkmasına neden olmuştu. Bu saldıralar, İslam’ın sosyal ve siyasi bir güç olarak ortaya çıkmaya başladığının ciddi bir işaretiydi. Demokrat Parti bunu dikkat aldı ve iş başına gelir gelmez ezanının tekrar Arapça okunmasına izin verdi. Paranın çoğu gönüllü bağışçılardan toplanarak ülkenin dört bir köşesinde binlerce camii inşa edildi. Gerçi resmi olarak hükümet Kemalist yasalardan pek uzaklaşamıyordu, ama İslami duygular daha rahatça ve daha yüksek sesle ifade edilebiliyordu.
Demokrat Parti’nin iktidarda kaldığı on yıl Türkiye’nin görünümünü değiştirdi. Atatürk’ün köylünün efendisi olduğu yolundaki sözleri kâğıt üzerinde kalmıştı. Oysa artık seçmenler ya da onlardan destek alan iktidardaki siyasi parti, gerçek efendi konumuna gelmişti. Ama Menderes Hükümeti, onu destekleyenlerin maddi anlamda hemen iyileşme isteğini tatmin etmeye çalışırken, İnönü’nün ekonomide sağladığı dengeyi bozdu. Aynı zamanda, kendisini destekleyenlerin kültürüne saygı gösterilmesi isteğini karşılarken, özellikle Atatürk’ün devrimlerinden sonra kültür değişikliği yaşamış olanları aleyhine çevirdi.
Demokrat Parti’nin iktidardan düşmesinin nedeni “gericiliğe verilen ödünler” değildi. Ekonomiyi altüst ettiği için desteğini yitirmişti. Yasal muhalefeti susturarak iktidara sahip olmaya çalışması yüzünden, 27 Mayıs 1960 tarihinde cuntanın başında emekli Orgeneral Cemal Gürsel olduğu halde (Türkiye Cumhuriyeti’nin 4. Cumhurbaşkanı) Kurmay Albay Alparslan Türkeş’in okuduğu bildiriyle askeri bir darbeyle düşürüldü. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve hükümeti tutuklandı. Yüzlerce akademisyen, subay ve astsubay, öğretim üyesi, hâkim ve savcı emekliye sevk edildi.
Kemalizm bayrağı Demokrat Parti’nin muhaliflerince kullanıldı ve darbeden sonra hazırlanan 1961 Anayasasının ön sözünde Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesine ve Milli Mücadele ile Atatürk’ün reformlarının ruhuna sadık kalacağı açıklandı. Silahlı Kuvvetler, oy ya da çıkar peşinde koşan politikacıların bu ilkeleri tehlikeye atacağına inanıyor ve kendisini Kemalizm’in koruyucusu olarak görüyordu. 27 Mayıs darbesini yapan cuntacıların özel olarak kurdukları mahkeme olan Yüksek Adalet Divanı, 9 ay 27 gün boyunca Menderes ve beraberindeki siyasetçileri yargıladı. Yargılama süreci sonunda 14 kişinin idamına, 31 kişinin de ömür boyu hapse mahkûm edilmesine karar verildi. Ancak, Cemal Gürsel başkanlığındaki Milli Birlik Komitesi’nin Yassı Ada yargılamaları sonrasında Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan ile birlikte17 Eylül 1961 günü idam edildi. 29 yıl sonra alınan bir kararla 17 Eylül 1990 yılında naaşları, Cumhurbaşkanı ve devlet erkânının katıldığı bir törenle İmralı’dan alınarak, İstanbul’da Adnan Menderes Bulvarı Topkapı çıkışında yapılan Anıt Mezara nakledildi.
Aşağıdaki görsel, Cumhuriyet’in onuncu yılında, 29 Ekim günü Ankara’da, Halk Fırkasının Ankara Palas’ta Cumhurbaşkanı Atatürk’ünde katıldığı balo dönemin gazetelerine göre çok eğlenceli ve güzel geçer ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, bu baloda Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın kızı Emel ile Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu Bey’in nişan yüzüklerini takar.
27 Mayıs 1960 darbesinin üzerinden üç yıl geçer…
20 Mayıs 1963 gecesi başlamasına rağmen, bastırıldığı günün tarihiyle “21 Mayıs Darbesi” olarak tanınan teşebbüsün parolası, Başbakan İnönü’nün “Genç Harbiyelleri aldatanlar var,” sözüne karşı slogan üretilen “Harbiyeli Aldanmaz” dı. Teşebbüsün lideri olan Kara Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir, kendisine aşırıderecede güvenen ve niyetini de kimseden saklamayan bir subaydı.Talat Aydemir, daha önce de 22 Şubat 1962 günü bir darbe teşebbüsünde bulunmuş, ancak özel afla bağışlanmıştı. Aydemir, 21 Mayıs teşebbüsünde ise kan döktüğü için bu sefer idamdan kurtulamadı ve 5 Temmuz 1964 günü cezası infaz edildi.
Ordu bir kez daha 1971’de sivil Hükümeti değiştirdi ve 1980 Eylül’ünde yönetimi ele aldı:…“12 Eylül 1980 Cuma. Sabaha karşı saat 05.00 sularında, Türk Silahlı Kuvvetleri yayınladığı bir bildiriyle “ülke yönetimine” el koyduğunu açıklamıştı. Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren imzasıyla yayınlanan bildiride şöyle denilmekteydi: “Yüce Türk milleti, Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği, ülkesi ve milleti ile bölünmez olan Türkiye Cumhuriyeti devleti son yıllarda izlediğiniz gibi iç ve dış düşmanların tahriki ile varlığına rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir. Devlet başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür. Atatürkçülük yerine irticayı ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek sistemli bir şekilde ve haince ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları,idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür.
Aziz Türk milleti, işte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunun verdiği Türkiye Cumhuriyetini kollama ve koruma görevini yüce Türk milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararı almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur. Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü koruma, milli birlik ve beraberliği sağlama, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.
Parlamento ve hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Bütün yurtta Sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini sağlamak bakımından saat 5’ten itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur.
Bu kollama ve koruma harekâtı hakkında teferruatlı açıklama bugün saat 13’teki Türkiye Radyoları ve Televizyonu’nun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır. Vatandaşların sükûnet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetlerine güvenmelerini beklerim. Kenan Evren / Orgeneral, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı”
…ve 1988 Haziran’ında sivil hükümette değişikliğe zorladı. Ama artık özgür seçimle işbaşına gelmiş olan parlamento tarafından yönetilme ilkesini kabul ettikleri için, politikaya her el atışlarından sonra kışlalarına çekiliyorlardı. Her seferinde siyaset oyunu için yeni kurallar getirdiler, ama bu kurallar Kemalist bir istikrar yaratmayı başaramadı. Acaba yaratılan model mi hatalıydı, yoksa Atatürk’ün çeyrek yüzyıl önce sağlığına kavuştuğu bir bedenin çektiği büyüme ağrıları mı günümüzdeki rahatsızlıklara neden olmaktadır.
Atatürk tarihteki yerini ülkesinin işgaline ve bölünmesine karşı Anadolu’nun Müslüman halkının direnişini başarıyla yöneterek kazandı. Bu mücadelenin hazırlanma, planlanma ve uygulamasında başka birçokları da rol aldı. Ama 1919 yılında Erzurum Kongresinin Başkanı seçildiği günden, 1923’te Lozan Konferansında Türk direnişinin zaferi bütün dünya tarafından tanınıncaya denk, Türk milliyetçiliğinin askeri güçlerine Atatürk önderlik etti. İkinci temel başarısı ise, ülkesinin daha önce hiç bilmediği barış ve huzuru getirmesiydi. O’nun yerinde başkaları olsaydı neler yapardı bilmiyoruz. Ama milliyetçi hareket için belirgin hedefler ve sınırlar sapmakta ısrar ettiğini, ülkesinin tam bağımsızlığını kazanıp, mücadelenin başlangıcında üzerinde hak iddia ettiği toprakları sınırları içine katınca, daha ileri gitmesi için bazı dostlarının yaptığı baskıya karşı çıktığını biliyoruz. Boğazların denetimini ve Hatay adını verdiği bölgeyi pazarlıklar sonucunda almıştı. İslam Birliği ya da Türk birliği olarak tanımlanan doktrinlere kesinlikle arkasını dönmüştü. Ülkesinin bütün komşularıyla dostça ilişkiler kurmak için durmaksızın çalışmış ve barışı sürdürmek adına uluslararası çabalara katılmıştı.
Anadolu’nun Müslüman halkı savaş nedeniyle yoksullaşmış, hastalıklarla kırılmıştı. Temel becerilerden yoksundu. İletişim sistemi ilkeldi. Bir daha savaş yaşanmamasının ve gerek sıtma gerekse diğer salgın hastalıkların önlenmesi için ciddi çaba gösteren yönetimin sayesinde, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra 1927’deki ilk sayımda 13,6 milyon olan nüfus, (Atatürk’ün ölümünden sonraki ilk sayım olan) 1940 yılındaki sayımda 17,8 milyona yükseldi. Okuryazarlık oranı nüfusun onda birinden, beşte birine iki kat arttı. Yeterli bir demiryolu şebekesi inşa edildi (ama karayolları ihmal edildi). Devlet bez ve şeker gibi temel ihtiyaç maddeleri üreten fabrikalar inşa etti. Nüfusun artmasına karşın 1923 ile 1938 yılları arasında kişi başına yıllık gelir iki katına çıktı.
Atatürk’ün döneminde sürdürülen ekonomik politikalar tutucuydu: bütçe dengeliydi ve 1930 krizinden sonra da dış ticaret de dengeye oturtulmuştu. İlerleme yurtiçindeki çabaların ürünüydü, çünkü Türkiye Atatürk’ün sağlığında nerdeyse hiç yardım almadı. Ölümünden birkaç ay önceye kadar, sadece bir tek (Sovyet Rusya’dan) borç alındı. Devletin ekonomiyi denetlemesi özel girişimleri kısıtladı, ama milliyetçi rejimin yozlaşmasını önledi.
Atatürk öldüğü zaman Türkiye’nin hala yoksul ve geri kalmış bir ülke olduğu gerçektir. Nüfusun beşte dördünün köylerde, çoğunlukla ilkel kerpiç evlerde yaşadığı bir tarım ülkesiydi. Devlet köylülere düzeni sağlamaktan başka pek az yarar getirmemişti. Ama eşkıyalığı sona erdiren, istikrarlı bir yönetimin varlığını simgeleyen kanun ve düzen, ilerlemenin önkoşuluydu. Köylerin dışındaki dünya yavaş yavaş değişiyor ve İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, hem kasabalarda hem de kırsal kesimlerde maddi standartların hızla yükselmesinin temelleri atılıyordu.
Atatürk toplumsal bir devrim getirmemişti. O’nun otoriter yönetimi altında toprak sahipleri ve yörelerin ileri gelenleri taşra toplumuna egemen olmayı sürdürdüler. Kasabalarda devlet memurları küçük çapta bir orta sınıfın belkemiğini oluşturdular. Müslümanlar yavaş yavaş ticareti öğreniyorlardı ama ülkede kalan küçük Hristiyan ve Yahudi toplulukları beceri isteyen işlerde hala önde geliyorlardı. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyeti, tıpkı kendisi gibi sultanların yönetiminde hizmet vermiş olan subaylar ve memurlar yürütüyordu.
Siyasal ilkelerin değişmesi uygulamaları pek fazla etkilemedi. Kuramsal olarak Büyük Millet Meclisi’nin temsil ettiği egemenlik padişahtan halka geçmişti, ama egemenliği elinde tutan Cumhurbaşkanı olarak Atatürk idi. Başbakan ise yalnızca unvanı değişen sadrazam idi. Valiler yörelerin efendisiydi ve müfettişler de bölgeleri yönetiyordu. Son padişahlarla kıyaslanınca, disiplinin daha sıkı olduğu görülüyordu. Gerçi Cumhurbaşkanı, Bakanlar ve Memurlar yasaların önünde değildi, ama sultanlarla nazırlar da değildi. Yine de onu yaratan Fransız Devriminin çalkantıları sırasında fazlasıyla ihlâl edilmiş olmasına karşın İnsan Hakları Bildirgesi ne kadar önemli idiyse, Atatürk’ün Cumhuriyetçi İlkeleri de o kadar önemliydi. İstiklal Savaşı yıllarında parlamentonun belirgin bir ağırlığı vardı. Daha sonraları ağırlığı azaldı, ama biçimi sürdürüldü. 1924 yılında hazırlanan ilk Cumhuriyet Anayasa’sı, bu ilkeleri yüceltmiş ve 1950 seçimlerinden gerçek bir parlamenter hükümetin çıkmasına olanak veren temeli oluşturdu. Atatürk, ardında bir diktatörlük değil, bir demokrasi yapısı bırakmıştı.
Atatürk bir sosyal devrimci olmadığı gibi, kesinlikle sosyalist de değildi. Politik devrimi biçimseldi. Buna karşılık, merkezi noktası Laiklik olan kültür devrimi, özgün ve çok geniş kapsamlıydı. Aslında Türkiye’yi yöneten sınıfın ve yönettiği devletin Laikleştirilme çabaları daha on dokuzuncu yüzyılda başlamış ve 1908’den sonra İttihat ve Terakki tarafından büyük bir gayretle ileriye doğru itilmişti. Ama dinin hükümet işlerinden tümüyle ayrı tutulmasına ilk karar veren Atatürk idi. Kendisinden önce iktidarda olanlar bu kadar ileri gitmeye cesaret edemedikleri gibi, kendi çevresindekiler de bu konuyu iyice yumuşatmaktan yanaydılar. Atatürk’ün laikliği, kendisinden önce bu kuramı ele alanlar gibi, devrim sonrası Fransa’sında kilise ile devletin bağlarının kesilmesine dayanan “Laisizm” ilke ve uygulamasından esinlenmişti. Ama Türkiye’de uygulama farklıydı. Cumhuriyet yönetimi İslam’dan bağımsız olduğunu ilan ederken, daha önce sultanların yaptığı gibi, dini denetlemeyi sürdürmüştü.
Mantık açısından bakınca Fransız laisizmi Müslüman bir topluma uygulanamazdı. Dinin kişiye özel olduğu ilkesi İslam tarihi açısından tutarlı değildir. Kuran yalnızca ahlak ilkelerinin toplamı değil, aynı zamanda, Hz. Muhammed’in (ASA) yarattığı devletin, medeni hukuku ve ceza hukukuyla anayasasıdır. Kuranla birlikte peygamberin söz ve eylemleri (sünnet), toplumsal ve bireysel davranış biçimlerinin ayrıntılarını açıklayarak Müslümanlığın temelini oluşturur. Açık kafalı din düşünürleri kutsal yasaları farklı yorumlayabilir ve açıklayabilir, ama bunların geçerliliğini yadsımak, bir Müslüman için devrimci bir harekettir. Atatürk, 1924’te hilafeti kaldırdıktan sonra işte bunu yaptı. (Alıntılar için bakınız: Andrew Mango, “Atatürk, Modern Türkiye’nin Kurucusu, Remzi Kitapevi 2004 )