Bilindiği üzere sinema, 20. yüzyılın başlarından itibaren dünya çapında yaygınlaşan bir sanat dalı olmuştur. Atatürk bu sanat dalı ile yakından ilgilenmiş, engin bir ileri görüşle:
-…”Sinema öyle bir keşiftir ki, gün gelecek barutun, elektriğin ve kitapların keşfinden çok dünya medeniyetinin veçhesini değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak uçlarında oturan insanların birbirlerini tanımalarını, sevmelerini temin edecektir. Sinema, insanlar arasındaki görüş, görünüş farklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya layık olduğu önemi vermeliyiz.”diyerek, sinemanın önemine değinmiş ve bu sanat ile insanlık ülküsü arasında çok güzel bir paralellik kurmuştur.
Sinemanın Türkiye’de ilk kurumlaşması Merkez Ordu Sinema Dairesi’nin (MOSD) 1915’te kurulmasıyla gerçekleşmiş, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti de 1916 yılında aldığı bir kararla sinema çalışmalarına başlamıştır. Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, Almanya’dan getirttiği aletlerle savaştan görüntüleri yer aldığı –Haber Film- niteliğinde filmler hazırlamış, -Kurmaca Film- alanına da el atan Cemiyet “Pençe” ve “Casus”adlı iki film yapmıştır.
Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, 1918 yılında Mondros Mütarekesi nedeniyle elinde bulunan belgeleri düşmana teslim etmemek için bu işi malzemeleriyle birlikte Malul Gaziler Cemiyeti’ne devretmiştir. Malul Gaziler Cemiyeti de 1919 yılında sinema çalışmalarına başlamış, Cemiyet’in çektiği “Mürebbiye” adlı film -Fransızları küçük düşürdüğü- gerekçesiyle yasaklanınca “Sansüre uğrayan ilk Türk filmi” olmuştur.
İstiklal Savaşı sırasında, TBMM Orduları tarafından kurulan“Ordu Film Alma Dairesi” tarafından belgesel film niteliğinde “İstiklâl / İzmir Zaferi” adlı filmin hazırlanması, Anadolu’da verilen bağımsızlık mücadelesi hakkında halkın bilgilendirilmesi konusunda sinemanın da etkin bir iletişim aracı olarak kullanılmak istendiğini göstermektedir.
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Battal Odabaş; …”TBMM Orduları bünyesinde kurulan Ordu Film Alma Dairesi, Malul Gaziler Cemiyeti’ne devredilen sinema araçlarını geri alarak üstlendi. İşgal güçleri geri çekilirken köy ve kasabalarda yaptıkları vahşeti görüntüleyen Ordu Film Dairesi, bu filmleri kurgulayarak 1922 yılında “İstiklal” adlı belgeseli yaptı. Dairenin Türk ordusunun İzmir’e girişini konu alan film ise tarihe geçti. Ordu destekli bu kuruluşlardan sonra 1922 yılında ilk özel film yapımevi olan “Kemal Film” kuruldu. Kemal ve Şakir Seden kurduğu film şirketi kurmaca filmlerin yanı sıra Kurtuluş Savaşı’nı da belgeleyerek önemli bir görev üstlendi. “Kemal Film”, aralarında –Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın İzmit Cephesini Teftişi– de bulunan 47 Haber Film çekti. (Kaynak: İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, 2003, “Cumhuriyetimiz 80 Yaşında”)”
1923’te Cumhuriyet döneminin ilk Türk filmlerinden Halide Edip (Adıvar) Hanım’ın “Ateşten Gömlek”, bir yıl sonra da Reşat Nuri (Güntekin) Bey’in “Bir Gece Rüyası” adlı oyunundan uyarlanan “Ankara Postası” adlı eserleri sinema filmi olarak çekilmiştir. Bunu “Düşman Denize Dökülüyor” adlı belgeselin çekilmesi takip etmiştir. Türk milletinin bağımsızlık savaşını konu alan bu film ve belgeseller savaş yıllarının bozuk ekonomik yapısı içinde büyük maddi sıkıntılar neticesinde çekilebilmişlerdir.
Atatürk’ün Muhsin Ertuğrul’un 1932’de çektiği “Bir Millet Uyanıyor” filminin senaryosunu bizzat incelemesi, dönemin genç sinemacısı Fuat Uzkınay’ın 1934’te hazırladığı “İstiklal Savaşı Belgesel”lerini yetersiz bulup, bunların genişletilme işlemenin olumlu bir sonuca ulaşamadığını anladığında:
-…”Ben hayattayım. Milli Mücadele’ye ait bütün evrâkım, kılıcım, çizmem hâlihazırda mevcut olduğuna göre çağırdığınız anda bana düşen vazife ve görevi yapmadım mı? Böyle bir teklif karşısında kalsam memnuniyetle kabul eder, bir artist gibi filmde rol alır, hatıraları canlandırırdım. Bu milli bir vazifedir.” demesi sinema ile ilgisinin en somut örneklerinden biridir.
Atatürk, Türk sinemasının henüz gelişmeye başladığı söz konusu dönemde çekilen yerli filmler ile yakından ilgilenmiş, bu filmleri izleyebilmek için adeta fırsat kollamıştır;
27 Ağustos 1927 gecesi, Dolmabahçe Sarayı’nda, Türk Tayyare Cemiyeti tarafından hazırlanan “İstiklâl Savaşı” ile ilgili bir filmi izlemiş,
16 Ağustos 1929 akşamı, yine Dolmabahçe Sarayı’nda, Ferit İbrahim Bey tarafından Gazi Çiftliği’nde çekilen filmi seyretmiş,
3 Aralık 1930’da, Fox Film Şirketi tarafından, Ankara Gazi Çiftliğinde çevrilen –Kendisinin de Amerikan Milleti’ne demecini içeren- filmi İstanbul, Elhamra Sineması’nda seyretmiş,
30 Ocak 1931 akşamı, İzmir Elhamra Sineması’nda halk arasında film seyretmiş,
8 / 12 /14 ve 22 Kasım 1931 akşamları,Başkent Ankara’da, Ulus semtindeki Yeni Sinema ’ya giderek film izlemişler,
25 Aralık 1931 akşamı, Başkent Ankara’da, Ulus semtindekiYeni Sinema ‘ya giderek film izlemiş,
3 Ocak 1932 günü, öğleden sonra, Başkent Ankara’da, Ulus semtindeki Yeni Sinema ‘ya giderek film izlemiş,
22 Ocak 1932 akşamı, İstanbul’da, Opera Sineması’nda “Çanakkale” filmini seyretmiş,
23 Şubat 1932 akşamı, İstiklal Caddesi Elhamra Sineması’nda film izlemiş,
16 Eylül 1932 akşamı, İstiklâl Caddesinde (F)Glorya sinemasında film seyretmiş,
2 / 8 / 10 / 16 / 17 / 24 ve 28 Mart 1933gecelerini Çankaya’da film seyretmiş,
7 ve 13 Nisan 1933 gecelerini, Çankaya’da film izleyerek geçirmişlerdir.
Atatürk, senaristleri, yönetmenleri ve oyuncuları daima takdir etmiş ve onlarla gurur duyduğunu çeşitli vesilelerle vurgulamıştır. Mesela, 1931’de ilk sesli Türk filmi olarak çekilen ve büyük başarı kazanan “İstanbul Sokaklarında” adlı filmin övgüsünü işitir işitmez yakın arkadaşlarıyla birlikte bu filmi izlemiş, gece döndüğünde uşağı Cemal Granda’ya:
-…”Çelebi Efendi, iyi vakit geçirdik!..” diyerek memnuniyetini dile getirmiştir.
Cumhuriyet’in 10.yılı dolayısıyla yapılacak gösterilerde sinemadan yaralanmak düşüncesi güç kazandığı için o yıllarda belgesel film çekiminde başarılarıyla tanınan ünlü Sovyet yönetmen Sergey Yutkeviç ve yardımcısı Lev Oskaroviç Türkiye’ye davet edilmiştir. Bu sinemacılar, Reşat Nuri Güntekin ve Fikret Adil gibi yazarların yardımıyla, Ankara’nın Türk İstiklal Savaşı ve İnkılabında oynadığı rolden yola çıkarak savaşın ve inkılapların genel seyrini tasvir eden bir film çekmişlerdir. Atatürk’ün izni ve onayıyla hazırlanan bu filmin çekimi 1934’te tamamlanmıştır. Büyük ilgiye mazhar olan söz konusu film “Türkiye’nin Kalbi; Ankara” adı ile Cumhuriyet’in 10.yıl kutlama törenlerinde yer almıştır.
Türk sinema tarihinin başlangıç aşamasını teşkil eden bu süreçte Atatürk’ün konuya yakın ilgisi, sinema sanatının Türkiye’de sağlam temeller üzerinde ve hızlı bir şekilde gelişmesini sağlamıştır. Söz konusu dönemde Ankara, Bursa, İzmir, Konya ve Eskişehir gibi önemli merkezlerde açılan sinema salonları bu sanata verilen önemi göstermektedir. Cumhuriyetin ilk yılları itibariyle ülkenin toplumsal yapısının aynası olarak çekilen belgeseller ve sinema filmleri, gerek tema gerekse teknik anlamında ileriki yıllarda yetişen Türk sinemacıları için önemli bir kaynak teşkil etmiştir.
Milli Mücadelenin 100. yılına yaklaşmış bulunuyoruz. Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bizlere emaneti olan Cumhuriyet 100 yaşına geldi. Ama bu yaşa kadar “Mustafa (2008)”, “Veda (2010)” ve “Dersimiz Atatürk (2010)” dışında hâlâ bir Atatürk filmi çekilmedi.
Atatürk, -…”Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi ve duygularımı anlıyorsanız bu kâfidir (1929).”demişti, ama 1981 yılında Atatürk’ün doğumunun 100.yılı şerefine üç tane film çekilmiş; Filmin ilkini Belçikalı Marc Mopty çekmiş, iki milyon dolar ödenen film daha sonra beğenilmeyerek gösterimi yapılmamıştı. Adını bile öğrenemediğim bu film bazı iddialara göre yakılarak yok edilmişti. İkinci filmin de bütçesi hemen hemen aynı. Filmin adı da “I Stand For Your Derems” Bu film de beğenilmediği için halka gösterilmiyor. Üçüncü film de kırk milyon dolar bütçeli Halit Refiğ’in çektiği “Atatürk ve Sanat” bir belgesel.
Türkiye sinemasında Atatürk ile ilgili bir film yapma fikri 1940’lardan beri tartışılmış, çeşitli girişimler, yarım kalmış projeler ya da çekilmiş ama gösterime girmemiş ya da ilgi görmemiş olsa gerekir ki belgesellerle geçmiştir.
Cumhuriyet tarihimizde Atatürk ile ilgili film yapma fikri, ilk olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Adil Özkaptan’dan çıktığı bilinmektedir.
1951’de ise Douglas FairbanksJr. Türkiye’ye Atatürk rolünü canlandırmak istediğini söyleyerek gelmiş ve devlet töreni ile karşılanmış, dönemin hükümet yetkilileri ile anlaşarak ülkesine döndükten sonra senaryoda çıkan pürüzler bahane edilerek proje yarım bırakılmıştır.
1954’te konuya Hollywood ilgilenmeye başlamış bir Atatürk filmi çekileceği duyurulmuş ve rolü Douglas FairbanksJr. ya da Sir Laurance Oliver’in oynayacağı yazıldı. Ardından aday sırasında ciddi bir patlama olmuş; Marlon Brando, John Vayne, Yul Brynner, Charton Heston, Kirk Douglas, Burth Lancester, Robert de Niro isimleri sırayla ortaya atıldıysa da olmadı… Olamadı…
Cumhuriyetin 50. Yıldönümünde “Bir film yaptırsak mı artık” konusu tartışmaya açılmış, bir yıl sonra yani 1974’te, Türkiye’de Sinema – TV Enstitüsü’nü Prof. Sami Şekeroğlu kurarak ilk kez sinema eğitimini başlatmıştı.
Sonra, 12 Eylül 1980’de işe askerler el koymuş, Belçikalı bir firmayla anlaşılarak Kültür ve Turizm Bakanlığının desteğinde bir Atatürk filmiş çektirilmişti. Ancak hazırlanan şartnamede “Atatürk’ün görüntüsünün cepheden verilmeyeceği” yazılı olduğundan gösterilmemişti.
1986’da Cumhurbaşkanı Kenan Evren bu konuyu iş edinerek bürokrasiye “Bu film çekilecek” talimatını vermişti. Film için dönemin Kültür Bakanı Mesut Yılmaz başkanlığında bir yüksek kurul ve yürütme kurulu oluşturularak 1988 de bu konuda bir panel düzenlenmişti. Filmin mevzuunun en hassas bölgesi kabul edilen “Atatürk’ün insan yönünü gösterecek miyiz” meselesi Evren’in huzurunda tartışıldı. 1989’da Konu Yüksek Kurul’da ele alınmıştı. Sonra Yürütme Kurulu on yazara senaryo siparişi verdi ve hazırlanan bir şartname senaryo ile belirlendi. Şartnameye göre “özel hayat” bulunacak, ama aşırılıktan kaçınılacaktı. Yazım ve kontrol aşamasında ise Atatürk Araştırma Merkezi danışmanlık yapacaktı.
Nihayet 1991’de (yani fikir ortaya atıldıktan beş yıl sonra) Senaryo Değerlendirme Kurulu seçimini yaptı. Öncelikle iki projenin çekilmesi kararlaştırıldı. Bu iki senaryo Tarih Kurumu’ndan “uygundur” onayı aldıysa da yine çekime başlanılamamıştı. Çünkü kazanan projelerden birinin adı “Gazi ile Latife” idi ve Atatürk’ün evlilik çevresinde gelişiyordu.
Devlet, bürokrasi, kamuoyu, Yeşilçam ayağa kalkmış; …”Bunun gericilerin işine yarayacağı, Türkiye’nin dış itibarını zedeleyeceği, şehitlerin kemiklerini sızlatacağı” söylendi.
Bürokrasi ise, Halit Refiğ’in bu projesini boğup, Refik Erduran’ın “Metamorfoz”una öncelik vermişti. Çünkü Atatürk çekimlerinde öznel kamera kullanılıyor, yani bir tür “Peygamber Sendromu” ile kamera Atatürk’ü göstermeden, olaylara O’nun gözüyle bakıyordu. Bu deneyden sonra herkes hepten pes etti. Dışarıda bir tek Sir Laourance Oliver’in oğlu kalmıştı. Babasının 1954’te oynayamadığı role bu kez oğlu Targuin Oliver film yapımcısı olarak talip olmuştu.
Ünlü İngiliz sinema sanatçısı Lawrence Oliver’in oğlu Tarquin Oliver, 1998 yılında yapımcılık hayatına giriş yapmak için hayranı olduğu Atatürk’ün hayatını beyaz perdeye taşımak istiyordu. Üstelik bu işte de çok ciddiydi. 40 milyon Dolar’a yakın bütçeyle devasa bir yapım vardı aklında. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile başbakanı Mesut Yılmaz’dan (Türk sanatçılarının katılımının ön koşuluyla) işbirliği taahhüdü alan Oliver, senaryo için Lord Kinross’un “Atatürk” kitabını kullanacak, filmin yönetmenliğini de Bruce Bereford yapacak, kitap ise yazar Timoty Prager tarafından senaryolaştıracaktı.
Ancak, çekimler konusunda henüz görüşmeler sürerken işler çirkinleşmeye başlamıştı.
Joyce Garebedian August isimli bir Ermeni vatandaşı, ünlü oyunculardan bu filmi protesto etmelerini istemiş; ABD ‘deki Yunan ve Ermeniler filmde Atatürk’ü canlandıracak Antonio Banderas ve eşi Melanie Griffıth’e bu filmden çekilmesi için tehdit içerikli mesaj-mektup yağdırmaya başlamış, hatta Atatürk’e çirkin iftiralar atacak kadar da ileri gidilmişti.
Yerel bir gazete, …”bu kampanyanın Yunan vatandaşlarını utandırdığını ve küçük düşürdüğünü” yazarken, New York Times o dönem yaptığı bir haberinde; …“uç görüşlü, Ermeni ve Yunan vatandaşların, Atatürk’ün bir kahraman olarak tanıtılmaması ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olumlu bir hava yaratılmamasını” yazmıştı.
Tarquin Oliver ise basına verdiği demeçte; …”Yunan camiasından olan bağlantılarımız bu kampanyanın çok küçük bir grup tarafından yürütüldüğünü, bu sadece Atatürk’e değil Türkiye’ye olan bir nefret. Konuşma ve sanatın özgürlüğünün baltalandığı bir durum yaşamak istemiyoruz!” şeklinde açıklama yaparak filmi iptal ettiğini söylemişti.
Prof. Dr. Özer Ozankaya, Türkiye İş Bankası, Kültür Yayınları tarafından yayımlanan, “Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve Cumhuriyeti” adlı eserinde, Tarquin Oliver’in Atatürk filmi yapımı konusuyla başladığı ve bu konudaki düşünceleri, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti ile doğrudan bağlantılı olduğu için, bizzat kendisiyle gerçekleştirdiği görüşme metnine yer vermiştir:
(…)”Sayın Tarquin Oliver, babası dolayısıyla film sanayii dünyasında edindiği deneyimleri ile ekonomi uzmanlığını birleştirerek tanınmış bir film üretimcisi olmuş, Zelfa adında bir Türk hanımla evlenmiştir. Eşi Zelfa hanımın da önerisiyle Atatürk üzerine de bir film yaptırmayı çok istemektedir. Oliver, Oxford Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Güneydoğu Asya’ya gidip orada iki yıl boyunca çiftçiler ve balıkçılar arasında yaşamış, daha sonra İngiliz Uluslar Topluluğu Gelişme Kurumu’nda maliye uzmanı olarak Doğu Afrika ve Karaip Adaları’nda çalışmıştır. Bundan sonra dünyanın pek çok ülkesinde kullanılan kâğıt para (banknot) basım makinelerini üreten bir firmaya katılmış; …“Bu firmanın ürettiği makineler bugün Ankara’da da harıl harıl çalışıyorlar,” diyerek enflasyona boğulmuş ekonomimize ilişkin bir anımsatmada da bulunmuştur.
OLIVIER: …”11 yıldır bu düşünce üzerinde çalışageldik. Lord Kingros’un kitabını okur okumaz bunun çok güzel bir film konusu olacağını düşündüm. Kahramanlıklarını göz önüne aldığımda, özetle diyebilirim ki, tarihte ülkesi için, Mustafa Kemal Atatürk’ten daha büyük işler başarmış hiçbir kimse yoktur.
Bir filmde, kahramanın kişiliğine, kimi noktalarda derinlik getirmek gerekir; kişiliğinin değişik yanlarını işlememiz gerekir. Atatürk’ün kişiliği başka hiçbir kimsede bulunmadığı ölçüde, çok büyük karşıtlıklar içermektedir. Örneğin savaştan nefret den dahi bir askerdi. Aşk alanında çok büyük bir kişiydi; öylesine ki, yaşamı sevgilisini yitirdiğinde o kadar yaralanmıştı ki, bir daha aşık olmak istemedi. O’nun kadınlarla ilgili olarak, çok yanlış anlaşılan bir sözü var. “Kadınlarda en çok bulmak istediğiniz özellik nedir?” sorusunu “hazır bulunmak (=availabilitiy, T.O.)” diye yanıtlamıştı. Bunu söyleyen Atatürk, bildiğiniz gibi, kendisini vuran Fikriye’nin ölümüyle yaralanmadan önceki Atatürk değildi.
Yetiştiği ortam, Selanik’teki Türk azınlık grubun orta halli ortamıydı. Annesi çok dindar bir kadındı. Daha önce iki oğlunu yitirmiş olmanın derin üzüntüsünü yaşamıştı. Evleri yas evi gibiydi. Babası önce gümrük memuruydu; biraz maddi varlık edinebilmek için kereste ticareti işine girmişti. Balkanların kargaşa içinde olduğu bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu otoritesini bu bölgede büyük ölçüde yitirmişti. Ali Rıza Bey de eşkıyalar yüzünden hemen hiç iş yapamaz duruma düşmüştü; çünkü herhangi bir kesim ve taşıma işi yapamıyordu.
Evet, Mustafa Kemal’in baba evi yas doluydu. Eşim bunun Türkiye’de o kadar da olağandışı olmadığını söylüyor. Bu ailenin içine düştüğü suçluluk duygusunu anlatıyordu. “Ne kadar üzgünüm bilemezsin!” diyen bir tutumdu bu. Mustafa Kemal, annesinin istemesine karşın bir din hocası olmak istemedi. O, yaşamın etkin yanlarını çok daha büyük ölçüde yeğliyordu. Çocukluğunda da pek çetin biriydi. Filmin bu bölümü O’nun daha erken yaşında, köy çocuklarından bir saldırı geldiğinde nasıl bir stratejisiyle karşılık verdiğini göstermektedir. Annesi O’nun burnu kanamış olarak eve gelişini üzüntüyle karşılıyordu.
Bir asker olmak istiyordu. Sonunda kendisine asker olma yolunu açan bir kişiyle karşılaştı. Daha pek erken yaşta, büyük bir önder olacağına inandı. Bu dönemde çekilmiş fotoğraflarından bir bölümü, insana O’nun ve kimi arkadaşlarının acayip bıyıklarıyla oldukça kendilerini beğenmiş oldukları kanısını veriyor. Çok üstün bir insan olacağı kanısını uyandırmak isteyen bıyıklar. Eğitimleri gerçekten çok iyiydi. Bugün de Harp Okulu eğitimi çok iyi. Ben Askeri Akademi’yi gezdim. Binlerce ve binlerce başvuru arasından subay olacakların nasıl seçildiğini ve sonra nasıl iyi eğitim aldıklarını gözlemledim. Kuşkusuz bu gelenek yüzlerce yıl gerilere dek gitmektedir. Osmanlı ordu geleneği herhalde Avrupa’daki en eski sürekli askeri gelenektir. Oysa İngiliz Ordusu, sömürgelerdeki bölümler bir yana bırakılacak olursa, I.Dünya Savaşı’ndan önce kapanmıştı. Bu savaşla birlikte yeniden kuruldu.
Mustafa Kemal hep asker olmayı isterdi Çünkü Osmanlı toplumunda varlıklı ve soylu kökenden gelmeyen kişi için ilerlemeye, yükselmeye en uygun kurum orduydu. Belki de Mustafa Kemal’in askerlik mesleğini seçiş nedenlerinden buydu. Bir başka neden de, bugün hâlâ geçerli olan nedendir: Türk Ordusunun geçmişi yüzlerce yıl gerilere gitmektedir. Eğitim ve yetiştirme yöntemleri bugün de çok yüksek değerdir. Türk toplumumuzun en saygın kurumu “ordu” dur. Ben de iki yıl muhafız alayında askerliğimi yaptım. İngiltere’de de ordumuzun en saygın kurum olduğunu söylemekten kıvanç duyuyorum.
Mustafa Kemal genç bir subay iken Genç Türkler hareketine katılmak istedi. Amacı ülkeyi demokratikleştirmekti. Bu askeri yolla değil, demokratik yoldan olmalıydı. Enver Paşa ile aralarındaki farkı bu noktada belirdi. İttihat Terakki ile Atatürk’ün kurduğu örgüt birbirlerini rakip olarak görüyorlardı.”
OZANKAYA: …”Sınıf arkadaşı Ali Fuat, anılarında, Atatürk’ün, Manastır’daki askeri lisede öğrencilere “Padişahım çok yaşa!” diye bağırırken, “Bir elin boğazını sıkar gibi olduğunu” söylediğini yazmaktadır. Yirmi yıldan az zaman sonra bunun yerine “Yaşasın ulus!”dedirtecektir. Daha sonra da Harp Okulu yıllarında Abdülhamit baskıcılığına karşı gizli etkinliklerde bulunacaktır. Yaptığınız filmde Mustafa Kemal’in özgürlüğe olan bu derin bağlılığını nasıl yansıtabilmeyi düşünüyorsunuz?”
OLIVIER: …”Evet kesinlikle. Filmde Mustafa Kemal’in okuduğu ve yetişmesinde önemli yeri olan kitapları belirtmek için yeterli zaman yok. Fransız filozofların yazdıkları; O’nun Julius Sezar’ı, Napolyon’u nasıl gördüğünü belirtmeye zaman kalmıyor. Bence Mustafa Kemal pek erken çağda, bu iki tarihi kişinin imparatorluklarını genişletmeye koyulmalarını yanlış bulmaya başlamıştı. Türkiye’yi bir ulusal toplum olarak, başka ulusların çoğunlukta olduğu yerlerden ayrı tutmak, azınlıkları da tam güvenlik içinde bulundurmak düşüncesinin buradan başlayarak oluştuğun sanıyorum. Azınlıklar konusunda Türkiye’nin zaten çok eskiden beri güvenli bir ülke olduğunu biliyoruz. 16. Yüzyılda İspanya Yahudilerinin, Cumhuriyet döneminde Almanya Yahudilerinin Türkiye’de güvenliğe kavuştuklarını biliyoruz. Ama Atatürk’ün ilk etkilenimleri asıl olarak okuduklarından ileri geliyordu. Özellikle Franzsızca kitaplardan. Fransız Devrimi’nin özgürlük getirirken 16.000 kişinin giyotinden geçtiğini ve bu tür kanlı olayların uzun süreler ardı arkası gelmediğini öğreniyordu. Atatürk’ün gerçekleştireceği devrim ise, hele ne kadar kısa sürede yapıldığı ve elde ettiği başarıların ölçüsü göz önüne alınacak olursa, en nazik devrim olduğu görülür. İnanılmaz bir şey; olağanüstü bir başarı!”
OZANKAYA: …”Mustafa Kemal ile Enver Paşa arasındaki rekabet konusunu nasıl işleyeceksiniz?”
OLIVIER: …”Her şeyden önce Enver Paşa’nın Almanya’nın askeri yönetiminden derin etkilenişini Atatürk’ün kesinlikle yanlış buluşu var. Mustafa Kemal daha başlarda, ya politikacı ya da asker olunması gerektiğini, ikisi birden olunamayacağını belirtip vurgulamıştır. Oysa Alman tarihi bu iki kişi ile birlikte yürütmek isteyenlerle doludur. Enver Paşa’da hem asker hem politikacı olmak istedi.
İkinci bir fark da, Mustafa Kemal’in Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumla ilgilenişiydi. Balkanlardaki savaş Türkler için çok kötü gidiyordu. Rusya doğuda kendisine yardım edenlerle birlikte-ki bu konuya girmek istemiyorum- durmadan Osmanlı topraklarını ele geçiriyordu. Devlet kokuşmuştu. Mustafa Kemal, askerin ve politikacıların ayrı ayrı birer kesim olduğunu düşünüyordu; ama Osmanlı bunlar arasında ayrım yapmayı başaramamıştı. Sultanla halife iç içe geçmişti. Mustafa Kemal bunun her düzeyde şantajlara, kokuşmaya, yasasızlığa, siyasal ve dinsel erkin kötüye kullanılmasına götürdüğünü görüyordu. Nitekim kendisi dinsel ve siyasal alanları birbirinden ayırarak, din işleri için ayrı bir birim kurarak sorunları çözdü.”
OZANKAYA: …”Mustafa Kemal’in çok iyi bilinen özgürlük tutkusunu sinema perdesine nasıl yansıtmayı düşünüyorsunuz?”
OLIVIER: …”Çok güçtür. Çünkü özgürlük çok derin bir felsefi kavramdır. Yüzyıllar boyunca hep babadan oğula geçen Osmanlı saltanatçılığında otorite yukardan başlayıp aşağıya doğru gidiyordu. Oysa bu düzenin davranış kalıbı özgürlük düzeninin tam karşıtıydı. İnsanlar istemeyerek de olsa boyun eğmiş durumdalardı. Atatürk devriminin toplumu demokratikleştirmek, halkı istenci üzerine kurulu, yani otoritenin yukardan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya işlediği bir hükümet düzeni kurmak amacını, bir sahne anlatımı yoluyla sinema perdesine yansıtmak gerçekte olanaksız. Ne ben ne de yazarlarımız bunun yolunu bulabilmiş değiliz.
Konu, gözleri özgürce gören bir insanın ve çevresindekilerin ruhsal durumudur. Düşünme, konuşma, davranma biçimleri ve özgürlük gerçekleştikçe bunların nasıl değiştiği, hep vücut diliyle anlatıma kavuşan olgulardır. Alışılmış yol, özgürlüğün karşıtı olan, işgal altındaki bir ülkenin –nitekim böyleydi- bağımsızlığını kurtarışını, özgürlük duygularıyla dopdolu hale gelişini göstermek yoludur. Koşulların en ağır olduğu bir ortamda, örneğin Sakarya Savaşı sırasındaki gibi, yokluklar ortamında, elinde avucunda ne varsa veren, kağnılarla, hatta kadınların omuzlarında cephane taşınan bir ortamda “Ne Mutlu Türküm Diyene!” diyerek, bir halka nasıl bir heyecan verebildiği gösterilebilir. İşte burada, ruhundaki ateşi bütün bir ulusa yayan, özgür bir insan örneği karşısındayız.”
OZANKAYA: …”Atatürk’ün karşıtlarıyla bile iletişim kurmadaki yeteneğini nasıl yansıtacaksınız? Örneğin, bildiğiniz gibi Rauf Orbay, Bağımsızlık Savaşı’nın başarılabileceğine hiç güvenmiyordu. Bunun yerine Amerikan güdümünü yeğliyordu. Daha başka nedenlerle de Mustafa Kemal’e karşıt olan başka birçok kimse vardı. Ama Mustafa Kemal, onlarla ilişkilerini yıkmadan, onların Bağımsızlık Savaşı davasına destek vermelerini sağlayabildi. Hem de kendisi onların çizgisine düşmeden, onları kendi çizgisine getirerek bunu başardı. Bu yeteneği sizce sinema perdesine nasıl yansıtılabilir?”
OLIVIER: …”Mustafa Kemal ile Kazım Karabekir ve Rauf Orbay bir padişahın kalmasından yana olanlar arasındaki görüş farklılıkları belirtilecektir. Ama keşfettiğimiz bir şey var: Türkiye’ye yaptığım birçok ziyaretlerden birinde Amasya’daydım. Irmağın öteki yanında bir sanat merkezindeyken, rastlantı sonucu karşılaştığım birisi bana, kesinlikle görüşmem gereken ve hoca olan bir kişiyi tanıdığını ve bni bu kişiye götürecek birisini bildiğini söyledi. Köprüden ırmağın karşı yakasına geçtik. Güçlü, yapılı biri “Evet, kesinlikle Hocayla tanışmalısın,” dedi ve bizi ona götürdü. Bu Anthony Shaffer’in yazdığı ikinci senaryodaydı.
Hoca denen kişinin bana söyledikleri, okuduğum hiçbir kitapta yazılı değil. Atatürk ve dört arkadaşı oradalar. Kazım Karabekir Erzurum’dadır. Rauf, Refet, Ali Fuat Cebesoy ve Mustafa Kemal. Meydanda İngiliz bayrağı dalgalanıyordu. Birçok kentte olduğu gibi meydanlar işgal altındaydı. Dört kişi camiye gidiyorlar. Erzurum’da, Sivas’ta oldukça başarı elde etmiş olmakla birlikte Amasya’da üzüntü içinde. Yunanlılar bir yandan ülkeyi işgale devam ediyorlar. Bundan sonra ne olacağı bilinmiyor. İktidarı elinde tutan Padişah, İngiliz generali Hamilton’un baskısı altında Atatürk’ü görevinden almış.
Dört kişi ve hizmetlerindeki birkaç subay, camiye giriyorlar. Hoca, “Bugünkü yıkımlı koşullarda bize yardım edecek hiç kimse yok. Padişahı unutun; Enver Paşa’yı unutun. Bize bu yıkım günlerinde yardım edebilecek tek kişi var, işte o da burada!” diyor. Mustafa Kemal, “Kim? Ben mi?” diye şaşırıyor. Bundan sonra karanlık odaya gidiyor ve Bağımsızlık Bildirgesi’ni yazıyorlar. Kazım Karabekir’e telgrafla bildirip onayını alıyorlar. Böylece işe koyuluyorlar.”
(Not:Sayın Targuin Olivier’e Amasya Genelgesi’nin hazırlanışı ile ilgili olarak anlatılanların gerçekle ilişkisi olmadığı açık olmakla birlikte, tarihin insanlığa en uzun soluklu hizmetlerde bulunabilecek güçte bir uygarlık projesinin sahibi olarak kaydettiği 2. ya da 3. kişiden birisi olan Mustafa Kemal Atatürk gibi üstün bir değerin, sinema gibi çok kalıcı izler bırakabilecek bir kitle iletişimi yoluyla tanıtılmasında ne büyük bir titizlik gösterilmesi gerektiğini gözler önüne sermek için buraya olduğu gibi alıyoruz. Yoksa, örneğin Amasya Genelgesi’nin Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra değil, önce yayınlandığı, bu bildirgenin hemen tüm içeriğini daha 2 gün önce Mustafa Kemal’in Edirne’deki Cevat Tayyar Paşa’ya telgrafla bildirmiş olduğu, Mustafa Kemal’in Amasya’da iken henüz resmi görevinden alınmış olmadığı, önderliğinin mistik bir açınlama yoluyla kendisine ‘tebşir’ edilmediği, tersine kendisinin bu işi tam bir bilinç aydınlığı ile üstlenip bilgelik düzeyinde bir stratejiyle yürüttüğü… nesnel olarak saptanmış gerçeklerdir. Kanımca Atatürk’le, Kurtuluş Savaşı’mızla ve Türk Devrimi’yle ilgili ve benzer çalışmaları, Vahdettin’lerin torunları vb. yan tutucu olma olasılığı pek yüksek odaklara bırakmamak, başta Türk Tarih Kurumu olmak üzere üniversitelerimizin başlıca Devrim Tarihi Araştırma Merkez ve Enstitülerinin tanınmış uzmanlarının, Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih Dairesi vb. kurumların etkin katkıları eşliğinde, uluorta söylentilerden ve art niyetli yönlendirme ve saptırmalardan sakınılarak yapılmasını sağlamak, her açıdan, ama her açıdan Türk ulusuna ve insanlığa karşı bir şeref borcudur.”)
OZANKAYA: …”Söylentiler her zaman değişik yönlerde gelişir.”
OLIVIER: …”Biz bunu hocanın torunundan duyduk.”
OZANKAYA: …” Sanıyorum daha ikinci Meşrutiyet devrimi sırasında Mustafa Kemal, Selanik’teki Beyaz Kule’de arkadaşlarına, “Bir gün Fethi’yi Dışişleri Bakanı, öteki arkadaşlarını da Genelkurmay Başkanı, Milli Eğitim Bakanı, vb. yapacağını” söylediği bilinmektedir. Bu nedenle Abdurrahman Kamil Efendi “Mustafa Kemal Paşa’nın ardından gideceğiz!” dediğinde Atatürk’ün şaşırdığını sanmıyorum. Tersine, Atatürk, zaten Sultanı izlemek yerine özgürlük davasına kendisini adadığını açıklamış bulunuyordu.”
OLIVIER: …”Evet öyle. Sanırım en gerilimli an Mustafa Kemal’in askeri giysilerini üzerinden çıkardığı andır. Vahdettin’in kız torunu Hümeyra Hanım’dan öğrendiğimiz birkaç nokta var. Ama bunları şimdi söylemeyeceğim. Değişik bir görüş söz konusu. Çok da heyecanlandırıcı. Ama bunu filmime saklamak istiyorum.”
OZANKAYA: …”Bu noktada belgelerin daha önemli olduğu düşüncesi usuma geliyor. Çünkü biliyorum ki, “anılarım” demek, “anlatmak istediklerim”, “itiraflarım” bile “anlatabildiklerim” demektir. Oysa belgeler en nesnel, en güvenilir kaynaklardır.”
OLIVIER: …”Belgelerde de oldukça büyük eksiklikler var. Birçok şeyi yanıtsız bırakıyorlar.”
OZANKAYA: …”Var oldukları ölçüde kuşkusuz.”
OLIVIER: …”Evet. Ama bence öznel gerçekler de çok.”
OZANKAYA: …”Mustafa Kemal’in halkla ilişki kurma biçimini, örneğin Büyük Millet Meclisi’ndeki hoca üyelerle ilişkisini nasıl yansıtmayı düşünüyorsunuz?”
OLIVIER: …”Tarihte oldukları biçimiyle, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde çok sayıda din adamı milletvekili vardı. Mustafa Kemal onlarla ilişkilerinde kuzu gibiydi. “Kuşkusuz Halife Sultanı kurtaracağız,” diyordu; “Tabii dualar edeceğiz,” diyordu.”
OZANKAYA: …”Sanıyorum, Mustafa Kemal gerek gördüğü yerde çok açık sözlüydü. Örneğin hocalar ve Kazım Karabekir, devlet başkanının yani Halife Sultan’ın anayasada yerinin belirtilmesini istediklerinde, Atatürk önce direndi. Ama isteklerin arkası gelmeyince, Büyük Millet Meclisi’ni gizli bir oturuma çağırarak hocalara şunu söyledi: “Eğer diretirsek, yalnızca iki seçenek karşısında kalırız. Ya bugünkü Halife Sultan’ı devlet başkanı olarak tanıdığınızı söyleyeceksiniz; ama biliyorsunuz ki O bir haindir.”
Bu sözlere Büyük illet Meclisi’nde hiç kimse karşı çıkmıyor. Mustafa Kemal sözlerini sürdürüyor: “O zaman ikinci seçeneğiniz var: ‘Biz O’nun vatan haini olduğunu biliyoruz. Ama Osmanlı Hanedanı’ndan bir başkasını Halife Sultan yapacağız’ diyebilirsiniz. Ama bugünkü Halife Sultan, sizin bu kararınızı kabul edecek mi? Biz bu savaş ortamında bir de Ali ve Muaviye dönemi mi yaşayacağız?” Bu uyarılar üzerine, Kurtuluş Savaşı sonuna değin bir daha devlet başkanının anayasadaki yerini belirleme konusunda bir istek ortaya atılmıyor.”
OLIVIER:…”Ben bunu bilmiyordum. Bence bu önemli bir noktadır. Çünkü Mustafa Kemal hiç kimseyi aldatmadı. Gerekli gördüğü zaman gerçek planlarını açıklamakta duraksamadı. Ama bu planları, özgürlük ve ulusal egemenlik gereği olarak sundu. Bir de bilim ve mantık gereği olarak.”
OZANKAYA: …”Evet, daha sonra da bilim ve mantık gereği olarak. Ben, Mustafa Kemal’in kendisiyle aynı doğrultuda düşünmeyenlerle iletişim kurma yeteneğini sinema sanatıyla nasıl anlatabileceğinizi bilmek isterdim. Çünkü Mustafa Kemal önderliğini bu yeteneği ile kabul ettirebildi.”
OLIVIER: …”Her filmin kendi dili, kendi havası, deyim yerindeyse kendi müziği vardır. Eğer kızgın insanların yoğun tartışmalarıyla dolu, ama düşünce derinliği olmayan, tutkulu, “suçlu mu, masum mu?” merakını uyandıran bir film yapıyorsanız, insanların tartıştıklarını görmeye alışırsınız. Bizim yaptığımız bu film, bir “kahramanlık filmi” olacak. Az sayıda insan arasındaki küçük tartışmaları, konu son derece önemli olsa bile, film içinde yerleştirmek güçtür. Çünkü bu filmin yapılışında ayrı bir dil, ayrı bir ses dalgası kullanıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıcında siyasal kültür ve ahlakın gelişimi açısından önemli olayların akışı konusu ve daha başka birçok konu var. Bu, çok siyasal, çok felsefi bir sorun. Bunları bir kahramanlık oyunu içine eşit biçimde nasıl yerleştirebileceğimi doğrusu tam bilemiyorum. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?”
OZANKAYA: …”Siz planınızı ve bakış açınızı anlatırken, örneğin Mustafa Kemal’in bir çarpışma sonrasında yerde gördüğü Yunan bayrağını, “Bayrak bir ulusun onurudur. Düşmanın da olsa yerde sürüklenmemelidir,”diyerek yerden kaldırttığını hatırladım.”
OLIVIER: …”Bunun İzmir’de Meraton’un merdivenlerinde olduğunu sanıyordum.”
OZANKAYA: …”İzmir’de de; daha önce Büyük Taarruz sonunda, savaş meydanı gezilirken olmuş.”
OLIVIER: …”Dumlupınar’da cereyan eden etkileyici bir olay var. Mustafa Kemal dürbünüyle çarpışmaları izlerken, çok etkili ve isabetli topçu ve makineli tüfek ateşi altında bütün birliği yok olan genç bir generalin, bu durum karşısında tabancasını çekip intihar ettiğini görünce “Zavallı çocuk!” diye üzülüyor. Söz konusu general en az 30 yaşlarında olmalıydı. Ama Atatürk için o, ulusunun bir çocuğuydu.”
OZANKAYA: …”İngiltere İmparatoru’nun gayri resmi de olsa İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete gelişi de filmde yer alacak mı?”
OLIVIER: …”Hayır, film Kastamonu’da Şapka devrimi konuşmasıyla bitiyor. Bunu, Yazı Devrimi’ni perdeye yansıtabilirsiniz. Tahta başında A’yı B’yi yazışını göstermek de olanaklı. Atatürk bunu çok mükemmel biçimde yapmıştır. Kadınların özgürleşmesini perdeye yansıtmak ise güç. Ama Şapka Devrimi konuşması, çok etkileyici. Halkın başına giydiği şeyi değiştirme nedeni bence filmde kilit önem taşıyacaktır. Yüzlerce yıllık Osmanlı geçmişine sahip çok tutucu Türk halkının, savaş meydanında ve doğayla mücadelede kendisine ne yapması gerektiğinin söylenmesine alışmış Türk halkının, kendisini değiştirmesi olanaksızdı. Ama bu adam, bu halka beslediği sevgiyle değişmelerini önerdiğinde, kabul gördü. Çünkü bu halkı birçok kez savaş cephelerinde de yönetmişti. Böylece kendilerini ne denli sevdiğine onları inandırmıştı. Köylerinde, sarıklarıyla, köy giysileriyle başka tür insanlar olan bu halk, üniforma giydiklerinde, savaş meydanında bir başka tür insana dönüşüyorlardı. Bir de zafer kazanınca, Mustafa Kemal de Kastamonu gibi en tutucu bir bölgeye gitti. Bu sırada çok üzgündü, çünkü eşinden ayrılmıştı; Fikriye kendini öldürmüştü.
Bunun da dört değişik anlamı var. Başında Panama şapka, üzerinde takım elbise Kastamonu’ya gidiyor. O’na bakan köylünün öyküsü çok hoşuma gitmiştir: “Kadın sesli, gâvur giyimli; kahve de şekerli içiyor!” Herkes O’na bakıyor. Kafalarındaki kahraman Atatürk, palabıyıklı, yatağanlı, sarıklı bir kişiydi. Şimdi ise yaklaşık 1.70 boyunda, ufakça bir insan duruyordu. İrikıyım değildi. Ama gözleri ve kendini sunuşu! İlginçtir, Büyük İskender’in de Atatürk gibi olağanüstü gözleri vardı ve Selanikli idi.”
OZANKAYA: …”Yapacağınız filmde Türk kadınlarının Bağımsızlık Savaşı’ndaki yerlerini belirtmeyi de düşünüyor musunuz?”
OLIVIER: …”Çok değil. Halide Edip, okumuş, önemli bir bayan kişilik olarak yer alacak. Genel olarak, kuşkusuz, kadınların erkeklere yardımda kahramanca çabaları gösterilebilir. Bu kadınlar olmasa erkekler, mermi, bomba, yiyecek hiçbir şey bulamazlardı. Çok büyük bir ulusal bir çabadır söz konusu olan. Tarihlerindeki ilk genel birlikte eylemdi bu. Herkes, herkes katıldı. Çocuklar bile güçleri yettiğince, olağanüstü yararlılıklar göstermiştir. Kadınların rolü kuşkusuz çok büyük olmuştur. Atatürk bunun üzerine devrimi kurdu: “Kadınlar, nasıl eğitimsiz bırakılabilir?” dedi. “Babalar kadar, anneler de eğitim görmeliler; yoksa çocuklar gün ışığı göremezler” dedi.”
OZANKAYA: …”Eski Fransız Başbakanlarından Profesör Heriot, Atatürk’ü ziyarete geldiğinde O’na Türk kadınlarının yüzlerinden peçeyi atmalarının nasıl sağlandığını sormuş; Atatürk ’de şu yanıtı vermişti: “Bu konuda tarafımızdan hiçbir zorlama yapılmamıştır. Biz, yüzünü açacak olan kadınları koruyacağımızı söyledik yalnızca. Gerisi kendiliğinden geldi.”
OLIVIER: …”Anlıyorum. Atatürk’ün halkla nasıl iletişim kurduğunu sormuştunuz. Atatürk’ün son derece hareketli ve anlam dolu yüzü vardı. Bu, heykellerinde, büstlerinde, masklarında, portrelerinde yansıtılmış değil. Bence bunun nedeni, gülümseyen bir yüzün, zayıflık belirtisi olabileceğini düşünmüş olmasıdır. Halkın, önderini ağırbaşlı görmek istediğini düşünmesidir. Heykel ve büstlerinde kızgın bir yüz sergilenmesi bundandır. Oysa O’nun yüz anlatımı son derece değişkendi. Bir kez çok gülen bir insandı. Ama kendisini gülerken gösteren fotoğraflarının basılmasını istememiş, onları ayıklamıştır.
Bende Atatürk’ü çok canlı bir gülüş sırasında gösteren yalnız bir fotoğrafı var. Gülmeyi çok sevdiğini bildiğimiz çocuklardan çok hoşlanırdı Atatürk. Evlatlığı Ülkü bana O’nun çok gülen bir insan olduğunu söyledi. Çocukların O’nu sevmesinin nedeni budur. Gülme, insanlarla ilişki kurmanın çok güzel bir yoludur. Ama Atatürk’ün gözleri korku salan bir anlatım da sergileyebilirdi. Kızgın gözlerine bakanlar kırbaç yemiş gibi olurdu. Çok değişken, olağanüstü, çok güzel, çok güçlü yapısı olan bir yüzü vardı Atatürk’ün. Elmacık kemikleri yüksek, görünüşüne her zaman güç katan geniş alnı, çok anlatımlı, neredeyse kadın eli denecek ölçüde güzel yapılı elleri vardı. Ama kadınsı bir erkek olmaktan kuşkusuz tamamen uzaktı. Sanırım az uyuyan bir insandı. Bakımına çok önem göstermezdi.
Tanıdığım birisi, Dr. Volkan bana, genel olarak ölüm raporunda belirtilmemiş olmakla birlikte, karaciğer sirozundan öldüğüne, hastalığı sırasında karaciğer sirozu tedavisi gördüğüne inanılmaktadır, dedi. Ayrıca Atatürk’ün içki içtiğini, ama büyük ölçülerde içen bir insan olmadığını söyledi. Sorunu, çok az yemek yemesiydi. Rakının yanında yeterince yemek yemezseniz karaciğeri zorlar. Söylenenin doğru olduğunu sanıyorum, çünkü leblebi sevdiğini, yemeklerden pek az tattığını, çok sigara içtiğini, gece geç saatlere kadar uyumadığını biliyoruz. Fikriye ile Çankaya’da birlikteyken, Fikriye sabahları kalkar, hizmetleri görür, yemekleri, rakıyı hazırlardı. Atatürk rahattı. Fikriye çok yorulurdu, ama sabah tanyeri ağarırken Atatürk’le birlikte at gezisine çıkardı. Bu koşullar Fikriye’yi bitkin düşürdü.
Atatürk’ün enerjisi, inanılmaz ölçüde büyüktü. Gelibolu’da geceler boyu hiç uyumadı. Sakarya’da kaburga kemiklerinin kırılması sayesinde kendini tüketecek kadar çalışmadı. Ama yine de ileri çizgide, bir topçu eri gibi çarpışmada yer aldığını, cephane kalmayınca da subaya selam çakıp “Cephanemiz kalmadı!” dediğini biliyoruz. Olağanüstü olaylar bunlar.”
OZANKAYA: …”Savaştan sonra tüm yurdu dolaşarak her yerde halkla görüştü. Bir bakıma da Türk halkına da sevgisini gösterdi.”
OLIVIER: …”Evet. Atatürk ayrıca tarıma da çok tutkulu bir sevgi duyuyordu. Köy Enstitülerini kurmuştu. Bence bu okulların kapatılması, sanırım Adnan Menderes zamanındaydı, çok kötü olmuştur. Atatürk tarımdan anlıyordu; çocukluğunda bir çiftlikte çalışmıştı. Karga kovalama yanında, kırsal alan insanlarının hep yaptığı gibi ürün yetiştirme ve hasat işlerine katılmış olması da olanaklıdır. Ben de köyde yaşadım ve bunları yaptım. Atatürk, Türkiye’de tarımın çok ilerletebileceğini görmüştü.”
OZANKAYA: …”Atatürk’ün bu çiftlik yaşamı sırasında sağlam bir vücut geliştirdiğine inanılır.”
OLIVIER: …”Evet. Hayvanlarla da çok yakın ilişki kurabiliyordu. “Benim konuşan gazetem” dediği Latife’nin London Times gazetesinden O’na çeviri yaptığı sırada çekilen fotoğraf çok hoşuma gider. Bu gazetenin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması üzerine yayınladığı bir kitapta görmüştüm. Her yanında küçük köpekler, öte yanda büyük bir köpek… Atatürk böyleydi. Bir de Fox adlı bir koruyucu köpeği vardı. Büyük Millet Meclisi’nde işler iyi gitmediğinde Fox, Atatürk’ün koltuğunun altından “hırrr!” diye homurlanırdı. Atlardan, onların huysuzluklarından, onlara kötü davranılmasından söz edildiğinde, Atatürk “Hayır, hayır; atla konuşmalısınız,” derdi. Atla fısıldaşırdı. Sesiyle hayvanlarla nasıl iletişim kurabildiğini görürdünüz. Kuşkusuz iletişim, yalnız insanlar arasında yapılan bir şey değildir. Atatürk, buyruk verici varlığının yanında, parmaklarının ucuyla ile çevresiyle iletişim kurabiliyordu.”
OZANKAYA: …”Son olarak Sayın Oliver, filminizin Atatürk’ün kalıcı değeri konusundaki mesajı ne olacaktır?”
OLIVIER: …”Kuşkusuz olacak.İki hafta kadar önce Ökümenik Patrik Aziz Bartelome ile tanıştım. O da Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış!” ilkesini yineledi. Filmin sonuna koymayı düşündüğümüz bir şey var. Bunu hiç kimse bilmiyor. 1919’da da İstanbul’a gelerek Atatürk’le bir dostluk paktı imzalayan Yunan Devlet Adamı Venizelos, 1934 yılında Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir! Bu genellikle bilinmiyor. Bence bunun nedeni Türk-Yunan ilişkileridir. O dönem, Atatürk’le Venizelos’un birlikte yarattıkları bir “Altın Çağ”dı. Sanırım bunu başaran, aradaki düşmanlık sınırlarını yıkan, yüksek iletişim kurma yeteneği ile Atatürk olmuştur. Venizelos mektubunda, Atatürk’ün Türkiye’yi hiç kimsenin karşı çıkamayacağı biçimde tanımlayıp sunduğunu yazıyor.
Daha yakın bir tarihte, 1957’de de UNESCO, çok kişinin bilmediği, oybirliği ile aldığı bir kararında, Atatürk’ün, “barış getiren çok büyük devlet adamı” olduğunu, bu büyük insanın yaşamının dünya çapında incelenmesi için kaynak ayırdığını bildiriyordu. Bu karar örneğini bulan ve bana bildiren profesör, görüşmeler sırasındaki bir konuşmayı da aktardı. İsveç delegesinin, “Herhalde yeni kurulan devletlerin kurucuları içinde böyle incelemeler yapılmasını kararlaştıracaksınız?” diye sorması üzerine Rus delegesi şu yanıtı veriyor: “Hayır, Atatürk çok önemli bir kişiliktir. Kararımız yalnız Atatürk’le ilgilidir. Bu karar oybirliği ile alınmıştır ve her Türkün bundan coşku duyacağına inanıyorum.”
OZANKAYA: …”Çok teşekkür ederim, Sayın Targuin Olivier.”
OLIVIER:…”Severek yaptım. Ben teşekkür ederim. (Bakınız: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Nisan 2000, Sertifika No: 29619, Sf:329…342)
Neden hala bir Atatürk filmi çekilemiyor? Eskiden, “Atatürk’ü kim oynayacak”, “bütçe yetersiz”, “olanak yok”, “sansür yoğun” mazeretlerini kabul edebilirdik. Ama yıl 2023 ve bence Atatürkçülüğü canlandırmak için en uygun araç Atatürk Filmi. Ve ben Cumhuriyetimizin 100.yılında bu fimi coşku ile bekleyeceğim.