Başlığa bakarak “Bu adam yine hiç bilmediği konular hakkında ukalalık yapacak” demeyin; evet ukalalık yapmak niyetindeyim fakat hiç bilmediğim konular hakkında değil; hiç kimsenin bilmediği konular hakkında. Yine teoloji hakkında, bilim felsefesi, varlık bilimi ve bilinç hakkında ve yine sembolik.
Dikkat etmişsinizdir, gökleri resmetmeye çalışan ressamlar adına “melekler” dediğimiz, ciddi, asık suratlı, hatta neredeyse kederli yüz ifadeleri takınan, yani öyle resmedilen ekibi hep ellerinde bir müzik aleti, çoğunlukla lir ya da arp benzeri yaylı bir alet ile resmetmişlerdir. Yerde dolaşan, şarkılar söyleyen, güzler yüzlü, neşeli, genelde toynaklı ve boynuzlu olarak resmedilen “ötekiler” ise üflemeli bir şeyler çalar gibi düşünülmüştür hep. Bu her iki zümrenin bir de kılıç kalkan kuşanmış olanları ya da halleri de vardır; onları da belki başka bir makalede bir başka zaman ya da bir başka yazar vasıtası ile okursunuz umarım. Bizim konumuz şimdilik onlar değil, müzik aletleri. Üflemeli bir alete ne kadar vurursak vuralım bir ses çıkacağını sanmıyorum ya da yaylı bir alete ne kadar üflersek üfleyelim herhangi bir duyulur ses vermeyecektir sanırım. Bu her iki türden müzik aleti de yerdeki aletlerdir zaten. Şimdi zihninizde hayali, göksel bir müzik aleti canlandırmanızı istiyorum: Yaylı bir alet, bir viyolonsel ya da dikine bir piyano veya çok çok büyük, çok telli bir keman gibi. Çok çok düzenli ve pek çok sayıda tellerinin bir avuç içine sığacak kadar birbirlerine yaklaşarak toplandığı ve aslında birbirlerine dokunmamaları gereken kısımda bu tellerin karmakarışık bir şekilde, adeta çok çok düzensiz, kaotik bir saç örgüsü gibi, rastgele, irili ufaklı yumaklar halinde düğümlendiğini hayal edin. Hiçbir telin, az önce o noktaya ulaşıncaya kadar koruyabildiği muntazam düzeni koruyamadığı, her şeyin sarpa sarsığı, içinden çıkılamaz, içine parmak sokulamaz, sokulsa bile hangi noktada hangi tele dokunduğunuzu asla bilemeyeceğiniz bir düğümler örgüsü. Bu aletin adı mesela “Yess, You are” olsun. Ve şimdi bu aleti bir kenara kaldırın. “Tanrılar” için müzik aletlerinin ne demek olduğunu, insanlar için “yarı tanrıların” ne demek olduğunu veya toplamda ve sonuç olarak, konuyu daha da bilimsel bir dille ifade edebilmiş olmak için, insan bilincinin tekâmül aşamalarının sembolik ifadelerinin neler olduğunu düşündüğümü bir miktar anlatabilmeyi başarabilirsem, bu hayali müzik aletine geri döneceğiz.
Şimdi ise, hayali bir konser salonunda, kendinizi az çok yetkin hissettiğiniz bir müzik aleti ile örneğin bir yan flüt ile ilk defa bir dinleti sunmak üzere, çok çok yetkin, elit bir dinleyici kitlesinin huzurlarına, çok çok iyi bildikleri klasik bir parçayı çalmak için sahneye çıktığınızı hayal edin. Dinleyicileriniz o kadar yetkin insanlarmış ki, elinizdeki aleti gördükleri anda o aletin hangi aralıkta sesler verebileceğini; çalacağınız parçaya girdiğiniz notadan itibaren alçalıp yükseleceğiniz aralığın, o alet ile çıkarılıp çıkarılamayacağını adları gibi biliyor olsunlar. Konserden çok bir sınav gibi yani. (Ne heyecan ama…😊) Bu izleyici kitlesinin beğenilerini kazanabilmek, onları birazcık şaşırtabilmek hatta bir parça heyecanlandırabilmek; örneğin çalacağınız parçanın en alt notasını, aletin alt limitinin deyim yerindeyse bir tık hatta daha da küçük, yarım notacık altına indirmeye çalışacağınızı onlara başlangıçta açıkça beyan etmek anlamına gelecek şekilde bir giriş yapmak ile ancak mümkün olabilecektir. Cesur bir harekettir bu. Beklenti oluşturur. Beklenti ise bu noktada sizin avantajınızadır. Dinleyici kitlesinin tecrübesi üzerinden bir şey denemekte, onların zihinlerini kullanmaktasınızdır. Çünkü onları kendi hayal güçlerinin, zihinlerinin, kulakları üzerindeki etkisi üzerinden deyim yerindeyse (öhhööm..!) bir parçacık aldatmayı deneyeceksinizdir. Tabi yine fiziki bir ses, oldukça yakın bir ses üzerinden. Bunun bir kurnazlık olduğunu düşünenler olacağı gibi, o sesi çıkarabildiğinizi düşünenler de olacaktır. Bu noktada o elit zümre içindeki dualiteyi kullanmaktasınızdır. Dualitenin hangi tarafının sizi destekler şekilde düşünüp, hangi tarafının yaptığınız kurnazlığı kabul etmeye yanaşmadığı konusu, sizin için yazı turadır. Sonucu sizi ilgilendirmez. Çünkü elitler sınıfı olmanın, varını yoğunu, tüm aile servetini hatta varlığını elit kalmaya bağlamış bir elitler sınıfı olmanın gerektirdiği sosyal zorunluluklar sebebiyle tüm dinleyici kitlesi o sesi “duydukları” için “sizi” evet sizi… hmmmm… coşkuyla alkışlayacaklardır. 😊 çünkü her yazı tura atışında, para daima yere doğru düşer.
Parçanın en üst notasını, aletin üst limitine dayamak da bir seçenekti, fakat sanırım ben bu noktada bir tercih yaptım.
Bir işi doğru veya yanlış yapmanın ayrımını sanırım şöyle belirginleştirebilirim: Bir iş hakkında konuşarak onun yapılmasını beklemek veya o işi yapmaya çalışmak. Konu iş olduğunda bu böyle fakat söz konusu sanat veya karmaşıklığın sonucunu öngörmeye çalışmak olduğu zaman yöntemlerin de biraz daha değişmesi gerekiyor sanırım. Örneğin Son derece karmaşık bir avizenin yapmakta olduğu karmaşık salınım hareketlerinin sonuçlarını öngörmek için Galilei, o avizenin insan yapımı tüm detaylarını, onu bir sanat eseri kılan tüm güzelliklerini görmezden gelip, onu ağırlıksız ve kalınlıksız bir ipin ucunda, sürtünmesiz bir mutlak vakum ortamında salınan, çapı olmayan, noktasal bir kütle olarak düşünmüştü. Adeta tanrı yapımı gibi veya acemi bir bilgisayar programcısının ilk kodlamalarını görselleştirme denemeleri gibi. Sonradan düzeltilecek, gerçeğe yakınlaştırılacak acemi bir görselleştirme gibi. Halbuki bizler düzeltmeler yapan tanrılara tapmıyoruz, onlarla iş ortaklığı yapmaktayız diye düşünmeliydi. Galilei’nin bu bilimsel kibri ve neyin göz ardı edilebileceğinin kararını vermeye kendisini yetkin görme ihtirası, bu günkü bilimsel gelişmenin ve teknolojinin de temelini, yani indirgemeci dünya görüşünü oluşturdu. Galilei’nin yöntemi, hayatımızda karşımıza çıkması pek de muhtemel olmayan, fakat ancak teoride ortaya çıkan bir karmaşıklığa, mümkün olduğunca somut bir çare aramak gibiydi. Bu yönteme düğümlere üflemek de diyebilirim. Halbuki düğümlere üflemek yerine, soyut bir parmak ile dokunmayı da tercih edebilirdi. Elbette Galilei, içinde yaşadığı zamanın imkânları ile bağlıydı ve avizeyi sanallaştırmak yerine, avizenin üzerine ağırlıksız vericiler yerleştirerek salınım hareketini dijital ortama aktarıp bir simülasyon oluşturmak gibi imkânları yoktu. Olsaydı öyle yapardı. Ben olsaydım sanırım avizeyi sadece izlemeyi tercih ederdim. Konu fizik… O Galilei.. Ben benim. 😊
Peki konu sanat olunca da böyle mi?
Sanırım tam tersi. Ya da buna başlangıçta zıtlık gibi görünen bir aynılık mı desek? Çünkü bizim bilim ve iş olarak uğraştığımız şeyler gerçekte Tanrı’nın sanatıdır. Tanrı, düğümlere üflemek yerine, onlara soyut bir parmak ile dokunmayı tercih ediyor olabilir. Burada, insan zekasının ve bilincinin zirvesindeki tekillik noktasına, içinde yaşadığımız evreni her an var etmeye devam eden ve kalbimizden geçeni bilen zirve akla “Tanrı” dediğimi hatırlatmalıyım. Ve bu akıl, insan ürünü değildir, insan onun ürünüdür.
Şimdi şu başlangıçtaki “Yess, You Are” müzik aletine geri dönebiliriz. Bu aleti çalmanın da sanırım iki yöntemi var: Ona üflemek (ki üflemenin de gayet şaşırtıcı sonuçları olacaktır) veya o aletin son derece karmaşık ve somut düğümlerinin içinden geçmekte olan hayali, doğrusal bir çizgiye, sabit bir hızla yarı soyut bir parmak ile dokunmak. Ben nereden geldim, nereye gidiyorum, amacım nedir, neden varım gibi sorular vardır insanın kafasında. Ve ilginçtir insanın gerçekten de yarı soyut bir parmağı da vardır. Gerçekten vardır. Tarif etmeme izin verin: Şimdi bir elinizi yüzünüzün karşısına getirin ve baş parmağınızla kendinizi gösterin. Diğer dört parmağınızı, avucunuzun içi ile doksan derece açı yapacak şekilde açın. Sanki köşeli bir şeyi tutuyormuş gibi. Şimdi yüzük parmağınızı yine doksan derece aşağı sarkıtın. Sarkmakta olan yüzük parmağınızın tırnak ucuna hafif hafif vurun. (Diğer elinizle vuracaksınız elbette, unutmayın iki eliniz var, çok şükür) Söyleyin bakalım, bu parmak ucu size mi ait, yoksa değil mi? Üzerinde en küçük bir kudretiniz var mı? (Varsa hareketi yapamadınız demektir) Fakat dokunuşları da hissediyorsunuz öyle değil mi? İşte bu “Yess, You Are” aletinin son derece düzenli onlarca, belki de yüz kadar muntazam tellerinin birbirlerine iyice sokulup fakat birbirlerine değmeden başarıyla gelebildikten sonra, karman çorman bir düğüm haline gelmesi ile son bulan bu hayali müzik aletinin ses çıkarabilmesinin iki yönteminden biri ona bu parmak ile dokunmak, diğeri ona üflemektir. Bu aleti iyi eğitimli, bilgili, görgülü, zevk sahibi, tecrübeli bir sanatkârın mı çalmasını yoksa nefes alıp verebilen herhangi bir kişinin mi çalmasını istediğinize siz karar vereceksiniz. Bu kararı kalbinizle verin.
Makalemi burada noktalamadan önce iki ufak noktayı açıklığa kavuşturmak isterim: Birincisi, Sanatkârane parmak ucunuzu keşfetmenin yöntemini tarif ederken, baş parmağınızla kendinizi işaret etmenize gerek yoktu. Öyle söyledim, çünkü hareketi yazarak tarif etmeme çok yardımı oldu. Göstererek tarif ediyor olsaydım “baş parmağınızla kendinizi gösterin” demeyecektim. Ben de biraz düğüme üfledim yani. İkincisi, “Yess, You Are” aleti sizsiniz efendim. Bunu da buraya açıkça yazmam gerekebileceğini düşündüm çünkü bu makaleyi herkesin okumasını istiyorum ve zerre kadar elitistlik yapmak istemiyorum. Toplumsal olarak makineleştirilmeye şiddetle karşıyız fakat bireysel olarak aletleşmek o kadar da kötü bir şey değildir efendim. Çaresizin son ve son çaresidir belki de.
Müsaadenizle makalemi iki cümlelik bir hikâyecik ile bitirmek istiyorum efendim:
Nuh gitti, geri gelmedi. Güvercin gitti, geri geldi. -Son