Tarihimizin üç büyük faciası bizi yer serdi; 1877 Rus Savaşı, Avrupa’da Plevne’yle birlikte bütün Tuna vilayetini ve Rumeli’nin önemli bir bölümünü kaybetmiştik. Milyonlarca aç/çıplak “Balkan göçmeni İstanbul’a ve civar illere yığıldı… Balkanlar’da tam bir “etnik temizlik” yapıldı.
1912, tüm Rumeli’yi kaybettiğimiz Balkan Harbi… Yahya Kemal’in şehri Üsküp’ü, Mehmet Akif’in şehri İpek’i, Mustafa Kemal’in şehri Selanik’i, bütün Rumeli’yi kaybedişimiz. Yine göç, yine etnik temizlik…
Ama tarihimizde hiçbir facia I. Dünya Harbi kadar büyük olmadı. Osmanlı tıp kayıtların göre Kafkasya’da, Sarıkamış harekâtı dâhil, 219 bin Şehit! Çanakkale’de 101 bin Şehit, Filistin cephesinde 80 bin Şehit… Liste uzayıp gidiyor. Harp esnasında 3 milyon insan ölmüş, yaralanmış, sakatlanmış, kaybolmuştu. Silahaltına alınan üç kişiden sadece biri tekrar köyüne dönebilmişti…
Milli Mücadele yıllarında kimsesiz erkek çocuklar, kısıtlı sayıdaki yetimhanelere yerleştirilirken; kızlar, genellikle eşraf ve asker ailelerin yanına evlatlık olarak veriliyordu. 1911-1922 yıllarında yetim kalmış kız çocuklarının büyük bir kısmı kent orta sınıflarında parasız yatılı hizmetçi olarak çalışmışlar, böylece hayatta kalmayı başarabilmişlerdi.
23 Nisan 1920‘de Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatıyla Ankara’da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde toplanarak açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) kurumsallaştırma gibi bir işleve sahip olan bu bayram, aynı zamanda “Çocuk Bayramı” olarak da kutlanması Atatürk’ün çocuklara verdiği değerden kaynaklanır. Çünkü ulusal egemenlik hedefinin ulusun geleceğini temsil eden çocuklarla özdeşlemesi, ilk kez Atatürk Türkiye’sinde gerçekleşmiştir. Ülkemizde bu sene 100’ncü yılını kutlayacağımız bu bayram dünyada ilk çocuk bayramı olma özelliğini de taşımaktadır.
Peki, ama 23 Nisan ne zaman Çocuk Bayramı olarak kutlanmıştır?
23 Nisan 1921’de T.B.M.M ‘de …“23 Nisan’ın Milli Bayram, Addine Dair Kanun” kabul edilmiştir. Kanun, “1’nci T.B.M.M ‘nin ilk yevmi küşadı olan 23 Nisan günü Milli Bayram’dır” hükmünü taşımaktadır.
Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının millî bayram olarak kabulü nedeniyle Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti örgütüne çektiği telgrafla bildirmiştir:
-…”Yeni ve yüce bir tarihe başlangıç olan bu kutlu günü, milletin hâtırasında ebediyen yaşatmak üzere Meclisimizin, bugün 23 Nisan tarihinin millî bayram sayılmasını bir özel kanunla kabul etmiştir. Bu mukaddes tarihi oluşturan millî mücadelenin en canlı ve fedakâr etkeni bulunan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk heyetlerini coşkuyla tebrik eylerim” demiştir.
Peki, ama 23 Nisan ne zaman Çocuk Bayramı olarak kutlanmıştır?
“… 23 Nisan Çocuk Bayramı, ilk olarak Ankara’da bir grup öğretmenin öncülüğünde T.B.M.M.’nin açılışından bir yıl sonra 23 Nisan 1921 tarihinde kutlamıştır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk de bu kutlamaya katılmış ve bayramın adını “Hâkimiyet-i Milliye ve çocuk Bayramı” koymuştur. Atatürk’ün önderliğinde açılan Çocuk Esirgeme Kurumu kimsesiz çocuklarla ilgilenmiş ve birçok etkinlikte bulunmuştur. Bu etkinliklerden en önemlisi 23 Nisan 1921 tarihinde kutlanan Çocuk Bayramı’nın ülke düzeyinde coşkuyla kutlanmasına öncülük etmektedir. Çocuk Esirgeme Kurumu öncülüğünde 1921’den itibaren bir gün olarak kutlanan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı 1929 yılından itibaren bir hafta süre ile kutlanmaya başlanmış ve çocuk haftasına dönüştürülmüştür. (Bakınız: Cemil Sönmez, Atatürk ve Çocuklar, Sf:59-68)”
Peki, ama 23 Nisan ne zaman Çocuk Bayramı olarak kutlanmıştır?
…“Hâkimiyeti Milliye Bayramı”nı çocuklara hasretmenin temel sebeplerinden birinin ideolojik, diğerinin ise maddi olduğu söylenebilir. Aynı sebepler, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı için de söz konusudur; bu yıllarda, çocukluk ve gençliği birer kültürel kategori olarak özneleştiren devlet, yeni kuşaklara Türk Devrimi‘nin taşıyıcısı olduklarını telkin etmiştir. 23 Nisan ve 19 Mayıs sembolizmleri, taşımış oldukları bu ideolojik boyutların yanı sıra, yeni devletin nüfus arttırıcı refah siyasetini de dışa vuruyorlardı; bu nedenle, 23 Nisan etkinliklerinin kurumsal öznesi TBMM değil, siyasi iktidarın denetimindeki bir hayır kurumu olan “Himaye-i Etfal Cemiyeti’dir (Çocuk Esirgeme Kurumu).
Kurtuluş Savaşı yıllarında babasını, ailesini savaşlarda kaybetmiş yetim çocuklarına sahip çıkan Atatürk, Himaye-i Etfal Cemiyeti’ni 1921 yılında kurmuş ve kurumun koruculuğunu yapmıştır: (Prof. Dr. Utkan Kocatürk, 30 Haziran 1921: “Atatürk’ün Ankara’da kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin himayesi altında çalışmasını kabul etmiştir.”)
Bolu Mebusu Dr. Fuat Bey 30 Haziran 1921 tarihinde, tarafından, Ankara‘da yeniden yapılandırılan “Himaye-i Etfal Cemiyeti”, Batı Cephesi‘ndeki kimsesiz çocukları Ankara‘ya getirtmiş; bu çocuklara yardım toplamak üzere merkezi New York‘ta bulunan “Türk Teavün Cemiyeti” aracılığıyla, ABD‘nin çeşitli şehirlerinde yaşayan Türk ve Müslümanlardan bağışlar toplamıştı. (Sonraları Atatürk kendisine, eski Türklerde anne karnında ve loğusalık döneminde çocukları koruyan melek anlamına gelen, “Umay” soyadını verecektir.)
Milli Mücadele döneminde, “Dârüleytam ile Himaye-i Etfal Cemiyeti” gibi hayır kuruluşlarının yanı sıra bir de Musa Kazım Karabekir Paşa‘nın kurduğu Çocuk Yuvaları vardı. Ulusal direnişin önemli figürlerinden biri olan XV. Kolordu Komutanı Karabekir Paşa, ülkenin doğusunda kalan bölgede, savaşta ailesini yitirmiş bakıma muhtaç çocukları, kolordunun imkânlarıyla iaşeye çalışıyordu. En büyük ideali, bir çocuk kasabası kurmak ve bir çocuk ordusu teşkil etmekti; kasaba idealini, Sarıkamış‘ta gerçekleştirecek; kuracağı çocuk ordusu için ise bir marş bile besteleyecekti. Paşa‘nın çocuklar için tertip ettiği etkinlikler arasında bayramlar önemli bir yere sahipti ki, bunlar: “Ağaç, İdman, Kitap ve Atış” Bayramlarıdır.
Kazım Karabekir Paşa, bakıma muhtaç çocukların, vaktinde himaye görmedikleri takdirde, gün gelip yetişkin birer insan olduklarında, toplumsal yapıyı tehdit edebileceklerini düşünmüştü. Kazım Karabekir‘in, Doğu Bölgesi’nin yetim kalmış çocuklarına yönelik kurmuş olduğu paternal hayır rejimi hakkında Halide Edip Adıvar, Milli Mücadele dönemine dair kaleme aldığı anı ve gözlemlerinin bir köşesinde şunları aktarır: …”Kazım Paşa‘nın şefkat hareketlerinin ardında bir ‘fikir‘ yaşamaktaydı. Kazım Paşa‘ya göre, Türk milleti değerli niteliklerinden bazılarını kaybetmişti. Sağlıklı ve dayanıklı bir millet olması için yeni nitelikler, üstünlükler kazanması gerekti. Çocuklara sağlık bilgisini, bir din bilgisi kesinliğiyle öğretmişti. Hepsi okumuş büyük kimselerden daha çok mikrop ve Türkiye‘deki belli başlı hastalıklar üzerine bilgi edinmişlerdi.” (Bakınız: Türkün Ateşle İmtihanı: Kurtuluş Savaşı Anıları, 11. Baskı, İstanbul, Atlas Kitabevi, 1994, Sf. 256-257.)
Atatürk, 23 Nisan 1922 tarihinde “Yeni gün” muharririne verdiği demeçte (Bakınız: Vakit: 25. 4. 1922, s. 1): -…”23 Nisan Türkiye millî tarihinin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir cihan-ı husumete karşı kıyam eden Türkiye halkının, Türkiye Büyük Millet Meclisini vücude getirmek hususunda gösterdiği harikayı ifade eder.” (…”23 Nisan, Türkiye milli tarihinin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir düşmanlık cihanına karşı ayağa kalkan Türkiye halkının, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni meydana getirmek hususunda gösterdiği harikayı ifade eder.)
Uzun süren savaşlar sonucunda yetim kalmış, yeri yurdu belli olmayan bu çocuklar, yeni siyasi iktidarın halletmesi gereken önemli toplumsal meselelerden biri haline geldi. Cumhuriyet İlan edildiğinde (29 Ekim 1923), Türkiye‘nin yaklaşık olarak 13 milyonluk bir nüfusu vardı. Anadolu, küçük yaştaki öksüz ve yetimlerle; İstanbul ise iş veya yemek dilenen, bakımsız çocuklarla doluydu. Bakıma muhtaç yetim çocukların iaşesi, hükümet için mali bir sorun teşkil ediyordu. O nedenle, Lozan Anlaşması‘nın imza edileceği gün, “Şehit çocukları için yardım günü” olarak kabul edildi.(Bakınız: “Yetimlere Yardım Günü”, Hâkimiyeti Milliye, 23 Temmuz 1923, Sf. 3.)
Bolu Mebusu Dr. Fuat (Umay) Bey, kartpostal ve zarflardan Cemiyet yararına belirli bir ücret alınmasını, Meclis‘e teklif etti. Hâkimiyet-i Milliye Bayramı kutlamalarından gelir sağlamak amacıyla, 23 Nisan 1923 tarihine ait ―Himaye-i Etfal Cemiyeti Pulu” çıkarıldı.
1924 yılının 23 Nisan‘ında, “Bugün yavruların rozet bayramıdır” başlığını atan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, alacakları rozet karşılığında halkı, “Himaye-i Etfal Cemiyeti‘ne bağış yapmaya çağırdı.
Cemiyetin gelir elde etme yollarından biri, Hürriyet veya Şeker Bayramı gibi günlerde, kâğıt veya madeni rozet dağıtarak, halktan para toplamaktı. Kutu veya sepet içinde taşınan bu rozetleri, çoğunlukla ilkokul öğrencileri dağıtırdı. Millî ve dinî günlerde gelir elde etmenin bir başka yolu ise, Cemiyete ait tebrik kartlarının kullanılmasıydı.
23 Nisan 1926 tarihine geldiğimizde, “23 Nisan Türklerin Çocuk Günüdür” manşetini atan Hâkimiyeti Milliye gazetesi, esnafın, gelirinin bir kısmını, Cemiyet‘e bağışlayacağını duyurdu. (Bakınız: Hâkimiyeti Milliye, 23 Nisan 1926, Sf: 1.) Toparlayacak olursak Cemiyet, Meclis‘in açılış yıldönümünü, bakıma muhtaç çocuklar için gelir temin etme günü olarak değerlendiriyordu.
Türkiye‘de meydana gelen çocuk ölümü oranları, Cumhuriyet‘in ilk yıllarında oldukça yüksekti. Elde güvenilir istatistikî veriler yoktur; fakat çocuk meselesiyle alakadar bir gazeteci olan Sabiha Zekeriya (Sertel) Hanım‘ın, 1924‘te verdiği rakamlara bakılırsa, İstanbul‘daki çocukların %80‘i, Anadolu‘da ise % 90 kadarı ölmekteydi; hayatta kalanların çoğu ise sağlıksız ve bakımsızdı. Bu çocuklar içinde yetimler, büyük bir yekûn tutuyordu. Sayıları 300 bini bulan yetimlerin ancak 5 bini, devlet tarafından himaye görüyordu; geriye kalanlar ise sokaktaydı. Yetimlerin yanı sıra gayr-i meşrular, dilenciler, cami avlularında ya da köprü altlarında yatanlar, sakat ve maluller, mecnun ile veremliler, toplum için tehlike arz eden diğer çocuk gruplarıydı. Sabiha Hanım, Birleşik Amerika‘da olduğu gibi, Türkiye‘de de bir çocuk seferberliği ilan edilmesi gerektiğini söylüyordu.
Himaye-i Etfal Cemiyeti Reisi Dr. Fuat (Umay) Bey‘in Meclis içerisinde yapmış olduğu ankete göre, yüksek çocuk ölümü oranları, mebus ailelerinde bile gözlemlenebilen bir olguydu. 1931 senesinde, Ankara‘da meydana gelen toplam 1,483 ölümden 441‘i, 0-1 yaş arasındaki bebeklere; 210‘u ise, 1-4 yaş arasındaki çocuklara aitti. Dr. Fuat (Umay) Bey, yüksek çocuk ölüm oranını, ülke için “Milli Bir Facia” olarak telakki ediyordu.
-…“Çok Nüfus, çok nüfus, şen ve zengin nüfus istiyoruz”
16/17 Ocak 1923 tarihlerinde, İzmit‘te gazetecilere verdiği bir mülakatta, memleketin nüfusunu “üzüntüye değer bir derecede” bulan Gazi Mustafa Kemal Paşa, -…”Bu memleket o kadar geniştir ki, bu nüfus, elbette bu memleketi işlemeye yetersizdir.” demiştir. Gerçekten bu dönemde, Anadolu‘da seyahate çıkacak herhangi bir yabancının dikkatini çekecek ilk şey, ülkenin genişliğine rağmen nüfusunun seyrekliği olacaktır. Cumhuriyet ekonomisi, başta tarıma elverişli araziler olmak üzere; ormanlar, meralar, madenler gibi atıl durumdaki doğal kaynakları işletmek amacıyla, sermaye ve teknik bilginin yanı sıra, iş gücüne de gereksinim duyuyordu. Dahası nüfus artışını, toplumsal iş bölümü ve uzmanlaşmayı tetikleyecek bir dinamik olarak görüyordu. Ekonomik kalkınma için nüfusa ve nüfusun üretken kapasitesinin arttırılmasına ihtiyaç vardı.
Üstelik nüfus azlığı, ulusal güvenliği de zafiyete düşüren bir faktördü. Erken XX. yüzyılın uluslararası ilişkilerine, bir ülkenin askeri gücü ile nüfusu arasında doğrudan bir bağ olduğuna dair kuvvetli bir inanç hâkimdi. Şayet bir devlet, bağımsızlığını korumak ve uluslararası ilişkilerde etkin bir rol oynamak istiyorsa, belli sayı ve nitelikte güçlü bir nüfusa sahip olması gerekiyordu. Bu yüzden Avrupa başkentlerinin Türkiye için biçtikleri tahmini nüfus rakamlarının, Ankara‘yı güvenlik açısından tedirgin ettiğini söyleyebiliriz.
Nitekim İngiliz Dışişleri, Türkiye‘nin nüfusunu 9 milyon; Fransız Dışişleri ise 7 milyon olarak hesaplıyordu. Nüfusu 9 milyon kabul edecek olursak, Türkiye‘de mil kareye düşen kişi sayısı 43 olur ki, o devirde bu rakam: Almanya‘da 348, Fransa‘da 187, Yunanistan‘da ise 167‘dir(!)
Cumhuriyet‘in kurucu lideri Atatürk, -…”Türkiye‘nin nüfusu 25 milyona yükselirse eğer, dışarıdan gelebilecek bir saldırıya karşı koyabileceklerini söylüyordu.” (Bakınız: Kemal Arı, “Cumhuriyet‘in Nüfus Politikası”, Toplumsal Tarih, Sayı: 119, Kasım 2003, s. 28-31)
Nüfus azlığını milli mevcudiyete yönelik bir tehdit olarak değerlendiren Ahmet Cevat (Emre), yüzölçümü olarak Avrupa‘nın en büyük ülkesi olduklarını, fakat nüfus çokluğu bakımından dokuz ülkenin gerisinde kaldıklarına işaret ederken, dönemin bir başka gelişkin aydını Şevket Süreyya (Aydemir) ise az nüfustan kaynaklanan endişelerini Kadro dergisinde şöyle dile getirmekteydi:
“(…)adeta medeniyet harici kılınmış, 14 milyonluk bu memleket halkını en kısa bir zamanda hiç değilse iki misline çıkarmazsak, yarının çok nüfuslu ve ileri teknikli milletleri karşısında bekamızı tehlikeye atmış oluruz. (…) Ne köylerde, ne kasabalarda yaşayan çocuklar, sokaklara sığmayacak kadar bol ve sayısız değildir. (…) Anaya çocuğunu ve çocuğa sıhhatini temin etmek işi, dünyanın her yerinde artık bir devlet meselesi olmuştur. Çok nüfus, tok nüfus, şen ve zengin nüfus istiyoruz. Dünün idaresinden teslim aldığımız bugünkü Anadolu, bütün tarih devirlerinin, en tenha ve en bakımsız bir Anadolu’sudur”( Bakınız: Şevket Süreyya, “Çok Nüfuslu Anadolu”, Kadro, Sayı: 5, Mayıs 1932, Sf. 34–35.)
Fransa, İtalya, Sovyetler Birliği ve Japonya, iki savaş arası dönemin kıt nüfus sorunuyla baş etmeye çalışan devletlerinden bazılarıydı. Bu devletler, çok çocuklu ailelere vergi muafiyeti, nakdi para yardımı, evlilik kredisi, çocuk zammı gibi politik araçlarla topraklarında nüfus artışını teşvik ediyorlar; bunların yanı sıra, kimsesiz çocukları himaye etmek, bekârlığı vergilendirmek, doğum kontrolünü yasaklamak, çocuk düşürmeyi suç saymak gibi tedbirlere başvuruyorlardı. Cumhuriyet ricali de Türkiye‘nin eksik nüfustan kaynaklanan emek açığını kapatması gerektiğinin farkındaydı. Genç nüfusu, üretici konuma gelene kadar beslemesi, bakması ve eğitmesi gerekiyordu; tüm bunlar, elbette ki pahalı yatırımlardı.
Dönemin ünlü beden terbiyesi uzmanlarından Selim Sırrı (Tarcan) Bey, nüfusun sağlıklı yeniden üretimi için çocukların önemine, “Gürbüz Türk Çocuğu” dergisinde şu ifadelerle dikkatleri çekmişti:
…”Milletlerin hayatı ticarete, sanayiye, ziraata ve askerliğe bağlıdır. Hâlbuki bunların hepsinin temeli ailede yetişen çocuklardır. Servet-i Milliyeyi husule getiren say ve amel insanla temin edilir. İflasa doğru giden milletler parasızlıktan değil çocuksuzluktan korkmalıdırlar. Bir memleketin ümidini çocuklar teşkil eder, onlar olmayınca ümit söner.”
Erken Cumhuriyet yıllarında, uzun süren büyük savaşlar, geriye “çocuk meselesini bir toplumsal sorun olarak” bırakmıştı ve siyasal iktidarın bu alanı kontrol ve himaye etmesi gerekiyordu. Ülkenin iktidar partisi, 1927 ve 1931 senelerinde yaptığı büyük kongrelerinde, “Çocuk Hayatiyle Suret-i Mahsusa da Alâkadar” olduğunu açıkladı. Cemiyet‘in yayın organı olan “Gürbüz Türk Çocuğu” dergisi, İnkılâp Türkiye‘sinin sürat ve şiddetle bir çocuk siyasetine ihtiyaç duyduğunu yazıyor; toprağın sınırlı, istikbalin sınırsız hudutlarında, memleketin güvenliği ancak bu siyasetle ebedileşebilir diyor ve şöyle noktalıyordu: …”Türk Devleti‘nin aslı ve asıl adı Türk çocuğudur. Sakarya ne ise Türk çocuğu odur!..”
Böyle bir siyaset; Türk milletinin ve Türk vatanının yaşama ve yücelmesi için elzem görülmüştü; bunun için “çocuk doğumunu arttırmak(!)” ve “doğan çocuğu yaşatmak(!)” gerekiyordu.
Atatürk döneminde çocuk doğum hızını arttırmak, doğan çocukları sağlıklı bir şekilde yetiştirmek için devlet sürekli olarak önlemler alacaktır; bu uğurda, Sıhhat ve İçtimai Vekâleti ile Himaye-i Etfal Cemiyeti‘ne büyük görevler yüklenmişti. Vekâlet, doğumu kolaylaştırmak ve bebek ölümüyle baş etmek üzere, ülkenin belli başlı şehirlerinde, Doğum ve Çocuk Bakım Evleri kurdu. Böylece evde riskli doğum yapmanın önüne geçilecek; anneler, sağlıklı yollardan çocuk doğurabileceklerdi.
24 Nisan 1930‘da kabul edilen Umumi Hıfzısıhha Kanunu‘yla, çocuk sağlığının korunması, doğuran anaya yardım edilmesi, çok çocuklu ailelerin nakdi mükâfat görmesi, kanuni güvenceler altına alındı; mesela 1937 yılı içinde, Konya‘daki çok çocuklu 40 anneye, 50‘şer lira para yardımı yapıldı. Aynı senenin Çocuk Bayramı‘nda ise Cemiyet‘in İzmir Şubesi, çok çocuklu aileler arasında bir yarışma düzenlemiş; yarışma neticesinde, “vatana fazla çocuk yetiştiren” 11 çocuklu ilk üç aileye, ödül olarak 50‘Ģer lira dağıtılmıştı. Altı çocuklu bir anne muhtaç değilse eğer, devlet ona nakdi yardım yerine madalya veriyordu.
Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, Türkiye‘de 1930‘larda tartışılıp uygulanmaya başlanan “öjenizm”in önemli örneklerinden biri olarak görülmektedir; öjenist siyasete göre, ırkın sağlığını muhafaza etmek için yurttaşın hayatı ve bedenine devletin hükmetmesi gerekmektedir; bu minvalde çocuk sağlığı önem kazanmakta, anneler ön plana çıkmaktadır.
Hakikaten, iki savaş arası dönemde kadınlar, “ulusun biyolojik üreticileri” olarak görülmekteydiler; örneğin, gerileyen doğum oranı karşısında İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, meslek sahibi anneleri eve geri çağırıyorlardı. Türkiye‘nin sıhhiye uzmanları da kadınları “eugenique, yani ırk hıfzıssıhhası” açısından önemli buluyor; anneliği ve ev kadınlığını, kadınların “irsî sanatı” olarak görüyorlardı. Antropolojinin kurucusu olarak bilinen Şevket Aziz Kansu‘nun bu dönemde, sağlıklı bir nesil ve ırk yetiştirmede öjeninin önemine dikkat çeken çalışmaları vardı. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu‘na göre nüfusu 20 binden fazla olan belediyeler, Süt Çocuğu Muayene ve Müşavere Evi adı altında çocuk sağlığı dispanserleri kurmak zorundaydılar.
Bunlardan başka devlet, özel idare bütçeleri müsait olmayan vilayet kazalarına doğum yardımında bulunmak, köylerdeki gebe kadınlar ile süt çocuklarının sağlıklarını korumak amacıyla, birer içtimai Hıfzıssıhha Dispanseri düşünüyordu. Böyle bir kurumun ilk örneği, Ankara‘nın Etimesgut nahiyesinde açılacaktır.
Ayrıca bu dönemde, çocuk düşürmeyi kolaylaştıran veya çocuk yapmayı engelleyen araç ve gereçlerin ithalinin yasaklanması, çocuk düşürme ve düşürtme olaylarının suç sayılması, gebeliği önleyici bilgilerin yayınlanmasını men etmek gibi, Türk Ceza Kanunu‘nda önemli yasal düzenlemelere gidildi.
1935 senesine gelindiğinde Parti, öncekinde olduğu gibi yeni programda da, nüfus arttırıcı tedbirler alacağını ifade etti; “çocuk hayatı ve analarının sıhhati ile derin ilgisi” olduğunu açık bir şekilde vurguladı.
Peki, ama 23 Nisan ne zaman Çocuk Bayramı olarak kutlanmıştır?