“Yeni Dünya’nın keşfi, Avrupa’nın tarih kayıtlarında El Dorado’nun, şu amansız altın arayışının izini taşımaktadır. Ama Yeni Dünya’nın fatihleri, yeryüzünde ve bu yeni topraklarda binlerce yıl önce meydana gelmiş bir arayışı yalnızca yeniden oynadıklarını hiç bilmiyorlardı!” diyerek başlar, Zecharia Sitchin’in Kayıp Diyarlar isimli kitabı..
Antik Astronotlar Teorisi’nin özneleri olan Anunnakileri anlattığı kitaplarında Sitchin, bu antik yolculuğu altın arayışına bağlar.
Peki gerçekten altın aranmış mıdır uzak geçmişte Yeni Dünya’da…?
Peki gerçekten, efsaneleşmiş kayıp şehir El Dorado var olmuş mudur?
Altın şehir El Dorado’nun altınları bulunmuş mudur?
Uzak geçmişte çıkarılmaya başlanan altını, Anunnakilerden başka kimler aramıştır?
Guatavita Gölü, El Dorado Efsanesi’nin doğum yeridir
İtalyan kaşif ve denizci Kristof Kolomb, okyanus ötesi yaptığı seferler ile Yeni Dünya olarak adlandırılan kıtalara ulaşmış ve böylelikle, Kuzey ve Güney Amerika’da kalıcı bir Avrupa istilası ve yerleşiminin önünü açmıştır. Kolomb’un, 1492’de İspanya sponsorluğunda başladığı ilk başarılı sefer ile birlikte Avrupa için fetihler, keşifler dönemi de başlamış oldu.
Yeni Dünya’daki yerlilerle ve yine burada, Avrupalıların birbirleriyle yaptığı çatışmalara hiç girmeden, bu yazının konusu olan altın ve diğer değerli madenlerin arayışına geçmek istiyorum.
1400’lü yıllardaki ilk temas ile birlikte Avrupalılar, kıtanın onca zenginliği, coğrafik pek çok zorluğu yanında, gizemli hikâyelerle de karşılaştılar. Özellikle Amazon Bölgesi’nin akıl almaz derecede değerli olduğunu anlamaları için, çok zaman geçmesine gerek kalmamıştı. Değerli madenlerin keşif arzusu, zehirli ve vahşi doğa, korkularını bastırmaya da yetiyordu üstelik.
And Dağları’nın Kolombiya’da bulunan yüksek tepelerinde yaşayan kabilelerin, altın ile yapılan ritüellerini duydular önce. Yeni bir kral yönetime başlamadan evvel, Guatavita Gölü’ne gitmeli ve gölün altında yaşayan tanrılara sunu yapmalıydı. Muisca kabilesinin bu yeni kralı önce yardımcılarıyla birlikte, suyun altında yaşayan tanrılara sunulacak olan değerli hazineyi hazırlar, ardından yine yardımcılarıyla birlikte baştan ayağa altın takılar ile ‘süslenip’, {muhtemelen altın} bir sala binerek, gölün en orta noktasına gelirdi.
Burada çok önemli bir ayrıntı var elbette; yardımcılarından ayrı olarak kralın tamamen çıplak olan bedeni, bir tür reçine ya da yapışkan ince bir çamur ile kaplanır ve ince bir kamıştan, tüm bedenine altın tozu üflenirdi. Böylelikle tamamen altın tozuyla kaplanmış bedeni ile kral, ışıl ışıl parlardı. Muisca kabilesi için bunun anlamı; normal insan olmaktan arınan kral, tanrıların iletişim kurmayı seçtiği üst insan olurdu. Bu anlatım daha sonra İspanyol kayıtlarına, Yaldızlı Kral/Parlayan İnsan ve Altın İnsan/Işık İnsan tanımlarıyla geçmiştir. Işık İnsan tanımı Maya ve İnka kayıtlarında da, ayrıca geçmektedir. Ve fakat onların bu tanımı, Muisca Kralı ile hiç ilgili değildir. {Bir başka yazıda buna değiniriz.}
Muisca Kralı ve yardımcıları Guatavita Gölü‘nün tam orta noktasına geldiklerinde, yanlarında getirdikleri altın ve diğer değerli madenlerden oluşan sunuları göle bırakır ve bunun hemen ardından da yeni kral, tam bu noktada suya girer ve bedenini kaplayan toz altından burada arınırdı. Bu tören, tüm kral değişiminde ve dönemsel kutlamalarda tekrarlanırdı. Tanrılara sunulan bu hazine, kabilenin bolluk ve bereket içinde yaşaması ve doğada, vahşi hayvanlarla ve kabilelerle girdikleri çatışmalarda korunmaları için önemliydi.
İşte bu hazine, öncelikle İspanyolların ve sonrasında diğer Avrupalıların iştahını kabartmış ve bu sebeple, bolca altın olduğu belli olan, bu asıl yerleşimi aramaya koyulmuşlardı. Bu şehir altından olmalıydı onlar için. Yaldızlı şehir, altın kaplı bir şehir.. Yani El Dorado.
El Dorado efsanesi işte böyle başladı
Bu hazine arayışı yıllarca, sayısız insanın ölümüne rağmen devam etti. Vahşi doğada kaybolanlar, vahşi hayvan saldırıları, korkuyla intihar edenler v.b.
1541 yılında gölü boşaltmak için ilk çalışma başlatıldı. Yaklaşık 3 ay süren çalışma sonrasında, gölün su seviyesi yeteri kadar düşürülemedi ve bu sebeple çevrede bulunan, az miktardaki altın heykelcik ile birlikte alan terk edildi. Yaklaşık 40 yıl sonra, 1580’de Antonio de Sepúlveda, gölü boşaltmak için bölgedeydi. Kabile halkından işçiler ile birlikte, gölün suyunu boşaltmak için çentikler açtılar. Yaklaşık 12.000 peso değerinde altın ve eser buldular fakat birçok işçinin ölümüyle birlikte, çalışma bitirildi. Gölün boşaltılması için son girişim 1898 yılında yapıldı. Bu çalışma en başarısız olanıydı; çamurlaşan su ve kızgın güneş altında hızla kayalaşan çamur sebebiyle, neredeyse hiçbir şey bulunamadan bu girişim de sonlandırıldı.
Gölden vazgeçen Avrupalılar ilerleyen yıllarda, kıtanın kuzey sahili boyunca o kadar çok altın buldular ki, tekrar kıtanın iç bölgelerinde asıl kaynağı aramaya yöneldiler. Daha zengin, daha büyük bir yer olduğuna inanıyorlardı. El Dorado’nun varlığına emindiler.
Londra Üniversitesi Arkeoloji Enstitüsü öğretim görevlisi, Kuzey ve Güney Amerika arkeolojisi konusunda uzmanlaşmış bir arkeolog olan José Oliver, bugün bile “El Dorado’yu aramayı bıraktığımızı sanmıyorum.” diyor ve ekliyor; “Çünkü gerçek olmasını istiyoruz”
Peki bu kayıp altın şehir nerede?
Percy Harrison Fawcett, 1867 doğumlu başarılı bir İngiliz albay, kâşif ve haritacı olarak tanındı. Hayatı hâlen daha, en çok konuşulan isimlerden biri oldu. Öyle ki, ünlü Indiana Jones karakterine ilham olduğu bile iddia edildi.
Fawcett tüm başarılı askerlik hayatına rağmen, babasından kaynaklanan olumsuz algıyı yıkamadığı için hak ettiği rütbeyi alamadığının farkındaydı. Bunu aşmanın yolunu düşünürken 1753 yılında, gizli, antik ve zengin bir şehrin varlığını okuduğunda heyecanla bu konunun peşine düştü. Burada, “Ama ne düşmek” demekten kendimi alamıyorum doğrusu.
1886 yılında Kraliyet Topçu Subayı olarak görevlendirilen Fawcett, takip eden yıllarda da İngiliz sömürüsü olan coğrafyalarda ordu adına keşifler yaptı, hazine arayışı ve arkeolojik çalışmalarda yer aldı. Fakat Yeni Dünya’nın gizli şehirleri ve inanılmaz zenginliğini araştırmaya da devam etti.
Ve 1906’da, verilmeyen rütbelere rağmen adeta bir mucize gerçekleşti. İngiltere Kraliyet Coğrafya Derneği, Albay Percy Harrison Fawcett’in önüne ekonomik yönden ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğu bilinen Güney Amerika’nın bir haritasını koyarak şöyle dedi; “Şuraya baksanıza, ne çok boş alan var. Bu bölge hakkında o kadar az şey biliyoruz ki”
Albay Fawcett, Kraliyet Coğrafya Derneği’nin Güney Amerika’daki tehlikeli ve fakat doğal madenler ve kauçuk bakımından zengin boş alanları haritalandırması için yaptığı teklifi, elbette kabul etti. Ve üstelik bu görev sonucu o çok istediği rütbeyi de alacak ve bir Yarbay olacaktı.
1900’lü yılların başında, Bolivya hükümeti tarafından altın ve gümüş gibi madenler, mineraller açısından zengin olduğu bilinen bu boş alanı haritalamak için yola çıkan albayın aklından acaba daha başka neler geçiyordu. Tutkuyla bağlandığı ve İspanyolların El Dorado dediği fakat kendisinin, ‘Z Şehri’ dediği kayıp şehri bulabilecek miydi..
İlk başarılı seferinden sonra, Birinci Dünya Savaşı nedeniyle dönen Fawcett, kayıp Z Şehri’ni bulmak için tekrar gideceği keşif sebebiyle, fon aramaya devam etti. Amazon Ormanları’na dönmek ve gidilemez denilen yerlere gitmek, bulmaktan daha çok heyecanlandırıyordu onu. Dinlediği hikâyeler heyecan vericiydi.. Şöyle diyordu bir tanesi;
“Altımızda, ormanla çepeçevre sarılmış bir şehrin binaları uzanıyordu. Üzerine bir takım yazılar kazınmış, geniş bir kemerli kapıdan geçtik. Enli caddeler ve her tarafa dağılmış kırık dökük sütunlar bulduk. Meydanın birinde siyah bir sütun, sütunun üzerinde de, bir eli kalçasında diğer eliyle kuzeyi işaret eden bir adam vardı. Yine, taşa kazınmış bol bol resim ihtiva eden —fakat bu resimler büyük ölçüde tahrip olmuştu— bir salona rastladık. Dikili taşların üzerinde okuyamadığımız bir takım karakteristik yazılar vardı. Yıkık bir salonda, pembe-kırmızı bir disk çıktı karşımıza…”
1753 yılında Portekizli Joac de Silva Guimaraes’in, aynı yıl keşfedilmiş olan devasa metruk şehirler ile ilgili yayınlanan raporuydu bu. Kader, albayın da bu raporlardan, mektuplardan yazmasına neden olan pek çok sefere çıkardı onu. Bolivya-Brezilya sınır bölgelerini başarıyla inceledi, haritalandırdı ve daha fazla çalışma yapmak için, birkaç kez daha Güney Amerika’ya döndü. Albay Percy Harrison Fawcett, yamyam kabileler ile karşılaşmış, defalarca ölümden dönmüş, dev bir anakondayı bizzat öldürmüş, ekibindeki insanların ölümüne şahit olmuş, pek çok kanıt ve kalıntı bulmuş olmasına rağmen, bir türlü ‘Z Şehri’ni bulamamıştı.
1925 yılında, oğlu ile çıktığı son seferinde kayboldu Albay. Onu bulmak için havadan ve karadan sürdürülen pek çok çalışma, hüsran ile sonuçlandı; tek iz bulunamadı. Üstelik her sefer, bu vahşi coğrafyada yeni ölümler getirdi. 29 Mayıs 1925 yılında eşine gönderdiği son mektubunda, “Başarısızlık korkumuz yok.” diyen Fawcett, oğlu ile Amazon Ormanları’nda esrarengiz bir şekilde kaybolmuştu.
1932 yılında İsviçreli Stefan Rattin konsolosluğa başvurarak, Fawcett’in bir kabilenin elinde tutsak olduğunu, onu gördüğünü bildirdi. Şöyle diyordu;
“16 Ekim 1931, gün batımına doğru arkadaşlarımla birlikte, İguassu Ximary Irmağı’nın kollarının birinde çamaşırlarımızı yıkarken, birden kendimizi kızılderililerle çepeçevre sarılmış bulduk… Gün batımından sonra, beyazımtrak sarı sakallı ve derilere bürünmüş uzun saçlı ve yaşlı bir adam peydah oluverdi… Kederli bir hâli vardı ve gözlerini üzerimden ayırmıyordu… Birden, beyaz olduğunun farkına vardım… Kızılderililer uykuya dalınca, yanıma sokuldu ve İngiliz olup olmadığımı sordu… Devam etti: ‘Ben İngilizim ve albayım. Britanya Konsolosluğu’na git ve Binbaşı Paget’a, burada tutsak edildiğimi söyle.”
Bu ve buna benzer yapılan bildirimler devam etti. Kimisi öldüğü, kimisi yerlilerle birlikte yaşadığına dâirdi. Ben tüm bunları araştırıp okurken dâhi, büyük heyecan duydum ve elbette bu hüzünlü kayboluş sebebiyle de üzüldüm. Hayatta bir hedefi olan ve bu hedef uğruna yaşananlara hep saygı duydum. Bu araştırmam sırasında öğrendim ki, yakın zaman içinde Percy Harrison Fawcett’in hayatını konu alan bir de film yapılmış.
Ben çok beğendim. Tüm okuduklarımla örtüşen bu filmi, sevgiyle tavsiye ediyor ve son sözü Yarbay Percy Harrison Fawcett’e bırakıyorum;
“İster oraya varıp da geri dönelim, ister oralarda bir yerde kemiklerimiz çürüsün. Şurası muhakkaktır ki, eski Güney Amerika bilmecesinin ve hatta tarih öncesi dünyanın gizlerinin çözümü, bu eski şehirlerin ne zaman kurulduklarını anlamak ve bilimsel araştırmalara açmakla mümkündür. Bu şehirlerin mevcut bulunduğunu biliyorum.”
*Kaynakça:
National Geographic
The Guardian
The Telegraph
Erich von Däniken