Bala Es Kar üzerine…
Kaç kitap okudum, kaçı aklımda kaldı, kaç tanesini yarım bıraktım, kaç tanesi benimle birlikte yaşlandı…
Bazıları bir el uzantısı mesafede duruyor. Çünkü özlüyorum onları. Çekip giden insanlar gibi değil onların dostlukları. Onlar hakiki, kalıcı, “uydurulmuş kurguların gerçekleri” hepsinden önemlisi. Oldukları gibi, benim koyduğum yerde, benim karaladığım halleriyle ve bana ait bir şekilde öylece beni bekliyorlar. Bilenler bilir; kitaplarla bütünleşmek vazgeçilmez bir hazdır…
İşte onlardan biri… Bana; “bunu didik didik okudun, notlar aldın, kendince yorumlar yaptın, şimdi sırada ne anladıysan ya da ne hissetti isen, diğerleriyle paylaşma zamanı” diye ‘konuşan’ bir kitap…
14 Temmuz 2020 Salı günü elime geçti Bala Es Kar.
Uzun zamandır kadim tarih, antik astronotlar, enerji ve frekanslar, anunnakiler, Truva, Luviler, Atlantis, Mu Kıtası, evrenin gizemi, tarihi yalanlar ve kaçırılmış, saklanmış gerçekler üzerine kafa yoran ben, ayaklarım yerden kesik bir halde bir oraya, bir buraya uçuşurken; bir kaynaktan diğerine zıplarken…Bala Es Kar’ın uzay gemisiyle! Yere bastığımı hissettim. Ki hislerim kuvvetli filan değildir. En azından artık öyle bir iddiam kalmadı açıkçası. Agnostiğin önde gidenlerinden sayarım kendimi. Amma velakin, eğer dünya dışına meylettiyseniz benim gibi, Bala Es Kar ile ‘gerçek dünyaya!’ dönmeniz mümkündür diyebilirim.
Arkanıza yaslanıp, aldığınız bilgileri akıl süzgecinden geçirirken, karşılaştığınız her “ama” ya cevap bulmanın verdiği hoşlukla ve kitabı bitirdikten sonra düştüğünüz boşlukla baş edebilecekseniz cesaret edin okumaya…
***
Genetik Mühendisi bir oğul, babasının manevi mirasının peşine düşerse…Ve bu miras Atlantis’in araştırılması ise, sizce bu hikayede neler anlatılmıştır?
16 bin yıllık Atlantis’in başkentinin Truva olduğu mesela. Binlerce yıl önceki bu gerçeğin “bugün neden Truva kazıları sonuç vermiyor? Sorusunun yanıtı…Atlantis’in Anadolu’da olduğunu, son neslinin de Luviler olabileceğini öğrenince, bavulunu toplayıp Emin, Murat, Arif’le yollara düşmek isteyebiliyorsun mesela.
Tarihi karakterlerle yüzleşiyorsun, en çok sevdiklerinle bile.
İbn-i Sina’dan Tesla’ya…
Sultan Abdülaziz’le bir fincan kahve içip, Einstein’ı uzun uzun izliyorsun. Onu sadece izliyorsun, çünkü konuşmuyor, sadece çalışma odasında fır dönüyor.
Mevlana’nın dizinin dibinde soluklanıyor, Ömer Hayyam’ın dizelerinde derinlere dalıyorsun. Üstelik yalnız da değilsin, Şems’ten Mendel’e, Madam Curie’den…
Ağzını açık bırakacak, asla aklına gelmeyecek en büyük aşkınla karşılaştığında, gözlerinin mavisinde kayboluyor, zangır zangır titriyorsun…
Hepsine soru sorma hakkın da var açıkçası. Ve ben hepsine tek bir soru sordum: “NASIL?”
Artık Tanrıların gizemine burnunu çoktan soktun. İşte sırf buna cesaret ettiğin ve kitabı sihirli lambayı ovalar gibi ovaladın… Alaaddin dileğini sordu ve sen de diğerleri gibi “bilgelik” istedin…
Bilgelik yolunda “yürüyeceğini” sanıyorsan yanılırsın. Koşacaksın, bilesin…
Ve yolun sonunda, nefes nefese kalıyor; bir sürprizle daha karşılaşıyorsun. Her an yepyeni bir yolculuğa çıkabilirsin…!
İş işten geçti bile…
Cevaplar sakin sakin geliyor sanma sakın. Paldır küldür…
En güvenilir kaynaklarla üstelik. Soru işaretlerinin her birini bacağından tutup çekiştiriyorsun, hepsi birer “ÜNLEM!” haline geliyor…
Tüm o icatlar, akla hayale gelmeyecek kadar güzel anlamlarla süslü cümleler, kağıda bile dökülmeden zihinde tutulan icatlar… NASIL oldu da bu kadar kısacık bir sürede gerçekleşti?
Ve cevabımı alıyorum…
Kova Çağı’na 500 yıl kala Anunnakilerin insanlarla nasıl iletişim kuracaklarını tarihe damga vurmuş birçok bilim insanının deneyimlerini öğreniyor; rüya, sezgi, görüm, vizyon veya ilham yoluyla iletişim kurulduğunu anlıyor, laf aramızda şöyle kendini de bir yokluyorsun…
Kendi rüyalarına dönüyor, yatmadan önce birkaç güzel niyet bırakıyorsun geceye, belki …diyorsun.
Belki…
“Hiçbir şeye şaşırmam artık ben” diye yaşarken hayatı, 1511 yılında Michelangelo‘nun meşhur tablosu “Adem’in Yaratılışı” nın Enki’nin insanlığa tekrar dokunuşunu simgelediğini öğreniyorsun. Açıp açıp Google’dan tabloyu tekrar tekrar inceliyorsun, daha önce defalarca gördüğün halde, hiç “bakmamış” olduğunu anlayarak hüzün de katıyorsun biraz okuduklarına…
Atlantis’i ilk yazan kişinin Platon olduğunu öğrendiğinde, kendisinden bir nesil önce yaşamış Heredot’un neden Atlantis’ten hiç bahsetmediğini de anlıyorsun. Ve Platon’un Timaios, Kritias ve Hermokrates isimli 3 eseriyle dünyanın ve evrenin tarihini yazarken, hangi sebepten ötürü ikinci kitabını 15. Sayfada yazmaktan vazgeçtiğini görüyorsun.
Evet görüyorsun; yani Platon’un karşısına geçip “kardeşim neden ikinci kitabını 15. Sayfada bıraktın?” diye soracak kadar içselleştirmiş oluyorsun Bala Es Kar’ın bazı bölümlerini…Cevap veriyor mu? Elbette…
Ya mitolojideki tüm o tanrıların aslında uzaylılar, ya da diğer bir ifadeyle “Anunnakiler” olduğunu derin derin hissettiğinde ne mi oluyor dersin?
Anlatıyorum:
Dünya’da yaklaşık olarak 3 milyar kişi tarafından kabul gören “Antik Astronotlar” kuramını anlamaya başlıyorsun yavaş yavaş ama…Hızlı hızlı olmuyor bu iş. Sindire sindire..
1946 yılında icat edilmiş ilk elektrikli bilgisayar ENIAC’tan günümüze kadar geçen kısacık zamanda elimizdeki cep telefonlarıyla sahip olduğumuz teknolojinin kaynağını anlıyorsun.
Zecharia Sitchin’in tüm iddialarını ve bu iddiaların objektif bir şekilde eksikleriyle ve çelişkileriyle değerlendirildiğini anlıyorsun. İçine su serpiliyor desem yeridir hani. Bazılarımızın yıllardır arayıp da bulamadığı o cevaplar var ya, işte onlar bir bir dökülüveriyor…
Durun daha bitmedi…
Kabalaya da uğruyorsunuz bir ara. Kabalistik bilgin Yehuda Berg’in Tanrı’nın 72 ismini oluşturan harflerin gizli anlamlarını keşfettiğini ve bu isimlerin insanların fiziksel doğasına hükmedebildiklerini ancak egolarımız yüzünden bunu başaramadığımızı anlıyorsun.
Esma’ül Hüsna’nın içinde geçen 99 ismin ve Tanrının 4000 den fazla ismi olduğunu iddia edenlerin ortak paydasını keşfediyor ve bu ortak paydanın verdiği anlaşılırlık, içinizde kopan sevinç çığlıklarına sebep oluyor. Başka bir ifadeyle; “aradım aradım sonunda buldum” mutluluğunu hissedeceğiniz kesin diyebilirim. “Seni gökte arıyordum ya hani, oysa buradaymışsın! işte şaşkınlığı…
Yaratılış bölümünü, yazara ve emeğine olan saygımdan dolayı detay vermeden geçmek istiyorum. Bu bölüm bir köşe yazısının konusu olamayacak kadar kişiye (okura) özel kalmalı. Ama yine de ufak bir şımarıklık yaparak, ince bir manevrayla genlerimizin %97 sinin kapalı olduğunu öğrendiğimi söyleyiverip, Bala Es Kar’ın doğasının hışmına uğramadan bir diğer konuya konuveriyorum şimdi…
Sıkı durun:
“Ya bardağın boş tarafını tercih edeceksin ya da dolu tarafını”
“Ya negatifi tercih edeceksin, ya da pozitifte kalmayı”
“Ya sevgiyle kucaklayacaksın tüm canlıları ya da nefretle iteceksin bütün yaratılanları…”
….
Doğruluk neydi? Doğru olmak nasıl bir şey? Doğru nasıl söylenir? Doğru olan nedir? Doğru olmak neden bu kadar önemlidir?
Seçilenler neden her zaman doğru olanlardandır?
Biri sizin karşınıza geçer ve şöyle derse:
“Doğruluk, içinden gelenle ağzından çıkanın aynı olmasıdır” Ona ne söylerdiniz? Durun, nefes alın ve düşünün birkaç dakika…Bu tanımlamaya göre ben doğru muyum? Diye…
Zira Bala Es Kar ne kadar doğruyuz? Ne kadar yalan…İşte bunu da yüzümüze çarpıyor.
Ley hatları; Efes Artemis Tapınağı, Ayasofya, Harran Ehulhul Tapınağı, Piramitler ve bunun gibi yüksek enerjili yerlere kurulmuş tüm kadim yapılar…
Ve elbette frekanslar, frekans ve enerjinin hayatımızdaki yeri, ve TESLA.
Tesla’nın dehası, doğa ve eski felsefelerden aldığı ilham… Ve Nikola Tesla’nın icaatlarının birçoğunu kağıda dökmeyip, zihninde taşıdığı gerçeği…
Yazarımızın tabiriyle; sağ eliyle savaş yönetip, sol eliyle araştırmalarına devam eden Hitler’in Maria Ostrich isimli bir medyum aracılığıyla İsias adlı bir anunnaki ile kurduğu bağlantı…
Şaşırdınız mı tüm bunlara… Hızlı teknolojik ilerleme için, insanlardaki “şaşırma güdüsüne” müdahale edildiğini de bu kitaptan öğrenip, ağzımız açık! Bir şekilde devam ediyoruz okumaya… Bala Es Kar, müdahalenin birazcık yetersiz kaldığını gösteriyor aslında…
“Hektor’un öcünü aldım” diyen Fatih Sultan Mehmed, Mustafa Kemal Atatürk… Ve Mu Kıtası araştırmalarının ışığıyla aydınlanıyorsun.
Devam edeyim mi?
Bence etmeyeyim… Siz elinize aldığınızda kendi yorumunuzu yaparsınız.
Ama son birkaç cümle daha söylemeden edemeyeceğim:
Kadim zamanlardan kalan, taşlara, hafızalara ve genlerinize kazınmış o anlaşılamaz bilginin, Türkçe’ye çevrilmiş halidir Bala Es Kar…
Kova Çağı’nı idrak etmeden önceki bir rehber niteliğindedir.
Bildiklerimiz ya da bildiğimizi zannettiklerimize cesurca bir meydan okuma, bu güne kadar öğrendiklerini bir kenara bırakabilecek kadar cesur olanlar ve zamanı gelenler için bir ödüldür Bala Es Kar.
Hepinize keyifli okumalar dilerim.
Çağla Pelin ÜSTÜN / Seç Haber