“Smyrna’dan İzmir’e; Bir Amerikalı Tanığın Gözüyle 1922 Tahliyesi”
9 Eylül 1922 Cumartesi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın kahraman ordusu İzmir’de!..
Başkomutan, 1 Eylül 1338’de Dumlupınar’dan tarihi, -…“Ordular; İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri”, emirini vermiş ve bu hedefe on günde savaşarak ulaşan (400 km.) kahraman Türk Ordusu’nun Akdeniz yolcuğu hakkında da:
-…”Ordularımız, asıl kuvvetleri ve bütün harp gereçleri ile dört yüz kilometreyi on gün içinde aşıp geçtiler. Diyebilirim ki, süvari tümenlerimizle piyade birliklerimiz düşmanı ezip İzmir’e yürümekte birbirleriyle yarış etmişlerdir. İzmir rıhtımında süvarilerimizin kılıçları denizde resim gibi şekillenirken, piyadelerimiz Kadifekale’de Türk bayrağını semaya yükselttiler. Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının, harp tarihinde verdiği son harekât örneğinin kıymeti, bu harekât bütün safhalarıyla tetkik edildikten sonra ve belki bugün değil, yarın anlaşılabilecektir. Büyük orduların yürüyüş birimi yanlış hatırlamıyorsak, günde 20-25 kilometredir. Bundan dolayı, askerlerimize İzmir’e kavuşmak için her gün bu mesafeyi aşıp geçirten kuvvet kaynağının, ne yüce bir vatan aşkı olduğunu anlamak güç değildir.” Demiştir.
Kırk asırlık bir ecdat yurdu güzel İzmir, 9 Eylül günü 3 yıl dört ay süren Yunan işgalinden kurtuluyor, on günde savaşarak 400 km yol alan Kahraman Türk Ordusu, on binlerce İzmirlinin sevinç gözyaşları, gösterileri içinde İzmir’e giriyordu. İzmir halkı elinde yiyecek, içecek ne varsa kan-ter içindeki Kahraman Mehmetçiğe sunuyordu. Yüzbaşı Şeref Bey, yüzündeki yaranın kanıyla kutsadığı ay yıldızlı bayrağımızı Hükümet Konağı’nda göndere çekiyor; Yüzbaşı Zeki Bey Komutanlık Binası’na, Binbaşı Reşat Bey’de Kadifekale’ye bayrağımızı çekiyordu. Ve artık, “İzmir hiçbir kirli ayağın üzerine basmayacağı bir topraktır.”
9 Eylül 1922 Cumartesi gecesi İstanbul’da da büyük sevinç gösterileri yaşanmıştı.
…”O gece 200 bin kişi fener alayı ile İstanbul’u dolaşmış, Osmanlı Harbiye Nezareti (Türk Kurtuluş Savaşı’nda Müdafaa-i Milliye Vekâlet’ine bırakılmıştır.)’nin bandosu “İzmir Marşı” nı çalarak fener alaylarına katılmış, ertesi gün de Ayasofya Camii’ndeki mevlide 25 bin kişi katılmıştı.” (Bakınız: Taha Akyol, “Ama Hangi Atatürk”, Doğan Kitap, Ocak – 2008, Sf:541)
İstanbul’da büyük sevinç gösterileri yaşanırken, İzmir’de, 45.000. kadar Rum, rıhtımda korku içinde bekleşiyor, Yunan bayraklarını indirip evlerine Avrupalı devletlerin bayraklarını asıyor, binlerce esir Yunan askerleriyle birlikte, gemilerle kaçan kaçabiliyor, kaçamayanlar ise mübadele edilmek üzere koruma altına alınıyordu;
9 Eylül 1922 tarihi ile 3 Ekim 1922 tarihli Mudanya Mütarekesi görüşmeleri arasındaki yaklaşık 1 aylık sürede Anadolu Rumlarının büyük bir kısmı Türkiye’yi terk etmiştir. Kesin istatistikler bulunmamakla birlikte eski Amerikan Büyükelçisi (Osmanlı İmparatorluğu, görev süresi: 27 Kasım 1913 – Şubat 1916) Henry Morgenthau anılarında;
…”750.000 insanın birkaç hafta içinde Selanik, Atina ve diğer büyük Yunan adalarındaki limanlara sığır sürüsü gibi döküldüğünü” ve “1 Aralık 1922 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde başlayan barış görüşmelerinde mübadeleye tabi tutulacak olan Anadolu Rumlarının 2/3 sinin zaten Türkiye’yi terk etmiş olduğunu” yazmıştır.
Bu ayrılışın birinci elden tanığı olan İzmir’deki Yakın Doğu Kuruluşu Özel Temsilcisi Amerikalı gazeteci Mark O. Prentiss ile 17 Eylül’de İstanbul’da yapılan söyleşi 18 Eylül 1922 tarihinde özel haber olarak yayımlayan The New York Times gazetesi, Mark O. Prentiss’in;
…”Bu hikâye, Yunan birlikleri ayrılırken benim ulaştığım gün ile ayılmak zorunda bırakıldığım gün arasındaki İzmir’in yok oluşunun hikâyesidir.” ifadelerini başlık haline getirerek okuyucularının dikkatine sunmuştu.
Amerikalı gazeteci Mark O. Prentiss, Yunanlıların şehri boşaltması esnasında bilfiil görevli olarak bulunmuş ve insanların emniyetli bir şekilde gemilere bindirilmesine yardımcı olurken yaşadıklarını da “İzmir’deki Gerçekler” adıyla detaylı bir biçimde kaleme almıştı. (İngiliz Ulusal Arşivleri (Public Record Office). Dışişleri Bakanlığı Belgeleri FO1/10216. )
Şimdi okuyacağımız Amerikalı gazeteci Mark O. Prentiss’in tuttuğu notlardan oluşan, okuyacağımız bu son derece ilginç belge, İngiliz Ulusal Arşivleri’nden çıkarılmış ve T.C. Başbakanlık Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi tarafından tercümesi yapılarak yayına hazır hale getirilmiştir:
“Smyrna’dan İzmir’e; Bir Amerikalı Tanığın Gözüyle 1922 Tahliyesi”
İzmir’deki Gerçekler;
…”Anadolu’nun savaştan harap olmuş topraklarında geçirdiğim birkaç günlük araştırma ve inceleme gezisinin ardından, 22 Eylül de tekrar İzmir’e geri döndüm.
Yangının yerle bir ettiği şehir hala evsiz barksız insanlarla dolup taşıyordu. Yangından sonraki dokuz gün içinde şehirden yirmi ya da otuz bin civarında insan kurtarılmış fakat hala geride kalan 230.000. kişiyi şehir dışına çıkarma görevi gittikçe daha da zor bir hal almıştı. Esas sorun göçmenlerin şehirden alınıp, artık bir Türk limanı olan İzmir’e girmeye cesaret edemeyen, bu nedenle liman dışına demirlemiş ve ancak tekneler yardımıyla kendilerine yolcu taşınabilen Yunan gemilerine transfer edilmesi konusuydu. Limanda çok sayıda gemi olmasına karşın ancak yarım düzine civarında tekne kalmıştı ve öğleden sonra başlayan denizdeki aşırı dalga gece yarısına kadar sürmüş ve çalışmalarımızı imkânsız hale getirmişti.
Birleşik Devletler Deniz Kuvvetleri yetkilileri işte bu koşullarda beni tahliye işlemi ile görevlendirdiler ve bu atama yerel kurtarma komitesi tarafından da onaylandı. Bir durum değerlendirmesi yaptık. İş, şimdiki hızıyla devam ettiği takdirde, şehrin tüm göçmenler tarafından boşaltılabilmesi on sekiz ay gibi bir sürede tamamlanabilirdi. Türk yetkililer ayın otuzu gece yarısına kadar boşaltmanın tamamlanması konusunda ısrarcı olmasalar da, bundan daha da kısa bir sürede bu zorlu koşulların doğurduğu açlık ve hastalık herkesin sonunu getirebilirdi.
Gemileri limana getirme ve şehrin kuzeyindeki demiryolu iskelesinin yanına yanaştırma iznini alabilmek için limanın Türk kaptanına başvurduk. Unutmamamız gereken bir gerçek vardı: Bunlar Yunan gemileriydi ve Yunanlılara duyulan bir nefret söz konusuydu. Fakat Türk yetkili hiç tereddüt etmeksizin gereken onayı verdi. Tek istediği, gemilerin limanda Yunan bayrağı taşımaması ve hiçbir Yunanlı ve İngiliz’in karaya çıkmamasıydı. Dahası, Türkler kendi askerlerinden üç yüz kişiyi bize yardım için görevlendirdiler; biz de iki muhrip dolusu denizciyi bunlara katarak işe koyulduk.
Sanırım bu, Türk ve Amerikan silahlı kuvvetlerinin ilk kayda geçen işbirliği örneği idi, üstelik de içinde çelişkiler barındıran bir örnekti: Amerikalılar meraklı ve çevrelerindeki her şeye yakın ilgi duyan, Türklerse aynı heyecandan yoksun, yalnızca ellerindeki işi biran önce bitirmeye odaklanmış kişilerdi. Gerçi hiçbir zaman dostluk dışı bir davranış sergilemediler sadece “şakacı” Amerikalılar onları pek ilgilendirmiyordu bu nedenle de askerlerin Türkçe öğrenme çabaları, kayda değer bir başarıyla sonuçlanamadı.
Amerikan Deniz Kuvvetleri görevlileri başlangıçta, –belki de birçoğunun beklediği- olası bir kargaşayı önlemek amacıyla limana bir muhrip getirilerek iskele yakınında bekletilmesini önerdiler fakat ben buna karşı çıktım. Tarafsız bir geminin varlığı hiçbir şeyi düzeltemeyeceği gibi Türkleri de rahatsız edebilirdi. Her şey yolunda gittiği sürece muhribe gerek yoktu. Sorun çıktığında Amerikan gemisi müdahale edemezdi. Biz Türklerden söz almış, onlara güvenmiştik ve de ortada bu konuda pişmanlık duymamızı gerektirecek bir neden yoktu.
İzmir’de bu dönemde bol miktarda sevimsiz söylentiler ortalıkta dolaşmaktaydı. Binaların yarısı harabeye dönmüş sokaklar, ya yangın söndürme hortumunu keserken öldürülmüş, ya kişisel kavgada hayatını kaybetmiş, ya Türkler tarafından kurşuna dizilmiş, ya da denizde boğularak ölmüş insanlarla doluydu. Ben Türkler ‘in İzmir’de hiç kimseyi öldürmediklerini söylemiyorum. Bir asker olarak çok iyi biliyorum; Türk askerleri beni duvarın önüne diktiklerinde hayatımın en kötü anlarını yaşadım, hatta bir an için fazla ömrümün kalmadığını bile düşündüm.
Olay şöyle cereyan etti:
Aniden, ellerinde yağmalanmış eşyalar olduğu halde yürüyen bir grup Türk askeriyle karşılaştım. Türkler şehre geldiğinden beri nerede istersem fotoğraf çekebilen ben, düşüncesizce bu adamların da fotoğraflarını çektim. Çok aptalca bir hareketti. Yüzbaşı bana doğru koştu, omuzlarımdan tuttu ve beni ittirerek duvara dayadı, adamlarına işaret etti ve geri çekildi. Görünüşe bakılırsa alelacele, hazırlıksız bir infaz gerçekleştirilecekti. Ben Türkçe bilmiyordum onlar da İngilizce. Tarafsız olduğumu vücut diliyle anlatabilmem ise hiçte kolay değildi. Mustafa Kemal’le benim daha birkaç gün evvel dostça konuşup ayrıldığımızı nereden bilebilirlerdi ki?
Aklıma ilk gelen şeyi yaptım. Aptalca bir kabadayılıktı ama işe yaradı. Sanki mermileri göğüslemek istercesine gömleğimi yırtarak açtım, dramatik bir biçimde selam verdim, sonra yavaşça yüzbaşıya döndüm ve işaretlerle resmini çekmek istediğimi belirttim. Şimdi onu duvara dayama sırası bendeydi, fotoğraf için hazırlık yaparken mümkün olduğunca uzun bir süre harcayarak ona poz verdirtmeye çalıştım. Türkler için saçmalığın bu kadarı da fazlaydı. Bu, hiçte infaz edilmek üzere olan bir adamın davranışı değildi, hepsi birden infazı unuttular. (Tanrı biliyor, ben de hatırlamalarını istemedim).
Önce yüzbaşının fotoğrafını çektim ve kendisine bir kopya gönderebilmem için Türkçe olarak adını soyadını ve bölüğünün ismini yazmasını istedim. Sonra uzunca bir süreyi diğerlerinin resmini çekmek için harcadım. Zamanımı bolca kullanarak çok güzel bir sıra oluşturdum. Bir ay sonra bir de baktım ki her bir pozdan üçer tane çekmişim, -kabul ediyorum, kafam karışıktı-.
Daha sonra yüzbaşı, gömleğinin içinden ezilmiş olan hurmaları çıkartıp ciddi bir ifadeyle bana uzattı. Doğuda ekmeği paylaşmak koparılamaz bir bağ oluşturur. Kabul etmekte çekimser davrandım ama içimden de oh çekerek rahatladım. Askerler de bana yiyecek verdiler. İçlerinden biri büyükçe bir ekmek parçası uzattı. Ben beceriksizce ekmeği koparmaya çalışırken, o da çizmesinden keskin bir bıçak çıkarttı. Hayatımda ilk defa kendimi deniz tutmuş gibi hissettim: “Allah’ım yeniden mi başlıyoruz?” diye düşünürken, ekmeği kesip ciddi bir ifadeyle bana uzattı. Çocukların oyuncaklarını gösterdikleri gibi bana silahlarını gösterdiler, ben de beden dilimi kullanarak hayranlığımı belirttim. Adamlardan biri bana iki uçlu bir bıçak gösterince hayretle başımı sallayarak keskinliğini vurgulamak istercesine işaret parmağımı bıçağın ucuna dokundurdum:
– “Yunanlılar için mi?” diye sordum;
– “Hayır- İngilizler için!” diye gururla söylendi sahibi; adeta tüm ordunun duygularına tercüman olur gibiydi.
Tüm öğleden sonrayı o yüzbaşıyla birlikte geçirdik ve çok iyi birer dost olduk. Bir daha da onu hiç görmedim fakat resmini kendisine postalamayı unutmadım. Nezaket bunu gerektirirdi, ayrıca kendisini çok da sevmiştim. Fotoğrafın bir kopyasını da unutulmayacak bir anı olması nedeniyle kendime sakladım.
Yunanlı bir esirin öldürülmesine kendi gözlerimle şahit oldum. Muhafızlar tarafından sürüklenirken birdenbire ellerinden kurtuldu ve dümdüz yere uzandı, kamyonun birinin lastiklerine sıkıca yapışıp çığlıklar atarak bağırmaya başladı. Muhafız, adamı önce süngünün ucuyla dürttü sonra da yerden kalkıp devam etmesi için vurdu. Sonuç değişmedi. Yunanlı korkudan çıldırmış bir haldeydi nihayet asker yerde yatarak çığlıklar atmayı sürdüren adamı vurdu. Bunun yanı sıra Kazım Paşa’nın karargâhının penceresinden bağırarak iki askerin kendisine getirilmesini emrettiğine de tanık oldum. Pencereden dışarı bakarken bu askerlerin bir esiri dövdüklerini görmüştü.
Eminim ordu ilerlerken dükkânlarda ve sokaklarda gerek yağmalama gerekse öldürme olayları meydana geldi. Yağmalanmış dükkânlar, sağa sola saçılmış cesetler neler olup bittiğini açıklıyordu. Türk ordusuna refakat eden çetelerin ve düzensiz silahlı grupların yapabileceğinden çok daha fazlası vardı ortalıkta. Olanlar yeteri kadar açıktı. Askerler dükkânlara girmişler ve istedikleri her şeyi almışlardı. Durumu protesto eden Yunanlı ya da Ermeni mal sahipleri ise ya tartaklanmış, ya ateş edilerek ya da süngüyle öldürülmüşlerdi.
Yağmaların bazılarına ben de tanık oldum. Sayısız kristalle bezenmiş avizeyi taşıyan üniformalı bir asker tam yanımdan geçti. Avizeyi ne yapacaktı ve yürüyüş esnasında nasıl taşıyacaktı bilemiyorum. Ama yapılan hiç şüphesiz bir yağmaydı. Üç düzine baston ve şemsiye taşıyan bir başka adam gördüm. Yine Türk subayların, içlerini ipekli kumaşlar, basmalar ve diğer mallarla doldurdukları otomobillerin ve develerin fotoğraflarını çektim. Bir dikiş makinesi taşıyan Yunanlı papaz bile gördüm. Fakat şehri terk ettiği için muhtemelen kendi malıydı yanına aldığı. Binlerce sivil ve asker, bazen yağmalanmış, bazen kurtarılmış bazen de geçerken göze ilişerek alınmış, aklınıza gelebilecek her şeyi taşımakla meşguldüler.
Bizim gördüklerimize tanık olmadan zulüm öykülerinin psikolojisini anlamak imkânsızdır. Doğru ya da yanlış, Türklerin sahip olduğu şöhret bilinmektedir. Ayrıca acımasızca yakılıp yıkılmış 300 millik vatan toprağını yürüyerek geçip buraya geldikleri de bir gerçekti. Dolayısıyla bu türden bir eziyeti beklemek doğal görünüyordu. Üstelik bir yangın söz konusuydu. Yangının yanı sıra Yunan yağmacılar, Türk yağmacılar, kişisel cinayetler, hortumu keserken canına kıyılan adam, yanarak ölenler, boğulanlar, askeri infazlar gibi sebeplerle sokaklarda biriken cesetlerin sayısı azımsanamayacak kadar çoktu.
Sadece zayıf ve güçsüzler değil, aklı başında pek çok kimse için bile kabullenilmesi zor görüntülerdi. Hayalleri ya da beklentileriyle, tanık olduklarının ayrımına varamayan çocuklar gibiydiler. Bir düşüncenin zihinde canlandırılıp sanki gerçekmişçesine kabul görmesi mümkündü. Bir deniz subayı ve onun birkaç adamıyla birlikte konsoloslukta otururken, Y.M.C. A (Young Men’s Christian Association- Genç Hristiyan Erkekler Birliği) ‘nın yerel çalışanlarından biri kapıyı kırarcasına iterek içeri daldı. Yere yıkılmak üzere olan adam tir tir titriyor, elleriyle saçlarını manasız bir şekilde yolarcasına çekiştiriyordu. Kendisini sakinleştirmeye çalıştık. Yarı dua, yarı haykırma karışımı bir sesten oluşan “Aman Ya rabbim, Aman Ya rabbim” sözlerinden başka bir şey duymuyorduk. Zorla bir sandalyeye oturttuk ve yeterince sakinleşince durumu anlamak amacıyla kendisine sorular sorduk:
“Ne oldu?”
-“Aman Ya rabbim, aman Ya rabbim!”
– “Bırak şimdi onu, ne oldu?”.
-“Öldürüyorlar – herkesi öldürüyorlar- Y.M.C.A. Adamlarınızı gönderin, denizcilerinizi gönderin! Çabuk!”
-“Kim yapıyor tüm bunları?”
– “Türkler! Türkler! Fırtına gibi geldiler ve gençleri yakaladılar”.
-“Sen kendin mi gördün?”
-“Evet, kendi gözlerimle gördüm. Katlediyorlar onları. Çabuk olun, çabuk!”
Deniz yüzbaşısı sakin bir şekilde, masanın üzerinde duran elinin üç parmağıyla işaret etti ve üç asker aceleyle dışarıya koştu. Ben de onlarla gittim. Zaten bir saat önce fotoğraf makinemi ve dürbünümü orada bırakmıştım ve almam gerekiyordu. Koşabildiğimiz kadar hızlı bir biçimde YMCA’ ya koştuk fakat oraya vardığımızda gördüğümüz, yeni ele geçirdikleri yandaki garajın kapısında sakin bir şekilde nöbet tutan birkaç Türk askerinden başka bir şey değildi. Ne bir Allah’ın kulu yaralanmış ne de tehdit edilmişti. Üstelik bir çatışma olduğuna dair en ufak bir belirti yoktu. Her zamanki gergin sessizlik hüküm sürmekteydi.
Aynı adam bir müddet sonra başka bir hikâyeyle içeri daldı ve altı Ermeni kadının elbiselerinin çıkartılıp şiddete maruz bırakıldıklarını söyledi. Fakat bahsettiği yere vardığımızda böyle bir şeyle karşılaşmadık- üstelik de hemen gittiğimiz halde. Her iki olayda da adam bunları kendi gözleriyle gördüğüne yeminler ediyordu ve dışarıdan bakıldığında dürüst, aklı başında biri gibi görünüyordu ama belli ki, aşırı stres ve heyecan aklını başından almıştı. Sanırım bu türden yüzlerce olay araştırdım ama hiçbiri doğru çıkmadı. Bir hemşire beni, göğsünün kesildiği ve korkunç bir durumda olduğunu söylediği bir kadına yardım etmek amacıyla götürdüğünde, kadının kolundaki derin bir kesik dışında hiçbir şey bulamadım.
Otuz yaşlarında aklıselim bir Amerikalı için bu türden bir histeri, Ermeni ve Yunan mülteciler arasındaki çılgınlığa varan korkunun açıklamasıydı. Bu korku, aşırı ve umulmadık biçimlerde tezahür etmekteydi. Amerikan denizcileri güvenliğin simgesi olarak görülen üniformaları nedeniyle boğulan insanların kurtarıcısına yapışmaları gibi, Yunanlıların da kendilerini yakalayıp yapışma riskiyle karşı karşıyaydılar. Korku içinde bağırıp çağıran ve bir an önce kurtulmak amacıyla aşağıdaki motora binmeye çalışan Yunanlı ve Ermenilerin sırtına abandıkları askerlerden birinin, ağırlıktan neredeyse beli kırılacaktı. Bu sıradan askerlere önerilen fakat reddedilen rüşvetin boyutu inanılır gibi değildi. Yunanlı bir tüccar, bir muhribe bindirilmek koşuluyla hemen nakit ödenmek üzere 50.000 Amerikan doları önermişti. Eğer bu şansı kullanabilmiş olsaydı, pazarlıkta kendisine düşen payı memnuniyetle karşılayacağı konusunda en ufak bir şüphe yoktu.
Türk yetkililer bize askerlik yaşı dışındaki herkesi boşaltma yetkisi vermişlerdi. Askerlik yaşındakilerin bazıları da beceriksizce kendilerini gizlemeye çalışmaktaydılar. Uzun boylu, iri yarı ve birkaç günlük sakallarıyla erkekler kurtulmak için kadın elbiselerinden medet ummaktaydılar. Hatta yaş sınırını bayağı aşmış, ama ne olur ne olmaz diye yine de kadın kılığına girmiş, beline kadar uzanan uzun beyaz sakalına aldırmayan bir din adamı (patrik) bile gördüm.
Kendisini gizlemeye çalışan askerlik yaşında bir adamın, atının üstünde oturarak mültecilerin kapılardan limanda kendilerini bekleyen teknelere doğru koşmalarını seyreden bir Türk subayı tarafından fark edildiğine tanık oldum. Herkes koşuştururken, görevli subay aniden insanları gemiye bindirdiğim tarafa doğru eğildi ve Yunanlı kadın mülteci olduğunu sandığımız kişinin başörtüsünü çekti aldı. Sonra elbisesinin üst kısmını yırtmaya çalıştı. “İşte şimdi birinci elden bir zulüm e tanık olacağım” diye geçirdim içimden. Fakat eşarp çıkınca gerçek de meydana çıktı. Yunanlı erkek mülteci, Türk askerlerince yakalandı ve subay tarafından binici kırbacıyla, ayakta duramayacak hale gelinceye kadar, acımasızca dövüldü. Adam, darbeler ardı ardına yağmur gibi inerken, hareketsiz, hiçbir direniş göstermeden, neredeyse hiç kımıldamadan öylece durdu. Kendisi kılık değiştirmiş bir Yunan subayıydı ve bir askere yakışır şekilde cesurca cezasına katlanmıştı.
Askerlik çağındaki erkeklerin tümü askeri nizam içinde şehre doğru yürütüldüler. Şehirdeki Türk yetkililer bana, bunların olaylar sırasında tahrip edilen yerlerin onarımı ve yol yapımında işçi olarak çalıştırılacaklarını söyledi. Sonunda da nüfus mübadelesi uyarınca değiş tokuş edileceklerdi. Türklerin bu tutukluları şehir dışına sürüp, onlara derin çukurlar kazdırdıkları daha sonrada makineli tüfekle tarayarak kendi kazdıkları bu mezarlara gömdükleri hikâyeleri ortalıkta dönüp dolaşıyordu. Büyük bir dikkat ve özenle İzmir çevresini araştırmama rağmen bu türden bir kanıta rastlamadım. Dahası bu türden bir kasaplığın saklanamayacağı kadar fazla sayıda tutuklu söz konusuydu. Bu türden olaylara hiç rastlamadım ama adamlar şehre götürüldükten sonra onları gidip görmeme ve ne olup bittiğini anlamama izin verilmedi.
Korku dolu kalabalığın limana getirilişlerine gözcülük ederken, sıkça birbirine kenetlenip adeta bir yumak halini almış mültecileri dikkatli bir şekilde inceleyen Türk askerlerinin oluşturduğu küçük birlikleri gördüm. Askerler mültecilerin aralarında dolaşırken durduklarında, Yunanlılardan bir feryat yükseliyordu. Bir tutuklunun alınıp şehre geri gönderildiğini anlıyorduk. Kendisini kurtarmak için ağlayıp sızlayarak yalvaran, fakat bu çabaları sonuçsuz kalan aileden koparılıp götürülen adamı görmek yürekleri parçalayan bir olaydı. Bu tutuklamalarda kanunsuz hiçbir şey yapılmıyordu fakat gizemli bir durum var gibiydi.
Tüm bunların anlamını ancak İstanbul’a dönüp te büyük bir Türk Paşasının oğluyla görüşünce kavrayacaktım.
Resmi görevli ya da sivil halktan oluşan zafer sarhoşu Yunanlılar, evdeki eş, dost akrabaya gösterebilmek için resim çektiriyorlardı. Kendi halinde fotoğrafçılık yapan Türklerden biri, arkasına Yunanlıların davranışlarını not ettiği resmin bir kopyasını da kendisine saklamıştı. Giderek, mezalim yapan Yunanlıların fotoğraflarından oluşan muazzam bir koleksiyon ortaya çıkmış ve Ankara’da bulunan İstihbarat Servisi dosyalarında toplanmıştı. Ve zaman gelip te Türkler muzaffer konuma geçtiklerinde, bu suçu işleyen Yunanlılar –ya da Türklerin bu suçu işlediğine inandıkları kişiler- ortaya çıkarılabilir, yaptıklarıyla yüzleştirilebilir ve bu resimler kanıt olarak kullanılabilirlerdi.
Üç yıl önce Yunanlılar zafer kazanmış olarak İzmir’den ilerlerken Türk orduları geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Türk ordusunun her biriminin kendine ait bir fotoğrafçısı vardı. Türkler ardı ardına geri çekilmeye zorlandıklarında bu fotoğrafçılar birer birer işi bırakmış ve sivil yaşama dönerek, köylerde fotoğrafçı olarak işlerine devam etmişlerdi. Yunan birlikleri köye geldiklerinde, hiçbir suçu olmayan bu fotoğrafçıların görevlerini sürdürmelerine izin vermişlerdi.
Sanırım Yakın Doğu’da tanık olduğum bu dehşet verici görüntülerin birçoğundan Türk İstihbarat Servisi sorumluydu. Bir gün kalabalık bir mülteci grubunu kapıdan geçirip limana getirebilmek için yoğun bir çaba sarf ederken, bir Yunanlı kalabalığın içinden çekip çıkarılarak tutuklandı. Benim yanıma kondu. Bu türden tutuklamalar olağan şeylerdi o nedenle pek önemsemedim, ta ki yanımda ani bir sıcaklık hissedene kadar. Aşağı doğru baktım ve giysilerimin kana bulandığını gördüm. Geri çekildim ve tutuklunun gevşek olan boyun etinden kasten sıkıca bağlanmış olduğunu fark ettim. Kendisini küçük bir bıçakla yaralamaya çalışıyordu. Olayın korkunçluğunu kavramak açısından yaklaşık 30.000 mülteci, 100 Türk askeri ve onların üslerinin de de kayıtsız bir şekilde durup olayı seyrettiğini belirtmem gerekiyor. Hatta Yunanlının başındaki muhafız bile durup sadece seyrediyordu. İnanılmaz bir kayıtsızlık ve Doğuya has bir duyarsızlığın son kertesiydi.
Kendini öldürmek mi istedi? Pekâlâ- Bırak yapsın!
Biz Amerikalılar bir kez daha çaresiz kalmıştık. Bizim yapacağımız herhangi bir girişim, bu çaresiz Yunanlıların durumunu daha da vahim hale getirebilirdi. Hepimiz şunu iyi biliyorduk: Tek ümidimiz Türkleri kızdırmadan mültecileri uzaklaştırmaktı. Bir kez daha düşünmek, hatta çok iyi düşünmek durumundaydık. Mülteci sayısı ne kadar yüksek olursa başarı da o denli yüksek olacaktı. Böylece kendimize hâkim olduk.
Bir kez daha kendini kesti ama hiç kimse kıpırdamadı.
Bir kez ve bir kez daha… Ve hala ne bir duygusallık ne de bir acıma…
Tutuklu gittikçe güçsüzleşen bir biçimde orada ayakta dururken göz göze geldik ve gülerek bana baktı. Akla hayale gelmeyecek bir şeydi. İlk tepkim kızgınlık oldu. “Lanet olsun” dedim içimden, neden bunu kişisel bir olay haline getiriyorsun? Ne diye beni buna dâhil ediyorsun? Neden lanet olası dostça bir tutum içindesin bana karşı?
Fakat gösterdiği cesaret karşısında daha fazla dayanamadım, ellerimi birleştirerek salladım ve ölmekte olan adama gülümsedim. Tüm yapabildiğim buydu.
Devrilerek fena halde yerdeki tozlara gömüldü fakat sadece kısa bir an için…
Kendini toparladı, oturma pozisyonuna geldi ve sanki oturuyormuş gibi gerçek bir asker edasıyla beni tekrar selamladı. Ve bir kez daha o gülümseme…
O veda sonunda kendimi ona çok yakın hissettim ve yüreğim acıdı. Sonra arka üstü düştü. Nasıl yaptı bilmiyorum, daha önce çok sayıda ölüm şekli görmüştüm fakat bu adamın ölmesi, bu kadar kan kaybına karşın, düşündüğümden çok daha uzun sürmüştü.
Hatta bu bile ‘son’ değildi. Çok kısa bir süre içinde elleri ve ayakları üzerinde kalktı, sürünmeye başladı, limanın ucuna varacak kadar çaba gösterip, kendini sulara bıraktı. Cesedi bir müddet su üstünde yüzerek karadan uzaklaştı. Fakat ölüm anında bile huzurlu görünmüyordu. Merkezden oldukları anlaşılan bazı görevliler arabayla yaklaştılar, emirler yağdırıp sorular sordular, akabinde bir asker cesedi almak için suya atladı. Elbiselerini çıkarıp muayene ettiler ve giysilerle birlikte üzerinde bulunan her şeyi arabaya yükleyip uzaklaştılar. Belki de ele geçirilen bir Yunan ajanının sonunu görmüştüm, bilemiyorum. Bildiğim tek şey, onun demir gibi metanetiydi.
Bu türden olaylar, kurtarmaya çalıştığımız insanların panik halindeki korkularını açıkça gösteriyor. Bir an önce gemiye binme gayretleri yüzünden iskeleye giden küçük demir kapıya doğru aynı anda koşmaya başladılar ki, bu durum hem onlar, hem de bizim açımızdan büyük tehlike arz ediyordu. Onları engelleyen kimse yoktu.
Bir keresinde birkaç Amerikan denizcisiyle beraber bu topluca koşuşturmayı beceriksizce engellemeye çalışırken, arkamdan kibar bir sesin mırıldandığını duydum: “Size nasıl yardımcı olabilirim?” Tek silahı süs amaçlı kullanılan küçük bir kamçı olan zarif, ufak tefek bir Türk askeriydi bu. Sıra olmuş denizcilerin arkasından öne doğru çıktı. Kamçısını sanki bir kılıçmış gibi sallıyor ve her sallayışta da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Bu, ya Türk’ün giydiği üniformadan kaynaklanan bir korkuydu, ya da söylediklerinden…
Ama her ne idiyse, iki dakika içinde bizim beceriksizce kontrol etmeye çalıştığımız kitle, tek bir Türk’ün önünde, 6 metre kadar geriye çekilmişti. Durumu kontrol altına aldıktan sonra gülümsedi ve teşekkürlerimi kabul ederek sessizce uzaklaştı.
Sonunda, gemilere doğru koşma mücadelesi veren korku içindeki kalabalıkla baş etmenin yolunu bulmuştum. İzmir’e gitmeden önce, sıradan beyaz koruyucu bir kask edinmiştim ve o tarihte çok az sayıda tarafsız sivilin bulunduğu şehirdeki tek kask buydu. Her nasılsa yanımda New York polisinin kullandığı basit, bir de düdük bulunmaktaydı. Bu düdük de türünün tek örneğiydi. Her ikisi de tek olmaları ve birbirleriyle uyumlarıyla nam saldılar: Koşuşturmanın kontrolden çıktığı her noktada, bir kereste yığınının üstüne tırmanıp, kaskımı herkesin görebileceği bir konumda tutarak var gücümle sihirli düdüğümü çalıyordum, böylece bu karmaşa mucizevî bir şekilde düzene giriyordu.
Türklerin şehre girişinin üzerinden çok geçmemişti ki bir gece, karanlık bastırdıktan sonra, hastaneden birtakım şeyler almak için dışarı çıktığımda kaskımın değerini bir kez daha anladım. Nöbetçi Türk askerlerinin, süngülerini karanlıkta sağa sola savurarak gözdağı vermelerine usturuplu bir şekilde karşılık veremiyordum. Fakat kaskımın üzerinde bulunan el fenerinin ışığıyla fevkalade güzel idare ettim ve bir askeri noktadan diğerine kolaylıkla dolaşabildim. Ta ki, pil aniden ve bir daha çalışmayacak şekilde bitene kadar…
İşte o andan itibaren başımızın gerçekten dertte olduğunu anlamıştık. Ve bazen, gerçekten ihtiyacınız olduğunda, şans yanınızdadır ya, işte öyle oldu ve bizde şansımızın yardım etmesiyle yolumuza devam edebildik.
Gitmek isteyen hiçbir mülteci geride bırakılmadı ve Türklerin belirlediği zaman dilimi içinde – 30 Eylül gece saat on ikiye kadar- hepsi şehri terk etmişlerdi. Sekiz gün içinde 230.000 mülteciyi boşaltmıştık ve tahminimize göre, 50.000 kadarı da biz saymaya başlamadan önce kaçmışlardı.
Tüm bu olayın en sinir bozucu tarafı ise, İngilizlerin sahibi olduğu ve işlettiği Aydın Demiryolu Şirketi’nin, tahliye amacıyla kullandığımız rıhtım için bize göndermiş olduğu faturaydı. “Mültecilerin Rıhtım Ödemeleri” adı altında bize fatura edilen masrafların bir kopyasını hala saklarım. Adam başına 25 kuruş olmak üzere, toplam 50.000 Türk Lirası. Gerekçesi ise, bu zavallı, dehşet ve korku içindeki çeyrek milyon insanın, kaçarken demiryolu rayları üzerinden geçmiş olmalarıydı.
Korku içindeki bu 230.000 Rum’u, Kazım Paşa komutasındaki 300 Türk askeri ve zorunlu olarak sürekli benim yanımda bulunan Türk irtibat subayım Yüzbaşı Hakkı Bey’in yardımı olmaksızın gemilere bindirmek mümkün olmazdı. Tüm bu olanlara baktığımızda dehşet verici, korkunç, komik ya da duygusal her şeyin ilginç bir şekilde iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Aşağıdaki olay konunun tipik bir örneğini teşkil etmektedir;
Bir gün kalabalığı kapıdan sokup iskeleye götürmekle uğraşırken, çok çocuklu bir kadının çocuklarından birini kaybettiğini ama bunun farkında olmadığını gördüm. Üç ya da dört yaşlarındaki ufaklık, biran önce gemilere binip emniyete kavuşmak için adeta bir savaş veren çılgın kalabalığın ortasında itilip, kakılarak ezilme ve ölme tehlikesi -ki her yaştan birçok insanın başına gelmişti- geçiriyordu. Ortalıkta öylece kalakalmıştı. Bunu fark eden bir Türk askeri tüfeğini bırakıp, kalabalığı yararak çocuğa ulaşmış ve annesini bulup teslim edene kadar kendi vücudunu çocuğa siper ederek onu korumuştu.
Bu Türk askeri geri geldiğinde ona gülümseyip yaptığının doğru bir şey olduğunu onaylarcasına elimle sırtına vurdum. Dil konusundaki yetersizliğim daha fazlasını yapabilmemi engellemişti; ama Türk’ün İngilizce söylenecek birkaç kelimeye de zaten ihtiyacı yoktu. Söze gerek duymaksızın, el kol hareketleriyle kendisini inanılmaz biçimde iyi ifade etti. Elini küçük çocuğun boyu hizasında tuttu ve iki parmağını açarak önce kendine sonra da doğusunda bulunan vatan topraklarına doğru işaret ederek, kalbinin üzerine koydu ve orada tutarak kafasını salladı. Ne demek istediği son derece açıktı: Kendisinin de, kurtardığı bu ufaklığın yaşlarında iki çocuğu var ya da bir zamanlar vardı. İşte “Korkunç Türk” bu. En azından benim gördüğüm yönlerinden biri bu!” (Bakınız: T.C. Başbakanlık Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi / H. Aytuğ Tokur / “90. Yılında Milli Mücadele Sempozyumları” Ankara – 2011, Sf:473)
Not:
1-Amerikalı gazetecinin gözlemlerini destekler nitelikte Yunan Orduları komutanı General Trikupis’de anılarında en üst noktadaki adamın kendisine nasıl muamele ettiğini şu sözlerle dile getiriyordu: …”Uşak dışında esir olup o zamanki Türk ordusu kumandanı İsmet Paşa’nın (bilahare Türkiye Cumhurbaşkanı olmuştur) dairesine götürüldüm o da beni Mustafa Kemal’e götürdü. Mustafa Kemal, odasına girdiğim zaman ayağa kalkarak beni dostane bir şekilde karşıladı ve Fransızca hitap ederek şunları söyledi: “Unutmayın ki koca Napolyon da esir olmuştu. Siz vazifenizi tam olarak ve sonuna kadar yaptınız, bizde sizi takdir ve size hürmet ediyoruz. Siz burada esir değil misafirsiniz.” General Trikupis’in Hatıraları. (çev. Ahmet Angın) Ar Matbaası, İstanbul 1967. s.103.
2- 1920-22 yılları arasında 12. ve 23. Tümenler kurmay başkanlığı yapan Fahri Belen de anılarında …”fırsatçıların yağmalarına karşı İzmir’de şiddetli tedbirlerin alındığına” değinerek …”bunları önlemek kolay olmuyorsa da cana dokunan olmamıştır ki bu hali Amerikan gazete muhabirleri de takdirle görmektedirler” ifadesiyle Amerikalıların bu tahliyedeki tanıklığının altını çizmektedir. (Bakınız: Fahri Belen (General), İstiklal Harbi Hatıraları, Tenkitler, Tahliller. Doğuş Matbaası, Ankara 1962. s. 96.)
3- Millî Müdafaa Vekili Kâzım (Özalp) Paşa anılarında, …”24 Eylülde Ankara’ya esir olarak gelen General Trikupis ile diğer Yunan subaylarını, halkın herhangi bir tecavüzünden korumak için, treni istasyon dışında durdurdum. Bunlar şehir dışındaki yollardan Sarıkışla’ya gönderildiler. İki gün sonra Sarıkışla’ya gittim. Orada Trikupis’le görüştüm. Rahatının nasıl olduğunu ve bir isteğinin olup olmadığını sordum. Bazı ricalarda bulundu. Emir vereceğimi söyleyince benim kim olduğumu öğrenmek istedi. Millî Müdafaa Vekili olduğumu öğrenince toplandı, bir asker gibi selam verdikten sonra gösterdiğim ilgiye teşekkür etti” demektedir. Anadolu’da yaptıkları vahşet ve yıkım karşılığında gördükleri Türk alicenaplığı karşısında, mahcup olup eziklik duymuş olmalılar. (Bakınız: Ahmet Kızılırmak, “Askeri ve Siyasi Yönleriyle Kâzım Özalp”, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No:154, Ankara – 2012, Sf:157.)