Mustafa Kemal Atatürk’ün biyografisi üzerinde çalışan ve Atatürk’ün önderliği altında kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni inceleyen yabancılar, O’nun çocukluk hayatına çok önem vermişler, doğduğu bölgenin, ailesinin ve ilk çocukluk çevresinin, ileri yaşantısına ne çeşit etkiler yaptığını dikkatle araştırmışlardır.
Yabancı araştırmacı yazarların birçoğu ise Atatürk’ün hayatına geniş hayal penceresinden bakarak da olsa, O’nun dünya ölçüsünde büyüklüğüne yaraşacak, efsane kahramanlarına özgü başlangıçlarla hayat hikâyesini anlatmaya girişmişlerdir. Nitekim 20. yüzyıl Fransa’sının en popüler yazarlarından Benoist-Mechin, kalemiyle Türk toplumunun ve Osmanlı Devleti’nin kaderini değiştiren Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukluğu hakkında:
—“Selanik’te küçük bir memur ailesinin Mustafa adını alan oğulları dünyaya geldiği zaman Osmanlı İmparatorluğu can çekişme devresinde idi. Mustafa’nın babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dı. Mustafa, beyaz tenli, mavi gözlü, sarı-boz saçlı, topaç gibi bir bebekti.
Sütten kesilir kesilmez onu bazen sabahlara kadar uyanık tutan, ara sıra kaskatı kesilmesine, bol bol ağlamasına, tepinmesine sebep olan hiddetli mizacı kendini belli etmeye başladı. Babası onu susturabilmek için ne yapacağını bilemezdi. Gürültüden nefret eden, çocuk bağırtısı yüzünden, uyuyamayan kendi halinde bir adamdı. O zaman Zübeyde, oğlanı yatıştırmak için bebeğinin üzerine eğilir, ona eski Anadolu türküleri söyler, çok defa muhabbetle:
—“Uyu Tosunum, uyu benim Bozkurdum…” derdi.
Ev işleriyle hallühamur olmaktan başka bilgisi olmayan, memleketinin tarihinden habersiz görünen bu kadıncağız acaba ne dediğini biliyor muydu? Biliyor muydu ki Kurt, Abdülhamit devrinden çok daha eski zamanlarda Anadolu yaylasını eline geçiren Orta Asya steplerinde yaşamış kabilelerin alametidir? Oğlundaki bu şaşkınlık veren canlılık, tarihin altı yüz yıl öncesine, Ertuğrul Gazi’nin atlılarına özgü canlılığın yeniden hayata kavuşmakta olduğunu hesaba katıyor muydu? Elbette ki hayır… Hatta o büyük ataların anılarından hız alan bir gurur ve övünme sağlamak üzere yurttaşları uğruna oğlunu her an nasıl bir mücadeleye hazırladığının da farkında değildi.
Bu heyecanlı, gürültücü çocuğun doğduğu çevre gerçi fakirdi, ama seçkindi. Ali Rıza Efendi ile eşi, çiftçi atalarından tutucu ve düzenli bir zihniyete varis olmuşlardı. Vaktiyle Türkiye’ye yücelliğini, Kanuni Süleyman’a ve ondan sonra gelenlere en mükemmel yardımcıları sağlamış olan o Anadolu halkından artakalmış —“ve Yarabbi ne kadar ufalmış!”— temsilciler yurttaş ve iman sahibi insan olarak borçlarını dikkatle ödemeye gayret ediyorlardı. Bu çevre, ihtimal hiç hesaba katmadan, Selanik sokaklarında, çarşısında bozulmamış lehçe özellikleriyle konuşuyordu. Komşuları onları kibirlilikle suçluyorlardı. Silik görünüşlerine rağmen, gerçekten de öyle idiler. Memleketlerinin çöküşünden, memlekete hizmet edenlere verilen geçinecekten dolayı sesiz bir ıstırap içindeydiler.
Yaslı ve birbirini andıran günler art arda geçip gidiyordu. Mustafa penceresinden yağmur yağışını seyreden küçük Mustafa’nın vakti saati gelince birinci derecede göreve çağrılacağı kimsenin aklından bile geçmiyordu. Aksine hayat ona en mütevazı bir gelecek hazırlıyor gibiydi. Şayet can sıkacak şeyler olmasa, şayet o da babası kadar muntazam ve mazbut görünseydi, olacağı Düyun-u Umumiye’de beşinci sınıf bir memurdu.” (Bakınız: Jacgues Benoist Mechin, “Mustapha Kemal ou la Mort d’un Empire: Le loup et le leopard” 1954, Çev. : Zahir Güvemli, “Kurt ve Pars Mustafa Kemal” Nurgök Basımevi, 1955, İstanbul.)
…”Zübeyde Hanım ne dediğini biliyor muydu? Farkında mıydı?…
Oysa Atatürk, tüm bu soruların yanıtlarını yıllar önce bizzat kendisi vermiş ve özetle şöyle demişti;
-…”Çocukluğumdan beri bir tabiatım vardır. Oturduğum evde ne kız kardeş, ne de ahbap ile beraber bulunmaktan hoşlanmazdım. Ben yalnız ve müstakil bulunmayı çocukluktan çıktığım zamandan itibaren daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır.
Tuhaf bir halim daha var…
Ne ana-babam çok erken ölmüş, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi zihniyet ve telâkkilerine göre bana şu veya bu tavsiye ve nasihatte bulunmasına tahammülüm yoktu. Aile arasında yaşayanlar pekâlâ bilirler ki sağdan soldan, pek saf ve samimi ihtarlardan masun bulunamazlar. Bu vaziyet karşısında iki tarz-ı hareketten birini intihap etmek zaruridir;
“Ya itaat yahut bütün bu ihtar ve nasihatleri hiçe saymak!..”
Bence ikisi de doğru değildir.
İtaat nasıl olur, en aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan Anamın ihtarlarına itaat maziye ricat demek değil midir? İsyan etmek, faziletine, hüsnüniyetine, yüksek kadınlığına kani olduğum Anamın kalbini, telâkkilerini altüst etmektir.
Bunu da doğru bulmam.
Bununla birlikte (Maahaza) size bu münasebetle Anamın ve kız kardeşimin inkılâp işlerinde bana inandıklarını ve hizmet ettiklerini de zikretmeliyim.
Biz Selanik‘te tahmin edeceğiniz tarihlerde; zahiri manası ne olduğunu bilmem, fakat fedakârane komitacılık yapıyorduk. Meşrutiyetin ilânından çok evvel, bir gece bizim evde bir içtima yapmıştım. Bu ev Selanik‘te mektep karşısında pembe boyalı büyücek bir evdir. İşte bu evin bir odasında birtakım arkadaşlar toplanmıştık. Bu arkadaşlardan biri “ki şehit oldu veya vefat etti, kemal-i hürmetle yâd ederim.
Kâmil Bey isminde bir süvari zabiti idi, şişmanca bir zat… Çok paralar toplamışlardı, liralar, mecidiyeler ve gümüş madeni paralar…
Bizim müzakere yaptığımız odaya bakan hizmetçi Anama bunu haber vermiş. Yukarıda paralar, bahisler, münakaşalar ve planlar var manasında birtakım sözler söylemiş, Anam hasta, ihtiyar, yatağından kalkmış, bizim bulunduğumuz odanın kapısına kadar gelmiş ve kısmen ne konuştuklarımızı dinlemiş, tekrar odasına gitmiş. İttihaz edilen mukarrerattan sonra arkadaşlar beni terk ettiler, müteakiben, uyumakta olduğunu zannettiğimiz Anam yanıma geldi, bana dedi ki:
—“Çocuğum, bir şey anlamak istiyorum, sen ve senin arkadaşların yedi evliya kuvvetindeki padişaha isyan mı ediyorsunuz?”
Anama ne düşündüğümü, ne yaptığımı söylemek istemiyordum. Fakat bizim o akşamki içtima mızı görmüş, her şeye vâkıf olmuş olduktan sonra, artık Annemden ve Kız kardeşimden hakikati gizlemeye lüzum görmedim, bilakis onları tenvir etmeyi tercih ettim:
Evet, Anne, dedim, senin yedi evliya kuvvetinde farz ettiğin adam biç bir kuvvete malik değildir. Biz burada toplanan insanlar, memleketi bu zalimlerden kurtarmak istiyoruz. Senin aklın buna ermeyebilir yahut evlâdın olduğumu unutarak, gider, evliyalara kavuşursun!
Anam o vakit dedi ki:
—“Evlâdım siz acemisiniz, mademki böyle şeylerle uğraşıyorsunuz, beni yaptığınız işlerden haberdar ediniz ve gizli şeylerinizi bana veriniz. Çok dikkat etmelisiniz. Muvaffak olmak zordur; mahvolmak daha tabiî kabul edilmek lâzım gelir. Ne yapayım, yegâne erkek evladımsın, senin mahvolmanı istemiyorum, bu gücüme gidiyor.”
Anne, dedim, bu işler almış yürümüştür. Ben namuskâr bir adam olarak bu işlerin içinde bulunmak mecburiyetindeyim. Beni bundan meneder misiniz?
—“Hayır, evlâdım, bir gün bu işler olduktan sonra seni namus ve haysiyet sahibi olanlarla beraber görmezsem, işte o zaman meyus olurum. Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, seni gördüğün, anladığın şeyleri yapmaktan menetmeye kalkışmam. Yalnız dikkat et, esas muvaffak olmaktır, muvaffak olmaya çalışınız.” (Bakınız: Milliyet Gazetesi, 13 Mart 1926, “Falih Rıfkı (Atay) ve Mahmut (Soydan)Beye Mülakat”)
Kaynak:
1-Atatürk Ansiklopedisi (Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılı 1881-1981) Türkiye Cumhuriyeti Siyasi Tarihi, May Yayınları A.Ş. 2.Baskı, Mart 1981, Sf:250-251.
2-Atatürk’ün Söylev Ve Demeçleri III. 5.Baskı, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları I, Divan Yayıncılık 2006, Sf:111.