Atatürk hasta… Atatürk’ün hastalığı devasız…
Hükümette, Meclis’te, Türkiye’de, dünyada kıpırdamalar var…
Hükümet, Atatürk hükümeti… Atatürk giderse, hükümeti de değişecek!..
Oysa Hükümette 10-15 yıl sürekli Bakanlık yapmış kimseler var… Bakanlık, bu kimselerin mesleği olmuş!.. Tevfik Rüştü Aras, Şükrü Kaya bütün kabinelerde bakanlıklarını koruyabilmişler. Çünkü hem işinin ehli kişiler, hem Atatürk’ün değer verdikleri, çevresinde bulundurdukları kişiler…
Şimdi, Atatürk ölür, yerine bir başkası geçerse, durumları ne olacaktır?
Gerek mevkilerini korumak, gerek böyle bir geçiş döneminde boş bulunmamak için, çevrelerini sürekli kolluyorlar… Meclis’te eğilim kime doğru?.. Kimin Atatürk’ün yerine geçme ihtimali var?
Meclis ibresi, İsmet Paşa üstünde titreyerek duruyor. Fakat İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı olmasından tedirgin olan kişiler de var… Bunlar Atatürk’ün yakın çevresini paylaşan kişiler… Kendi çevreleri de boş değil… Belki bu çevreler kendilerine Atatürk’ün yerini dolduracak kişinin “kendileri” olduğunu bilip fısıldıyor!
Bu durumda, bu insanlar için sıkıntılı bir bekleyiş başlar. Atatürk Hükümet’lerinin sürekli İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras, bunların başında geliyor. Sürekli tetikte; sürekli “ne olacak, yerine kim gelecek” sorularının cevapları altında ezik…
Celâl Bayar Başvekil ama İsmet Paşa’ya rağmen başvekil…
Bağışlaması az İsmet Paşa, Atatürk’ün yerine geçerse, Bayar’ın işi zor!.. Bir kere, İsmet Paşa’nın rızası olmadan kabineye girmiş… Daha sonra, kabinenin ekonomi politikasını temelinden değiştirip, kendi görüşüne uygun bir politika izleyerek, İsmet Paşa ve değişikliğinden zarar gören kişiler, böyle bir değişiklikte Bayar’a rahmet okumayacaklar!..
Eğer bir kabinenin Başvekili, İçişleri Bakanı ve Dışişleri Bakanı huzursuz ise Kabine de “huzursuz” demektir.
Peki, Türkiye Büyük Millet Meclisi?..
Huzursuzdur.
Huzursuzdur; çünkü Milletvekillerini Atatürk seçmiş, listeye almıştır ama CHP Başkanvekili ve Başvekil İsmet İnönü ile CHP Genel Sekreteri ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’da alınmalarına “muvafakat” etmişlerdir! Atatürk, arkadaşlarından birinin itiraz ettiği kimseleri aday listesine almazdı. Bu yüzden Milletvekilleri bu üç etkili dorukla uyum içinde değilseler hepsiyle birden hiç olmazsa “yakın” olmaya özen gösterirlerdi. Bu koşullar altında TBMM ‘de, yaşayan üç grup vardı ve bunlar uyum içinde yaşar giderlerdi.
İsmet İnönü’nün Hükümet’ten uzaklaştırılması, bu dengeyi bozdu; İsmet Paşa’yı tutanlar arasında bir panik yaşandı. Bazıları Atatürkçülere yanaştı; bazıları Celâl Bayar’la olmayı denediler; bazıları Şükrü Kaya’nın oltasına düştü; fakat yine de TBMM ‘de, İsmet İnönü’yü tutan ve bunda direnen küçük bir grup Refik Saydam’ın çevresinde kaldı.
Hemen üstte sözünü ettiğimiz bu gruplaşmalar, kişisel kaygılardan beslendikleri için, statik durumdaydılar; fakat en büyük gruba sahip Atatürk, devasız bir hastalıkla yataklara serilince durum başkalaştı. Şef değişeceğine göre, yeniden yuvalanmak lazımdı! İşte bu sırada elini çabuk tutanlardan biri, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya idi.
İsmet İnönü’nün yıldızı sönmüştü! Şükrü Kaya, hem CHP’nin Genel Sekreteri, hem İçişleri Bakanı, hem de Atatürk’ün itibar ettiği yakın arkadaşı idi ve hem Hükümeti hem de Parti’yi kontrol ediyordu! 1938 Eylül sonlarında ve Ekim ayının başlarında Meclis’te en güçlü grup Şükrü Kaya grubu idi. Çünkü Milletvekilleri arasına, Meclis’in yenileneceği söylentisi salınmıştı; bu durumda hasta olan Atatürk’ten de, makamından uzaklaştırılmış İsmet İnönü’den de hayır yoktu. Yeni Başvekil Celâl Bayar da Şükrü Kaya ile iyi ilişkiler içinde görülüyordu; öyleyse yeni bir seçimde tekrar Meclis’te görülebilmenin yolu Şükrü Kaya grubu içinde görülmekteydi.
Bu grupların sayısal gücü kesin biçimde hiçbir zaman belli olmamıştır. Çünkü bu gruplar, bir fikir formasyonu değil, bir çıkar formasyonu ve çıkarlar kişisel yakınlıklarla oluşuyordu. Daha sıcak ilgi gördüğü grup ise tercih ettiği grup oluyordu.
1938 yılı Ağustos ayının ikinci yarısı, Atatürk’ün iyice güçten düştüğü ve ölüme yaklaşmakta olduğunu kendisinin idrak ettiği günlerdir. Doktorlar bile hastaya moral vermek için kendilerini zorluyorlar, ama “kesin Konuşmamaya” dikkat ediyorlardı. Bu durumda olan bütün hastalar gibi, Atatürk de arkasında bir kargaşa bırakmak istemiyor, çevresinden gelen bazı teklifleri değerlendiriyordu.
Atatürk’ün geniş bir çevresi vardı ama hastalığı yüzünden bu çevre “yakın çevre” haline dönüşmüştü. Yakın çevrede; Başvekil (Başbakan) Celâl Bayar, İçişleri Bakanı ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, hükümet çevresinden Salih Bozok, Kılıç Ali, Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak, gibi kimseler vardı. Son haftalarda, İsmet İnönü çevresi ile de sıcak ilişkileri olan Kazım Özalp, Atatürk’ün çevresine girmeyi başarmıştı.
Atatürk’ün çevresi (yakın çevre), İsmet Paşa “affedilmiş, faktöründen” rahatsızdı. İsmet Paşa, Başbakanlıktan çekilmiş ama bir kenara çekilmemişti! Kendisini halka unutturmamak için, yürüyerek Meclis’e Anadolu Kulübü’ne geliyor; sezdirmeden milletin hafızasında canlı kalmaya çalışıyordu…
Atatürk’ün son günlerine gelmiştik. Birinci komadan çıkmış, fakat karaciğer yeniden su toplamaya başlamıştı. Bu yüzden sürekli ıstırabı vardı. Durmadan suyun alınması için doktorları sıkıştırıyordu. Doktorlar da su ne kadar geç alınırsa, sonucun o kadar iyi olacağında hemfikirdiler. İşte bu günlerin birinde Bakanlar Kurulu, TBMM Başkanı Abdülhalik Renda’yı davet ederek Dolmabahçe sarayında toplandı.
Şimdi yapılan bu toplantıyı dilerseniz Atatürk’ün son başvekili Celal Bayar’dan dileyelim:
…”Yapılacak bir şey kalmamış, tıp ilmi, Atatürk’ün hayatından ümidi kesmişti. Aldığımız bütün bilgiler bunu teyit ediyordu. Başvekildim. Hükümet olarak Büyük Millet Meclisi’ne sorumlu idim. Her hafta Cuma günleri İstanbul’a gidiyor, Atatürk’ü ziyaret ediyor, yakın bilgi sahibi olduktan sonra Pazar günleri Ankara’ya dönüyordum.
Bu ziyaretlerim, bütün hastalığı süresince devam etti. Eğer hafta arasında umulmadık bir gelişme olursa, ziyaret günlerimin değiştiği de oluyordu. Gittiğim çoğu günlerde kendisini, rahatsız edilemeyecek kadar hasta bulduğum için hükümet işleri üzerinde gerekli istişareleri yapamıyordum. O’nun imzasını gerektiren işlerde güçlük çekmekteydim.
Anayasanın 33. maddesine göre, Cumhurbaşkanı, işleri göremeyecek kadar rahatsızlandığı zaman, kendisine Meclis Başkanının vekâlet etmesi gerekti. Gerçekte Atatürk, komaya girip çıkan ağır bir hasta idi. Ancak, Atatürk gibi bir insanın sağlığında, yerine Meclis başkanının vekil olarak vazifeye başlaması, memleket içinde ve dışında büyük yankılar yapabilirdi. Ayrıca, Atatürk’ün komadan kurtulması halinde, yerine vekilinin işe başladığını duyması, hastalığını daha da şiddetlendirir ve bu O’nun ölümüne sebebiyet verebilirdi. Oysa bu ağır hastalıkta tek ümit, moral gücü idi.
Bana telefonla Ata’nın yeni bir komaya girdiğini bildirdiler. Hemen İstanbul’a gittim. Durumu, bu defa büsbütün vahim görünüyordu. Sorumluluğu bir başına taşımamak ve durumu Bakanlar Kurulu kararına bağlamak üzere, Meclis Reisinin ve Bakanların İstanbul’a gelmelerini rica ettim. Maksadım, Atatürk’ün durumunu kendilerine göstermek ve bu konuda bir karar vermelerini istemekti.
Geldiler.
Meclis Başkanı Abdülhalik Renda ve Bakan arkadaşlarım, Dolmabahçe Sarayı’nın Başyaver odasında toplandık. Toplanma sebebini anlattım. Anayasa’nın emirlerini, vekilin vazifeye başlamasının muhtemel mahzurlarını saydım. Ve kendilerine bir teklifte bulundum.
Dedim ki:
Bu anlattığım sebeplerle Abdülhalik Beyin vazifeye başlaması bazı mahzurları ihtiva ediyor. Hükümet olarak biz de bazı günlük işleri yürütmekte ve derin çalışmalar için istişare etmekte güçlük çekiyoruz. Bunları telif etmek mümkün değil. Bugüne kadar işleri şahsi sorumluluğum altında yürüttüm. Bugün birlikte bir karar alarak, bundan sonraki işlerin ortak sorumluluğumuz altında yürümesini istiyorum.
Teklifim şudur:
Eğer uygun bulursanız, bugüne kadar idare ettiğimiz gibi, bundan böyle de işleri vekilsiz yürütelim. Ben, başvekil olarak hiçbir büyük icraata girişmeyeceğime size söz veririm. Ancak resmi hayat durmaz. Günlük, büyük-küçük işler vardır. Onları yürütelim.
Bu esasta mutabık kaldık. Böylece, komadaki Atatürk’ün yanı başında son Bakanlar Kurulu toplantımızı yapmış, nefes alıp verdiği sürece kendisine vekil göstermeyi şanına yakıştırmadığımızı karara bağlamıştık.”
Atatürk’ün başı ucunda yapılan son kabine toplantısı hakkında Bayar’ın anlattıkları burada bittiğini belirtiyor İsmet Bozdağ ve devamla, (—)”Ancak bu konuşmaların ve kararın ardından geçmiş bir telefon olayı vardır ki, bunu da biz anlatarak tamamlayacağız. Kılıç Ali tarafından anlatılan ve Kazım Özalp ile Celal Bayar tarafından daha sonra teyit edilen olay şudur diyor eserinde:
(—)”Kabine toplantısı sona ermişti. Bakanlar birbirleriyle görüşüyor, kahve içiyorlardı. Başvekil Celal Bayar da Meclis Başkanı Abdülhalik Renda kolundaki saatine baktıktan sonra Bayar’a:
…”Ankara’ya bir telefon edebilir miyim,” dedi.
Bayar:
…”Rica ederim, emrinizdedir,” deyince ayağa kalktı ve santralin yerini sordu.
İlgililer Meclis Başkanını Saray’ın Santral Odası’na götürdüler. Burada Abdülhalik Renda telefon memuruna bir numara söyledi. Bu, İsmet İnönü’nün telefon numarası idi. Hemen bağladılar. Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, davet edildiği toplantının bittiğini İnönü’ye söyledikten sonra:
…”Normal bir toplantı. Düşünüldüğü gibi değil efendim, geldiğimde arz ederim,” deyip telefonu kapattı. “
Bozdağ; (—)”bu konuşmadan anlaşılıyor ki İnönü, İstanbul’da, Meclis Başkanının da katıldığı bu kabine toplantısından kuşkuya düşmüş, belki de Cumhurbaşkanı adayının bu toplantıda tespit edileceğini veya Atatürk’e, kendisine bir halef seçmesi tavsiye edileceğini, böylece Meclis’e bir emrivaki ile gelineceğini sanmıştı.”
Kim Cumhurbaşkanı Olacak?
Bu ilginç hikâyeyi, İsmet Bozdağ’ın kaleminden yine günün en yetkili insanından, Celal Bayar’dan dinleyelim. Başvekil Celal Bayar bu konuda yaptığı temas ve yoklamaları anlatırken diyor ki:
…”Atatürk’ün durumu vahim ve ümitsizdi. Artık ölümün ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Yeni bir Atatürk bulmanın imkânı olmadığını biliyordum. Ama yeni bir Cumhurbaşkanı bulmamız ve Cumhurbaşkanı’nın hiç bir politik ve sosyal sallantıya yer vermeden başlamamız lazımdı.
Atatürk’ün değer verip saygı gösterdiği insanlardan biri, o zamanki Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’tı. Kendisiyle bu konuda istişare etmeye karar verdim.
Mareşal Sayın Fevzi Çakmak’ı makamıma davet ettim. O da benim gibi Atatürk’ün hastalığını yakından takip ediyordu. Son durumumu da kendisine anlattım. Dolmabahçe Sarayı’nda, Atatürk’ün yanı başında yapılan Bakanlar Kurulu toplantısını ve orada alınan kararı açıkladım.
Sonra:
-Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz, dedim. Kimin cumhurbaşkanı olmasını uygun görürüsünüz?
Duraklamadan hemen cevap verdi:
-Emrinizdeyim!
Böylece, Atatürk ordusunun başında bulunan zatın fikrini yoklamıştım. Hükümet ve Meclis’in emrindeydi.
Atatürk’ün vekili olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı idim. Bu sıfatımla Parti’nin eğilimlerini yakından biliyordum. Bu itibarla siyasi parti olarak, böyle nazik bir konuyu istişare etmeye lüzum görmedim. Ancak İçişleri Bakanlığı, memleketin en büyük idare teşkilatını temsil ediyordu. Geniş bir istihbarat kadrosu ve istihbaratı vardı. Ayrıca, iç huzurun başlıca sorumlusu idi. Onunda bir ara fikrini yoklamakla fayda gördüm.
Hemen o günlerin birinde, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya durumu açtım:
Siz de son kabine toplantısı sırasında gözlerinizle gördünüz, Atatürk’ün durumu maalesef ümitsizdir. Devletin sorumlu insanları olarak yokluğuna hazırlanmalıyız. Bu itibarla, Atatürk’ün Anayasa gereğince işgal ettiği devlet makamına, yine Anayasa gereğince bir Cumhurbaşkanı seçmemiz gerekli. Bu makam için parlamento çevresinde milletvekillerince İsmet İnönü’nün düşünüldüğünü görüyorum. Bizim vazifemiz, milli iradenin serbestçe tecellisini sağlamaktır. Şu halde İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı olacak, demektir. Siz nasıl karşılıyorsunuz?
Benim bu sözlerimde, esas fikrimi öğrenen Şükrü Kaya, hâlâ unutamadığım, büyük bir heyecan gösterdi. Gözleri yaşardı, ayağa fırlayarak:
-Bu kararınızdan dolayı verin, elinizi öpeceğim, dedi.
Ve bütün uğraşmalarına rağmen, elimi öpmeden beni bırakmadı. O kadar sevinmiş, o kadar ferahlamıştı. ( Şükrü Kaya’nın bu heyecanında hayatını kurtarmış olmasının sevinci görülüyor. Bayar, kendi takımından kopuyor ama arkadaşlarına şüpheli zafer yerine güvenli hayat garantisi getiriyordu.)
Ben zaten, Milli iradeyi pürüzsüz bir şekilde tecelli ettirmek noktasındaki kararımı çoktan vermiştim. Ordunun ve İdarenin başında bulunan arkadaşlarımla da bu istişareyi yaptıktan sonra, tam bir huzura kavuştum. Bu suretle Atatürk’e son hizmetimi gerektiği gibi yapıyordum. Çünkü Atatürk, milli bütünlüğe ve milli huzura daima en yüksek kıymeti vermiştir. Ölümü dolayısıyla kopacak en küçük huzursuzluk, eminim ki onun ruhunu kıyamete kadar ta’zip edecekti.”
Celal Bayar’ın Başvekil olarak yaptığını söylediği “yoklama ve temaslar” burada bitiyor.
Buna karşılık, İsmet Paşa karargâhının kurduğu istihbarat şebekesi, bu yoklamalardan sızan haberleri öğrenmekte gecikmedi. Ancak İnönü ve Kurmayları, bu kararın değişmeyeceğine, aynen uygulanacağına pek inanamıyorlar, hazırlıklarını dikkatle sürdürüyorlardı. Hükümet gerçekten de geceli ve gündüzlü, sıkı bir çalışma halindeydi. Halkın ruhiyatını hazırlamak için radyolarda Atatürk’ün hastalık gidişi sık sık, tebliğlerle duyuruluyor, gazetelerden bu konuda hiçbir yorum yapılmaması önemle rica ediliyordu. Buna rağmen İstanbul’da Vakit gazetesi, …”Atatürk’ün ufûlü halinde İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı seçileceğini” yazmış ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’dan ağır bir ihtar almıştı…
Şükrü Kaya:
…”Siz, Büyük Millet Meclisi misiniz?
Kimin seçileceğini bilmek hakkını nereden alıyorsunuz?
Parti grubu başka bir namzet gösterir, Meclis başka bir zatı cumhurbaşkanı seçerse, kabul etmeyecek misiniz?
Bu mevzuda yaptığımız ricaları, memleketin şu nazik günlerinde takdir etmediğinizi bilmekten derin şekilde üzüldüm. Gazetenizi kapatmayacağım, fakat size teessüf ederim.”
Ama yine rotatifler dönüyor, halk gazeteleri sabırsızlıkla bekliyordu. Gazetesini açan vatandaşın sorduğu iki şey vardı:
(—)”Atatürk nasıl?”
(—)”Ölmüşse, yerine kim cumhurbaşkanı olacak?”
Yurdun ve dünyanın gözü Ankara’daydı. 10 Kasım günü Ankara Radyosu öğle yayında “Büyük Kayıp”ı, hıçkırıklarını zor tutan Türkiye Radyo spikerlerinden olan Baki Süha Edipoğlu’nun sesiyle bildirilmiş ve yer yerinden oynamıştı: …”Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin resmi tebliğidir. Müdavi ve Müşavir tabiplerin neşredilen son raporu Atatürk’ün dünyaya gözlerini kapadığını bildirmektedir.”
İnsanlar, sel gibi sokağa dökülmüşlerdi. Herkes birbirinin boynuna acı ile sarılıyor, sonra birbirlerine soruyorlardı:
(—)”Şimdi ne olacak?”
Bu sorunun anahtarı Başvekil Celal Bayar’da idi diyor İsmet Bozdağ; (—)”Onun tutumu, bu kader gününde Türkiye’nin geleceğini tayin edecekti. Başvekil, 10 Kasım sabahı İstanbul’a gelmiş, Ata’sına son ta’zimi yaptıktan sonra hemen özel bir trenle Ankara’ya hareket etmişti. Tren, gece yarısına doğru, yani tam 23.30 da gara girdi. Garda, Cumhurbaşkanı Vekili ve Büyük Millet Meclisi Başkanı Abdülhalik Renda, Mareşal Fevzi Çakmak, eksiksiz bütün Bakanlar, Generaller, Bakanlık Müsteşarları ve Umum Müdürler bekliyorlardı; İsmet İnönü gelmemiş (!), Özel Kalem Müdürünü göndermekle yetinmişti. Ayrıca Kordiplomatik, topluca merasim salonunda bulunuyorlardı.
Başvekil kederli, fakat vakurdu. Gelenlerin ayrı ayrı ellerini sıktıktan ve karşılıklı kısa taziyet sözleri konuşulduktan sonra, merasim salonuna geçti. Burada da yabancı diplomatlar arasında kısa bir süre bulundu. Sonra Abdülhalik Renda ile birlikte Büyük Millet Meclisi’ne gitti.
Renda ile Meclis Başkanlığı odasında 20 dakika kadar konuştu. Ardından Büyük Millet Meclisi’nde Bakanlar Kurulu’nu topladı. Bakanlar Kurulu’nda bir gece önce Celal Bayar’ın evinde yapılan Bakanlar Kurulu gereğince, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Parti grubunu 11 Kasım sabahı toplantıya çağırmış, Meclis Başkanı da Büyük Millet Meclisi’ni aynı gün ve saat 11’de içtimaa davet etmişti. Başbakan Celal Bayar ne Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı vekili Renda’ya ne de Bakanlar Kurulu’na, “Cumhurbaşkanı namzedi” üzerine bir açıklamada bulunmuştu.
Kabine toplantısı, sabaha yakın saatlerde sona erdi. O gece Ankara’da bütün dünyayı temsil eden Kordiplomatik, Türk milletini temsil eden Milletvekilleri, yurt ve dünya basını, sabaha kadar gözünü kırpmadan Bakanlar Kurulu’nun dağılmasını bekledi. Çünkü yurt ve dünya, Cumhurbaşkanı adayının adını öğrenmenin sabırsızlığı içindeydi. İsmet Paşa’nın da o geceyi uykusuz geçirdiğini söylemeye lüzum yoktur. Fakat Bakanlar Kurulu da dağılmış, ama “namzet” ortaya çıkmamıştı.
İsmet Paşa, parlamento çoğunluğunun kendisini destekleyeceğine güvendiği halde, yine de kuşkuda idi. Çünkü yıllar sonra hatıralarını anlatırken o geceye ait izlenimlerini, kendisine has üslubu ile şöyle özetleyecekti: …”Benim Cumhurbaşkanı seçilmem için, Atatürk’ün etrafında tereddütlü bir hava esmişti.”
Başvekil Bayar’ın 9 Kasım akşamı yaptığı son kabine toplantısına İsmet İnönü’yü “Malatya milletvekili” olmaktan başka hiçbir sıfatı bulunmadığı halde davet etmiş olmasını dahi, yeterli teminat görmediği anlaşılıyor.
Bayar, o gece evine gitti. Bir iki saat kadar dinlendi. Tıraş oldu, elbiselerini değiştirdi ve saat tam dokuzda Cumhuriyet Halk Partisi grubu toplantı salonuna gitti. Başkanlık kürsüsüne çıktığı zaman yüzü kederli, uçuk, fakat güvenliydi. Dolu ve vakarlı bir sesle:
…”Muhterem arkadaşlar, dedi. Hayatımın en güç vazifesini yapmak için huzurunuzda bulunuyorum. Devletimizin cumhurbaşkanı, partimizin genel başkanı, milletimizin önderi, Yeni Türkiye devletinin kurucusu ve yaratıcısı “Büyük ve Aziz Atatürk’ümü” dün sabah Dolmabahçe Sarayı’nda saat 9’u 5 gece fâni hayata gözlerini yummuştur. Mahzun yüreklerimizde sevgisi, düşüncelerimizde fikirleri ve idealleri ebediyken payidar kalacak olan Büyük manevi huzurunda sizleri 5 dakika ayakta sükûta davet ediyorum.”
322 Milletvekili ayaktaydılar. Derin sessizliği tutulamayan hıçkırıklar deliyordu. 5 dakika sonra herkes eski yerine oturmuştu.
Bayar konuştu:
…”Muhterem gurubunuz, reisicumhur namzedini seçmek için toplanmıştır. Reylerinizi serbestçe kullanacaksınız! Herkes, istediği namzedi yazsın, en çok rey alan, Umumi Heyet de namzet gösterilecektir!”
Milletvekilleri derin bir soluk aldılar. Celal Bayar, parti genel başkanı olarak namzet göstermediği, son dakikaya kadar kimi destekleyeceğini açıklamadığı için, gruplar hiçbir hareket yapamamışlardı. Böylece namzet kampanyasız, kulis siz, dedikodusuz, sadece vicdanlara dayanan bir seçim mekanizması işliyordu. Grupta zaten etkili bir itibarı olan Celâl Bayar, bu hareketiyle bütün kalpleri hayranlıkta doldurarak kendisine bağlamıştı.
Oylar sayıldı. 323 oyun 322’sini İsmet İnönü toplanmıştı. Yalnız, İsmet İnönü’ye oy vermek istemeyen Manisa milletvekili Hikmet Bayur, oy pusulasına Celâl Bayar’ın ismini yazmıştı. (Not: İntihaba 348 arkadaş iştirak etmiştir. Malatya mebusu İsmet İnönü, 348 reyle ve müttefikan reisicumhur intihap edilmiştir.”)
Uzun alkışlarla noktalanan bu sözlerden sonra Renda, yeni Cumhurbaşkanını Meclis’e getirmek için oturumu 20 dakika tatil etti. 20 dakika sonra yeni Cumhurbaşkanı, uzun ve heyecanlı alkışlar arasında kürsüde idi. Anayasanın 38. maddesi gereğince milletvekillerinin karşısında görev yemini yapıyordu. İsmet İnönü, yeminini bitirdikten sonra, Cumhurbaşkanı olarak ilk nutkunu verdi.
İnönü, önce Atatürk’ün vakitsiz ufûlünden duyduğu kederi dile getirdi, unutulmaz hizmetlerini saydı ve İnkılaplarının bekçisi olduklarını da belirledikten sonra; devletin güvenlik içinde payidar olacağını, milletin eşit şartlar altında ve huzur içinde yaşayacağını söyledi ve yürüteceği yönelimi de şöyle özetledi: …”Cebre varmayan Otorite, anarşiye varmayan Hürriyet.” Yeni Cumhurbaşkanı’nın millete vaadi buydu. ( …”Büyük Türk milletinin muhterem vekilleri, Arkadaşlığınızla müftehir olan, şerefli vazifenizde kendi nefsi için bahtiyarlık bulan bu arkadaşınıza Devletin en yüksek vazifesini tevdi etmek teveccühünü gösterdiniz. Sizlere şimdiden çok samimi şükranımı takdim ederim. Omuzlarımda hissettiğim ağır vazifeyi ifa ederken, tek istinadım, Büyük Türk milletinin itimadı ve bunun sizin dilinizden ifadesi olacaktır (Alkışlar, Allah muvaffak etsin sesleri.) Bu anda Atatürk’ün hatırası teselli bulmaz acılarla dolu olan kalbimizin aziz timsalidir. Atatürk’ün fevkalâde hizmetlerini bugünkü Türk Devleti’nin bünyesinde tam ve temiz eserler olarak tecessüm etmiş görüyoruz (Alkışlar.) Kadir bilen ve büyük evlat yetiştiren milletimizin yüreğinde, (Kemal Atatürk) adı, sevgi ve hürmet içinde yaşayacaktır (Şiddetli alkışlar.)“
Milletvekilleri ve Kordiplomatiğin tebriklerini de kabul ettikten sonra, Celâl Bayar, yeni Cumhurbaşkanı’na, kabinesinin istifasını sunmak için Cumhurbaşkanlığı Salonu’na girdi. İnönü, Bayar’ın girdiğini görür görmez, hızla yürüyerek kapıya geldi ve iki elini birden uzatarak: …”Çok teşekkür ederim Celâl Beyefendi, buyurun” dedi.
Cumhurbaşkanı İnönü, Bayar’ın elini bırakmadan yürüyordu. Kanepenin önüne gelince, Bayar’ı oturttu. Kendisi de samimi bir şekilde yanına oturdu. Bayar, Cumhurbaşkanı’nın sağına oturtulmuş olduğunun farkına vardı, münasip bir şekilde yer değiştirmek istedi. Fakat İnönü iki eliyle engel olarak: …”Böyle daha iyi Celâl Beyefendi,” dedi.
Bayar:
…”Rica ederim.”
Celâl Bayar, protokol bakımından gerekli birkaç söz söyledikten sonra, İnönü’ye kabineni istifasını sundu. İnönü’de istifa mektubunu aldıktan sonra: …”Hemen yeni kabinenizi teşkil etmeye başlayın Celâl Bey”dedi.
Böylece kendisini tekrar Başvekil seçtiğini anlatmış oluyordu ama Bayar özür diledi ve:
…”Beni bağışlayınız Paşam!.. Çok yorucu günler geçirdiğimizi takdir buyurursunuz. Samimiyetle söylüyorum, yoruldum. Dinlenmeye ihtiyacım var.”
Ama İnönü kesin bir dille: …”Olmaz, dinlenmenin sırası değil. Beraber çalışacağız,” dedi.Sonra Bayar’ın tereddüt ettiğini görünce, gülümsedi ve: …”Hemen şunu da söyleyeyim. Ne kuracağınız Kabineye karışacağım, ne de Hükümet olarak yapacağınız işlere. Rahat olacaksınız. Başvekil olarak devam ediniz…”
Bayar, daha fazla direnemedi. Kendisinin o günler için Başvekil olmasında zaruretler olduğunu biliyordu. Dünyanın ve memleketin şartları bunu gerektirmekteydi. Eğer Başvekilliği kabul etmezse, yalnız kendisini düşünmüş olacaktı. Bunun üzerine:
…”İtimadınıza teşekkür ederim,” dedikten sonra:
…”Öyleyse kabineyi hemen kurup itimat oyu almak için Meclis’in karşısına çıkmalıyız. Yeni bir program hazırlamayı düşünmüyorum. Başladığımız işleri yürütürüz.”
İnönü içtenlikle Bayar’ın sözlerini tasvip etti. Sonra sözü başka konulara aktararak birdenbire hatırlamış gibi konuştu: …”Şükrü Kaya ile Tevfik Rüştü gerçekten çok yorgun düştüler. Uygun bulursanız onlar bu sefer biraz dinlensinler.”
Bayar, bu teklifin geleceğini biliyordu. Bunun arkasından başka tekliflerin de geleceğinden şüphe yoktu. Fakat şartlar, şahsi düşünceleri istikametinde harekete etmesine elverişli değildi. Nitekim yıllar sonra o günün izlenimlerini anlatırken Bayar şöyle diyecekti:
…”O gün, İsmet Paşa’nın Başvekillik içinde başkalarına angaje olduğunu biliyordum. Kendisine göre bir “takım” düşünüyordu. Verilmiş sözleri vardı. Benim için de, kendisi için de en doğru şey, başvekilliği kabul etmememdi(!). Ancak, ne dünyanın, ne de memleketin şartları buna elverişli idi. Bu intikal devrinin sarsıntısız geçmesi için birlik ve beraberlik içinde görünmemiz şarttı. İçte bütünlüğün, dışta itibarın bölünmemesi, yekpare kalmamıza, hiç değilse görünmemize bağlı idi. Devletin geçmekte olduğu dar boğazda kendimi düşünemezdim. Onun için, ilk uygun yerde emaneti sahibine teslim etmek üzere, yeni Cumhurbaşkanı’nın bu ilk arzusuna, peki dedim.”