İnsanlık değerlerine içten ve büyük saygısı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, yapıcısı olduğu Türk İnkılabını ifade ederken, …”Bu inkılap, yüksek bir insani ülkü ile birleşmiş vatanseverlik eseridir. Çocuklarına bütün güzellikleri ve bütün büyüklükleri görmek ve aynı zamanda bütün sefaletlere acımak sanatını öğretmektir” diyordu. Atatürk, yarattığı inkılabın imanlı bir yapıcısı sıfatıyla bütün dünyaya sevgi ve dostlukla bakıyor ve Ermeni Sorunu üzerine 1 Mart 1922 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin I. Devre, III. Toplantı yılını açılış söylevinde:
-…”Ermeni sorunu denilen ve Ermeni ulusunun gerçek çıkarlarından çok kapitalistlerin ekonomik çıkarlarının yerine göre çözümlenmesi istenilen sorun Kars Antlaşmasıyla en gerçek çözüm yolunu buldu. Yüzyıllardan beri dostça yaşayan iki çalışkan halkın iyi ilişkileri memnunlukla belirtilmeli ki, yeniden kurulmuş oldu.” demiştir. (Kars Antlaşması: Kazım Karabekir Paşa’nın temsil ettiği Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti ile Kafkas Cumhuriyetleri (Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan) arasında imzalanmıştır. (13 Ekim 1921)”
Atatürk’ün, üstteki ifadesi oldukça açık ve net olduğu halde, TBMM’nin tam da açılış yıldönümünün 101.’nci yılında;
20 Ocak 2021 tarihinden itibaren Amerika Birleşik Devletleri Federal Hükümeti Başkanlığı görevini sürdüren Joe Biden, …”Osmanlı İmparatorluğu döneminde “1915 yılındaki Ermeni tehcirini soykırım olarak niteleyen” asılsız bir ifadesi gerek Türk toplumunu gerekse Ermeni ulusunu derinden üzmüştür. (1981 yılında aynı sözcüğü Ronald Reagan da kullanmıştır.)
Ermeni Tehciri Nedir?
“…Ermeni tehciri, Doğu Anadolu’daki Ermenilerin, Osmanlı devletinin sorunsuz bölgesi olan Suriye, Beyrut gibi Güney’deki vilayetlerine göç ettirilmesi olayıdır.
Bu konuda Ermenistan’ın ilk başbakanı Ovanes Kaçaznuni’nin raporunda, …”Ermeni çetelerini ve Ermenilerin yaptıklarını açıklamakta ve hatalı hareket ettiklerini belirtmektedir.” (Bakınız: “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok”, Kaynak Yayınları, 2006)
Prof. Dr. Stanford J. Shaw, 1977 yılında, …”1915’te Ermeni soykırımı olmamıştır (!), tarihte böyle bir şey yoktur(!)” dediği için ABD’de Ermeniler tarafından ölümle tehdit edilerek evi bombalanan önemli bir tarihçidir. Emekliliğinin ardından 1999’dan itibaren son yıllarını Türkiye’de geçirdiği dönem içerisinde Bilkent Üniversitesi’nde Osmanlı Tarihi dersleri vermiş, 2006’da İstanbul’da vefat etmiştir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ermeni Sorunu” üzerine 1921 ve 1922 yıllarında yapmış olduğu açıklamalar ki kendi ifadesiyle “kesin belgelerle elimizdedir, bilinmektedir.” Kaldı ki, 24 Eylül 1919’da Amerikalı General (Korgeneral) James Harbord’a “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Kuruluş Sebepleri ve Teşkilâtı – Son durum – Ermeniler (Ermeni Sorunu) ve Amerikan Yardımı” üzerine uyarı (Muhtıra) yazısında “Ermeni Sorununa” belgelerle açıkça ifade etmiştir.
Atatürk’ün 24 Eylül 1919’da Amerikalı General (Korgeneral) James Harbord’a, …”Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918 mütarekesini imzaladığı zaman cemiyetimiz henüz kurulmuş değildi(!)” sözleriyle başlayan muhtırasının Ermeni Sorunu ile ilgili ifadesini “Madde VI – VII” aşağıya alıntılıyorum:
Madde VI:
-…”Merkezi Erivan olan Ermeni Cumhuriyetine karşı düşmanca hiçbir niyetimiz yoktur. Bugün için cemiyetin bu devletle hiçbir münasebeti yoktur ve alâkalanmamaktadır. Bu devlet hakkındaki bilgimiz söylentiler ve dolayısıyla elde edilen malûmata dayanmaktadır. Bununla beraber hakikat olan şu kadarını biliyoruz ki bu yeni devletteki Ermeniler, Ermeni müfreze kumandanının emirlerine binaen Müslüman unsuru imha etmek üzere faaliyette bulunuyorlar. Bu emirlerin suretlerini gözlerimizle gördük. Erivan’daki Ermenilerin Müslümanları imha siyaseti güttükleri ve bu kanlı vahşet dalgasının sınırlarımıza kadar genişlediği sınırlarınızın öbür taraftan kaçan sayısız Müslümanla dolu olmasıyla da teyit edilmiş oluyor. Diğer taraftan Erivan Hükümeti sınırın bu tarafında top ateşi açmak suretiyle doğrudan doğruya tahrik faaliyetlerine de başvurmuştur.
İngilizler bu hareketlerin cereyanı esnasında bir yandan Ermenilerin Müslümanlara karşı tutumlarım teşvik ettiler, hatta onları bu mevzuda kışkırttılar, diğer taraftan Ermenilerin tecavüzlerini bize sayıp döktüler ve bunları tahammül edilemez hareketler olarak tasnif ettiler ve bu komşu devlete saldırarak misillemede bulunmağa bizi zorladılar. Fakat biz hakikatin kendini göstereceğinden emin olarak Ermeni tahriklerine tahammül ettik ve İngilizlerin öfkelerini fark etmemiş göründük. Hakikaten bizi Ermenilere saldırmağa teşvik eden ve bu suretle kendi bölüklerini o topraklara gönderebilmelerini sağlayacak bir vasat yaratmağı plânlayan İngilizlerin tutumlarını meydana çıkarabileceğimizi düşündük, İngilizlerin bütün bu manevraları Kafkasya‘yı boşaltmaları mecburiyetini hissettikten sonra onların subay ve temsilcileri tarafından başlatıldı.
Azerbaycanlılar ve Erivan Ermenileri arasında çarpışmalar olduğunu işitiyoruz. Bunun sebebinin Ermenilerin Azerbaycan ve Gürcistan arasında İngiltere’nin himayesinde olan ve güneye doğru zorlayan “Denikin”’e karşı imzaladıkları ittifaka iştirak etmeği reddetmeleri olduğunu tahmin ediyoruz. Erzurum ve Van‘daki Müslümanların ve bilhassa sınır mıntıkalarında yaşayanların; Ermenistan‘da cereyan eden katliama dair her gün aldıkları haberler ve ölümden kaçan ve ağlanacak vaziyette olan mültecilerin manzarası karşısında büyük heyecana kapılmaları çok normaldir. Galeyanın artmasına bir sebep de Ermenilerin sınırlarımız dışında top ateşi tatbikatı yapmalarıdır. Fakat bizim teşkilatımız bunları yatıştırmakta muvaffak olmuş, her türlü şiddetli reaksiyon ihtimali bertaraf edilmiştir.
Madde VI:
Ermenistan‘daki bahtsız Müslüman halkın yardımına gitmekten ve Azerbaycan Müslümanlarıyla teşriki mesai etmekten çekinerek bütün faaliyet ve hedeflerimizi anavatanın ve milletin şimdi çizilen hudutlar içinde istikbalini ve refahını garanti altına almak için hasretmeği zaruri görüyoruz. Hakikatte bize isnat olunan dört maddelik hareketlerin zararlı olduğuna kaniyiz. Sınırlarımızın dışındaki maksatlar için maddi ve manevi kuvvetlerimizi dağıtmakla sadece Anavatanın kalbi ve varlığımızın düğümü olan hilâfet ve saltanat makamının müdafaası için ihtiyacımız olan kuvveti zayıflatmış olacağımızı düşünüyoruz.
Yakın zamanlarda gözlerimizin önünde cereyan eden hadiseler bize mutedil telâkkilere bağlı kalmağı öğretti. Henüz sulhla neticelenmemiş olan umumi harp esnasında hükümetimizin başında olan zat Osmanlı kuvvetlerini Kafkasya‘nın zaptı, Azerbaycan hükümetinin kuvvetlendirilmesi ve Mısır‘ın geri alınması gayeleri uğrunda kullandı. Bu siyasetin sonucu olarak bizim hakiki vatanımızın can damarı olan halk epey kayba uğradı. Birçok verimli ve kıymetli topraklar bizden zorla sökülüp alındı ve hatta kendimize en son sınır olarak ayırdığımız yerlerden başşehrimiz ve memleketimizin İzmir, Antalya ve Adana gibi eşsiz bölgeleri yabancı işgali altındalar. Hâlbuki eğer harbe iştirak etmemiş olsaydık veya hiç değilse iştirak ettiğimiz halde kuvvetlerimizi haris emeller uğrunda harcayacağımıza akıllıca hâli hazırdaki sınırlar dâhilinde topraklarımızı müdafaa etmek üzere kullanmış olsaydık durumumuz halâ mağlûp insanlarınki olmakla beraber şimdiki vaziyetten farklı olacaktı. Her halükârda dört maddelik ithamın gayelerimizin bir parçası olduğu hakkındaki esassız haberlerin yayılması İngilizlerin bizim aleyhimizde yaptıkları iftiraların bir diğer misalidir…”
1977 yılında, …”1915’te Ermeni soykırımı olmamıştır (!), tarihte böyle bir şey yoktur(!)” diyen Prof. Dr. Stanford J. Shaw ve Ezel Kural Shaw, “Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye” adlı iki ciltlik ve daha sonra İngilizce olarak yayımlanan “From Empire to Republic” adlı 5 ciltlik eserinde; “Türk Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıç tarihini Kasım 1918” olarak gösterir:
…”Mustafa Kemal; Mondros Ateşkesi’nden hemen sonra İstanbul Hükümeti ile tartışma açması, Mondros Ateşkesi’nin koşullarına karşı çıkması, İskenderun limanına çıkacak olan İngiliz güçlerine engel olmak için silahla karşılık verilmesini emretmesi ve sonunda Ali Fuat Paşa (Cebesoy) ile görüşüp, ileri dönük direniş örgütü kuruluşunun ilk önlemlerini alması, “Türk Bağımsızlık Savaşı”nın tohumlarının atıldığını gösteriyordu.” Bu nedenle, Prof. Shaw, “İşgalin ilk günlerinde, Mustafa Kemal henüz Kilikya’dayken direniş başlamıştı (!)” demektedir.
Atatürk’ün 24 Eylül 1919’da Amerikalı General (Korgeneral) James Harbord’a, …”Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918 mütarekesini imzaladığı zaman cemiyetimiz henüz kurulmuş değildi(!)” sözleriyle başlayan muhtırasında “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Kuruluş Sebepleri ve Teşkilâtı”nın yer aldığı “Madde I” de …“Kilikya Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti” inden, “Madde II”de ise …”Kilikya‘da Müslüman ahali hakaret ve tecavüzlere” söz etmektedir:
Madde I:
-…”Bu cemiyetler içinde belli başlıları şunlardır:
-Erzurum Vilâyatı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti;
-Diyarbakır Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti;
-Kilikya Müdafaa-i Hukuku Milliye cemiyeti (bu cemiyet daha sonraları Müdafaai Hukuku Milliye ve Reddi İlhak Cemiyeti” adını almıştır.);
-Trakya ve Paşa Eli Cemiyeti (bu cemiyet Batı Trakya cemiyetleriyle birleşerek ―Trakya Cemiyeti ismini almıştır). Ayrıca İstanbul’da birçok cemiyetler kurulmuştu ki bunlardan “Milli Birlik Cemiyeti” en başlıcasıdır. Bu Cemiyetlerin hâli hazırda ki partilerle veya kurulmakta olanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Aksine her türlü siyasi gayeden tamamen uzaktırlar ve varlıklarını sadece memleket bütünlüğünü, millet ve devletin diğer haklarını koruma gayesine borçludurlar. Bunların hepsi aynı tesirler ve sebepler altında faaliyet göstermektedirler.”
Madde II:
-…”Bütün memlekette kurulmuş bulunan bu cemiyetlerin teşkilatlarını tamamen nizamlı ve asayişe uygun bir şekilde genişletmekle meşgul oldukları sırada-adalet ve hukuk prensiplerinin talep edileceği zamanı emniyetle bekliyorlardı- Yunanlılar İzmir’i ve civarını İtilaf devletlerinin himayesinde işgal ettiler ve bu vesileyle görülmedik mezalim yaptılar. Yunan askerleri ve onlara silâhlarla katılan mahalli Rumlar Müslüman halk arasında bir katliama giriştiler. Bu katliam sırasında memurlar, Osmanlı subay ve askerleri ve kendi halinde yaşayan halk ayırt edilmeden öldürüldüler ve Engizisyonvari çeşitli işkence ve vahşete tâbi tutuldular, insanlık hukuku her şekilde barbarca ihlâl edildi.
Tabiatıyla Müslüman halk arasında şikâyetler büyüktü. Yardım isteniyordu. İstanbul’un masum ve işkence altındaki Müslüman halkının bu sesi bütün memlekette akisler yaptı. Bütün millet Yunanlıların düşmanca, barbar hareketlerine karşı yekvücut olarak ayaklandı. Şehirlerde ve hatta köylerde toplantılar yapılıyor, İtilâf devletlerine ve bütün medeni âleme gözyaşları içinde yardım dileyen yüzlerce telgraf gönderiliyordu. Bütün milletin insan haklarına ve adalete dönüş yolunda yaptıkları ricalar işitilmedi. Aksine Yunanlılar harekât sahasını ilk mezâlimini devam ettirerek genişlettiler. İstanbul’da merkezî hükümetle birlikte hareket eden İngilizlerin baskı rejimi daha sert bir şekil aldı. Antalya‘daki İtalyan kuvvetleri arttırıldı. Kilikya‘da Müslüman ahali hakaret ve tecavüzlere maruz kalmağa devam etti ve Türk hükümetinin baskı altında tutulması için yeni, şiddetlendirilmiş tedbirler kullanıldı. İstanbul ve İzmir tarafından hareketleri idare edilen Yunan bölükleri Müslüman halka karşı tecavüzlerini arttırdılar. Bu nazik zamanda hiçbir zaman milletin his ve arzularını temsil etmeyen Ferid Paşa kabinesinden Paris‘e bir delegasyon yollaması istenmişti. Kongrede delegelerimizin karşılaştığı muamele Türkiye‘ye karşı kolayca benimsenen tahkir edici tavırlara eklenen bir yenisiydi.”
Yukarıda, Atatürk’ün 24 Eylül 1919’da Amerikalı General (Korgeneral) James Harbord’a, …”Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918 mütarekesini imzaladığı zaman cemiyetimiz henüz kurulmuş değildi(!)” sözleriyle başlayan muhtırasından söz etmiştim. Mondros Ateşkes Antlaşması, Türklerin belki de tarih boyunca imzaladığı en ağır şartları taşıyan bir antlaşmadır (!). Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sayfalarının içerisine gömülmesi, Anadolu’nun silahsız ve savunmasız bırakılması ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarının paylaşılmasının gerçekleştirilmesi isteniyordu. Atatürk, Mondros Ateşkes Antlaşması ile ilgili gerçeği şöyle ortaya koymuştur:
-…”Osmanlı hükümeti bu anlaşma ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeyi kabul etmiştir. Yalnız kabul etmiş değil düşmanların vatanı işgal etmeleri için onlara yardım etmeye de söz vermiştir… Bu anlaşma olduğu gibi uygulandığı takdirde, memleketin baştan sonuna kadar işgal ve istila edileceği şüphesizdir.” (Bakınız: Falih Rıfkı Atay, “Atatürk’ün Bana Anlattıkları”, Cumhuriyet Kitapları, 1998, Sf:79.)
30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesi imzalandığında Atatürk Mirliva rütbesiyle (bugünkü Tümgeneral), Suriye – Irak cephesinde Yıldırım Orduları Grup Komutanı idi. Osmanlı topraklarını terk eden Yıldırım Orduları Grup Komutanı Mareşal Liman von Sanders görevini Mustafa Kemal Paşa’ya bırakmıştı.
Mareşal Liman von Sanders komutayı devrederken tüm orduya gönderdiği ayrılış yazısında: …”Ordular Grubu’nun sevk ve yönetimini Mustafa Kemal Paşa’nın birçok savaşta şeref kazanmış güçlü ellerine bırakıyorum…” diyordu. (Bakınız: Liman von Sanders, “Türkiye’de Beş Yıl”, Cumhuriyet Kitapları, 1999, Sf:110.)
Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevini yüklendiğinde aslında, Suriye ve Filistin savaşları sonunda tükenmiş ve yıpranmış bir orduyu devraldığını çok iyi biliyordu. Ateşkes Antlaşması imzalanmıştı ama bu ordu ile ne yapılabilirdi?
Bu noktada ne düşündüğünü, daha sonra 1926 yılında Falih Rıfkı Atay’la söyleşisinde şöyle açıklamıştır: -…”Her şeyden önce elimin altında bulunan iki ordunun hazır ettiğim biçimde güçlendirilmesi durumunda bütün yıkımlara rağmen Türk sesini işittirebileceği düşüncesindeydim. Bu yolda işe başladım.” (Bakınız: Falih Rıfkı Atay, “Atatürk’ün Bana Anlattıkları”, Cumhuriyet Kitapları, 1998, Sf:11-18.)
İşte bu “işe başlama”, Kuvayı Milliye’nin ve Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın ilk önlemleridir. Bu sebepledir ki Ulusal Bağımsızlık Savaşı’mız genellikle 19 Mayıs 1919 tarihiyle başlatıldığı halde Prof. Dr. Stanford J. Shaw “Türk Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıç tarihini Kasım 1918” olarak göstermiştir: “İşgalin ilk günlerinde, Mustafa Kemal henüz Kilikya’dayken direniş başlamıştı (!)”
30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı, Savaş bakanlığı tarafından tüm askeri birliklere bildirilmiş ve ateşkes koşullarına kesinkes uyulması istenmişti. Ateşkes antlaşması gerek İstanbul basınında, gerekse saray ve hükümette “barışa kavuşuldu” biçiminde yorumlanıyordu. Basın antlaşmaya övgüler yağdırıyor, hükümet adına iyimser sözler söyleniyordu. Öyle ki, İstanbul gazetelerine göre, “devletin bağımsızlığı, saltanatın hukuku bütünüyle korunmuştu”.
Mustafa Kemal bu olumlu havanın aksine, antlaşmayı karmaşık ve çok tehlikeli buluyordu (!).
3 Kasım 1918’de çok ivedi şifreli bir telgrafla Harbiye Bakanlığı’ndan son derece kritik olan “Toros Tünelleri” , “Suriye sınırı” , “Kilikya” ve “Askerin Terhisi” konularında açıklama yapılmasını istedi ve bu adlandırmalardan nelerin amaçlandığını sordu. Savaş Bakanlığı’ndan, sorduğu konuların yanıtlarını beklemeden, Mustafa Kemal kendisine bağlı askeri birliklere bir talimat gönderdi ve işgalcilere karşı çıkılmasını istedi. Verdiği emirlerle Mustafa Kemal, fiilen Mondros Ateşkesi’nin hükümlerine karşı çıkıyor, aslında ileriye dönük önlemler alıyordu.
İstanbul Hükümeti’nin göremediği, ama Mustafa Kemal’in ön gördüğü işgaller birkaç gün içinde başlamıştı. İngilizler öncelikle İskenderun’a yöneldiler. Mustafa Kemal, kendisine bağlı komutan ve birliklere gönderdiği emirde:
-…”İskenderun işgaline silahla karşı konulmasını” emretti.
O sırada Osmanlı ordusunda, sadece Mustafa Kemal, günün koşullarına uymayı bir kenara bırakarak, Ateşkesin koşullarının ne derece korkunç olduğunu İstanbul’a anlatmaya çalışıyor, “Antlaşmanın bağımsızlık kavramı ve ülke bütünlüğüyle bağdaşmayan çok ağır koşullar içerdiğini, hükümlerinin çok açık olmadığını, bunun sakıncalar doğuracağını” belirterek hükümeti uyarıyordu.
Mustafa Kemal’in Adana’dan başkent İstanbul’la, o günün en ileri iletişim aracı telsiz telgrafla gerçekleştirdiği iletişim savaşı 8 gün sürdü. Telgrafla iletilen bu ulusalcı görüşlere karşı İstanbul hükümeti Mustafa Kemal’i yumuşatmaya çalışıyordu, ancak o tavır koyuyor, duraksamadan yanıtlarını veriyordu.
Atatürk’ün güçlü kişiliğinin ve siyasal öngörüsünün tarihsel kanıtları olan bu telgraflardan (3. XI. 1918 – 5. XI. 1918 – 6. XI. 1918) tarihlilerini aşağıya alıntılıyorum:
Atatürk, yukarıdaki telgraflarından dikkatle okunduğunda görüşlerinden ödün vermeden ve hiçbir rütbe ve san kullanmadan sadece Mustafa Kemal (M. Kemal) imzasıyla yayımladığı görülmektedir.
Atatürk, ayrıca 8 Kasım 1918’de Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya bir yanıt vermiştir. Bu yanıt tarihe düşülen önemli bir nottur. Atatürk’ün üstün yeteneğini ve öngörüsünü açıkça göstermektedir. Özetle:
-…”Belirttiğim görüşlerimin maksadı şudur ki, her ne sebebe dayanırsa dayansın İngilizlerle imza edilen anlaşmanın imza altına giren şekli, yüce Osmanlı devletinin korunması ve esenliğini sağlayacak anlam ve nitelikte değildir (!).
Söz konusu maddelerin esasları ve anlaşılması gereken kapsamlarının bir an evvel tespiti lazımdır.
Yoksa İngilizlerin tekliflerinde bugüne kadar olduğu biçimde karşılığa devam edildiği takdirde bugün Payas – Kilis hattına kadar olan araziyi isteyen İngilizler tarafından yarın Toros’a kadar olan Kilikya bölgesinin ve daha sonra Konya – İzmir hattının işgali gerektiği önerilerinin birbirini izleyeceğine ve sonuçta ordumuzun kendileri tarafından sevk ve idaresi ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun Britanya hükümeti tarafından seçilmesinin gerektiği gibi öneriler karşısında da kalmak uzak değildir.
İngilizlerin elde edebilecekleri sonucu onlara kendi yardımımızla sunmak tarihte Osmanlılık için ve bilhassa bugünkü hükümetimiz için pek kara bir sahife yaratır.”
Aşağıdaki Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği bu önemli telgrafın son paragrafı Mustafa Kemal’in yurtseverliğini, üstün kişilik ve niteliklerini de açıkça ortaya koyar; -…”Ben her ne durum ve konumda bulunursam bulunayım doğru olduğuna inandığım ve gerekenlere söylemeyi ve ulaştırmayı memleketin esenliği gereği kabul ettiğim görüşlerine, kendimi alıkoyma gücünde değilim.”
Atatürk’ün, 17 Ocak 1921’de “United Telegraph” gazetesi muhabirine Türk İstiklal Savaşı’nın amaçlarını açıklayan bir demeç vermiştir. Atatürk bu görüşmesinde “Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir” demiş ve Ermeni Soykırım meselesine de şu noktayı koymuştur:
-…”Türkler eliyle Ermenilere karşı kıyımlar yapıldığı uydurma haberler ve son yayınlar bir takım düzmece ve uydurmaca sözlerden başka bir şey değildir. Bunların kesinlikle doğru olmadığına güvenebilirsiniz. Bu gerçeğin belgelendirilmesi için yansız temsilcilerin yurdumuzda tam bir serbestlik içinde inceleme yapmalarını memnunlukla kabul ederiz. Bu sorunla ilgili olarak Ermenistan’daki Yakın Doğu Amerikan yardım kurullarınca verilen en son raporların okunmasını salık verir. Türk halkına Ermenilerce girişilen zulüm ve kıyım ki, Ermenistan üzerine ordularımızca yapılan harekâtı zorunlu kılmıştır. Çok geniş ölçüde olmuştur. Buna ilişkin kesin belgeler elimizdedir.”
Kaynakça:
1-Orhan Yorgancı, “Mustafa Kemal Atatürk, Erol Mütercimlerin Ön Sözü İle”, Anonim Yayıncılık, I. Baskı, Kasım 2009, Sf: 148.”
2-Alev Coskun, “Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay; İşgal, Hüzün, Hazırlık”, Cumhuriyet Kitapları, 14. Baskı, Ocak 2009, Sf:27…”
3- Atatürk Kültür, Dil VE Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi “Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV (Açıklamalı Dizin İle)” Ankara – 2006.
4-Dr. Utkan Kocatürk, “Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri”, Edebiyat Yayınevi, Ankara 1971.