Bugün 8 Mayıs 2022 Pazar, Anneler Günü.
Ülkemizde 9 Mayıs 1955’ten itibaren kutlanmaya başlanan Anneler Günü, Mayıs ayının ikinci hafta sonuna denk gelen Pazar günü, dünyanın 46’dan fazla ülkesinde de yine Mayıs ayında farklı tarihlerde, bazı ülkelerde de yılın farklı zamanlarında gerçekleştirlmektedir.
Anneler Günü geleneğinin ilk defa Yunan mitolojisindeki birçok Tanrı ve Tanrıçanın annesi olan Rhea’nın onuruna yıllık bahara festivalini kutlayan eski Yunanlılarla başladığı şeklinde hikâye edilmektedir. Günümüzde ise din, dil ve ırk fark etmeksizin tüm dünya Annelerini onurlandırmanın ve bireysel çocuklarının yararına ve dolayısıyla insanlığın gelişimine sundukları hizmetlerden dolayı onlara teşekkür etme günü olarak uluslararası kabul görmüş bir gün olarak kutlanmaktadır.
Bu vesile ile Seç Haber ailesi olarak, başta bizleri bir ulus devleti yapan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanımefendi olmak üzere ahirete göç etmiş tüm dünya annelerini rahmet ve şükranla anıyor, tüm anne ve anne adaylarının gününü kutluyoruz efendim.
Atatürk’ün kız kardeşi Sayın Makbule (eski Boysan) Atadan 1 Kasım 1952 – 22 Mart 1953 tarihleri arasında Yeni İstanbul Gazetesi’nde yayımlanan hatıralarındaki anlatımıyla Zübeyde Hanım çok güzel genç bir anneydi:
…”Annemin gençliği gözümün önünde… Uzun boylu, ince yapılı, altın saçlı, yeşil gözlü bir kadın. Çocuklar annelerini öteden beri, dünyanın en güzel kadını olarak düşünürler. Fakat annem, gerçekten güzeldi… (Bakınız: M. Atadan, “Büyük Kardeşim Atatürk” Yeni İstanbul Gazetesi, 12 Kasım 1952, Aktaran: Yrd. Doç. Dr. Ali Güler, “Sarı Mustafa’m”, Sf:98).
Sayın Makbule Atadan, genç ve güzel annesi Zübeyde Hanım’dan ayrıca;
…”Annemden sık sık şunları dinlemişimdir; Bizim esas soyumuz Yörük’tür. Buralara Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz. Babam Feyzullah Efendi’nin büyük amcası Konya’ya gitmiş, “Mevlevi Dergâhına” girmiş, orada kalmış. Bir gün ağabeyim Atatürk’e “Yörük ne demek” diye sormuştum. “Bana yürüyen Türk demektir” cevabını vermişti. (Bakınız: Mehmet Ali Öz, “(Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre) Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Soy Kütüğü”Sf: 11)
Son yıllarda deprem ve şehircilik üzerine gazete ve dergilerde çıkan yazılarıyla tanınan Türk akademisyen Semih Salih Tezcan, 2015’te yayımlanan “Mustafa Kemal’den Atatürk’e” adlı eserinde, annesi Zübeyde Hanım ile ilgili pek de bilinmeyen bir gerçekten bahseden Türk siyasetçi ve hukukçu Necmeddin Sahir Sılan’ın bugüne kadar yayımlanmayan anılarına da yer vermiştir. Atatürk’e uzun yıllar hizmet etmiş, zamanın Çankaya Karargâhı personelinden Necmeddin Sahir Sılan’a göre:
(—)“Zübeyde Hanım Mevlevî Tarikatı Mensubudur:
…”Annesi Zübeyde Hanım, şimdiye kadar açıklanmamasına rağmen Mevlevi Tarikatı mensubudur. Bu katılış ve ruhi bağlanış, daha çok dul bir kadının kendini dine ve ibadete adamasından kaynaklanabilir. İşte o amaçla, Selanik Mevlevi Dergâhına bağlanarak bir tür iç huzuru, iman tazeliği ummuş ve aramıştır. Tarikat Ulularından izinli sayılır. O zamanlar kadınların ehli tarikattan olması yaygın bir gelenekti. Mevlevilik ise, saygıdeğer temiz ve varlıklı bir ‘Yol’ du. Nitekim başka kaynaklarda da böyle bir Tekke’nin ayin, sem’a ve aşevini kanıtlar. İşte nur yüzlü Zübeyde Hanım’ın tanrı yolundaki iç aydınlığı bu kendine özgü imanından kaynaklanır. Belki de dış dünyanın kaba, çetrefil karmaşasından, kirinden kaçmak için tarikatın arı, duru, dingin ve sessiz köşesine sığınmıştır. Esasen oraya bağlananlar, maddi dünyanın nimetlerine sırt çevirir, yüz vermezler. Kendini Tanrı’ya adayanlar, hoşgörülü bir lokma ve hırkayla yetinip, hizmetinde kusur etmemeye çalışırlar. Mustafa Kemal’in annesi de bağlı olduğu Tekkesine hizmette kusur etmemiş olabilir. Zamanında oğluna bundan söz etmemesi, inkılapları aleyhine kullanılacak ters bir örnek oluşturma ihtimalinden doğmuş olabilir.” (Bakınız: Semih Salih Tezcan, “Mustafa Kemal’den Atatürk’e; Necmeddin Sahir Sılan’ın yayımlanmamış anılarından, Sf:8”, Not: Atatürk’ün ana soyuna ait bir şecereyi merhum Nafıa Vekili Süleyman Sırrı Bey’in annesi Zühre Hanım tespit ederek Atatürk’e verdiği bilinmektedir.)
Asıl adı Hüseyin Sadettin olan Türk gazeteci ve araştırmacı yazar Sadi Borak’a göre de,
…”Atatürk’ün manevi hayatında Mevlânâ Celâleddin Rumi’nin önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. O’nun yetişme döneminde Mevlevî ayini dinlemek ve semâ izlemek için “Selânik’teki Mevlevî Tekkesi”ne yaptığı ziyaretler bu büyük düşünüre olan ilgisini arttırmıştır. Meşnevî ve Dîvân-ı Kebir tercümelerini okuyarak Mevlevilik düşüncesinin derinliğini keşfeden Atatürk değişik vesilelerle Mevlânâ’ya olan hayranlığını, Mevlevîliğin Türk geleneklerine ve din anlayışına olan etkisini dile getirmiştir.” (Bakınız: Sadi Borak, “Atatürk ve Din”, Sf:55-56.)
Atatürk’ün ailesinin Selanik Mevlevihane’si gibi konumu ve etki ve nüfusu çok fazla olan bir dini ve sosyal kurumun idarecileri olmaları ve Babı Âli tarafından da çok büyük saygınlığı olduğu anlaşılan köklü bir aileye mensup olduğunu ifade eden Araştırmacı yazar Mehmet Ali Öz göre;
…“Atatürk’ün Soy Kütüğü Üzerine Bir Çalışma” adlı kitabında Burhan Göksel’in ifadesine göre Mustafa Kemal’in yakınları ve ailesi Mevlevi’dir. Tespit ettiğimiz Osmanlı arşiv belgelerindeki kayıtlar, anne ve babası tarafının Mevlevi olduğunu göstermektedir.” (Bakınız: Mehmet Ali Öz, “(Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre) Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Soy Kütüğü”,Sf: 85)
Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Semyon İvanoviç Arolov hatıralarında Mustafa Kemal Paşa ile birlikte gerçekleştirdikleri Konya ziyaretlerine yer vermiştir. Söz konusu Mevlevilik olduğundan hatıratı aşağıya aktarıyorum:
—Mustafa Kemal Paşa:
…”İşte Konya!” diye bağırdı.
Paşa’nın biraz heyecanlandığı görülüyordu. Bu hal, bundan bir yıl önce, Konya’da Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetine karşı baş gösteren ayaklanma ile açıklanabilirdi. Bu isyana yerli hocalar, özellikle Mevleviler(!) katılmış bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa, Konya’daki bu isyanı bize anlattı. İsyanın elebaşısı eşkıya bozması Delibaş adlı biri imiş. 500 asker kaçağının başına geçerek Konya’yı işgal etmiş ve iktidarı eline geçirmiş. Hocalar da ona yardım etmiş. Gönderilen süvari birlikleri Konya’yı kurtarmış, eşkıyalar kaçmış. Delibaş, Fransızlara sığınmış.
Trenden indiğimiz zaman artık ortalık kararmış bulunuyordu. Bizi karşılamaya gönderilen çeşitli birliklere bağlı erlerin elinde meşaleler vardı. İstasyonun önündeki meydan baştanbaşa halkla dolmuştu. Mustafa Kemal vagondan indiği zaman bir alkış sağanağı koptu. Mustafa Kemal, ağır ağır askeri birlikleri denetledi, onlarla merhabalaştı. Askeri birliklerden başka bizi, ellerinde meşalelerle kız ve erkek öğretmen okulları öğrencileri, hatta Medrese mollaları bile karşıladılar. İstasyondan çıktığımız zaman muhafız kordonunu yaran halk, bizi kuşattı. Mustafa Kemal Paşa’nın özel muhafızı olan Lâzlar, yolu açmak, kalabalığı dağıtmak istediler. Ama Mustafa Kemal Paşa, buna itiraz etti. Alkış sesleri ve “Yaşasın Mustafa Kemal Paşa” haykırışları dinmiyordu.
Bizi arabaya bindirdiler, zorlukla yol alabiliyorduk. Çünkü istasyon caddesi de halkla dolu idi. Halk uzun bir süre dağılmadı. Bize ayrılan binaya geçtikten sonra, ısrarla Mustafa Kemal Paşa’nın çıkıp görünmesini istediler. Mustafa Kemal Paşa çıkıp birkaç söz söyledi. Paşa’nın bu sözleri sevinçle karşılandı. Bana da, Sovyet Rusya’nın selamlarını ve Türkiye’ye başarı ve bağımsızlık dileklerini iletmem fırsatını verdi. Abilov yoldaş da konuştu. Konuşmalarımızda, şimdiki Türk hükümetiyle itilaf devletlerinin elinde bir oyuncak olan eski padişah hükümeti arasındaki farkları belirttik. Konuşmalarımız sıcak bir ilgi ile karşılandı.
Akşam yemeğinden sonra, Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya ve Sovyet elçisine hoş geldiniz demek üzere, sivil-asker birçok kişi geldi. Mustafa Kemal Paşa, İtilaf devletlerinin tafsilatlı olarak iki notasını hektoğraf ile bastırdı ve bir süre sonra, notalar üzerinde ne düşündüklerini söylemek üzere bizi ziyarete gelen sivil ve askeri erkâna verdi.
O gece iki dini müesseseyi ziyaret ettik. Kanlı, canlı hemen hepsi de gencecik mollalar medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cübbeli, beyaz sarıklı hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşa’yı selamlıyorlardı. Bunların içlerinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan, “Medrese sayısını arttırmasını” rica etti. Bu zat, ayrıca, “Medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını” da istirham etti.
Hoca konuşurken Mustafa Kemal Paşa’nın kendisini zor tuttuğu belli oluyordu. Ama Medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca, artık kendini tutamadı ve yüksek bir sesle sertçe:
-…”Ne o, dedi. Yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı ıstıraptan kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada, genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!…”
Mustafa Kemal Paşa konuştukça, gözleri daha korkunç bir hal alıyordu:
-…”Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!”
Hocalar sindiler, ama yüzleri öfkeden kıpkırmızı kesildi, yabancıların yanında hükümet başkanı onları paylamıştı.
Mustafa Kemal Paşa bize dönerek:
-…”Haydi, gidelim,” dedi ve “…artık burada bizim için yapılacak bir şey kalmadı.” Ve şöyle isteksiz bir selam vererek oradan ayrıldı.
Mustafa Kemal Paşa otomobilde uzun bir süre yatışmadı:
-…”Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım! Her şeyden önce onları mali dayanaklarından, vakıflardan yoksun edeceğim. Yurt topraklarının büyük bir parçası, nerede ise üçte ikisi, belki de daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların hayat kaynaklarıdır. Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar…”
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu topraklarında, şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran on yedi bin (17.000.) medrese bulunduğunu söyledi. Bu tam bir kolordu demekti. Medrese öğrencilerinin şimdiye kadar niçin askere alınmadıklarını sormam üzerine, Mustafa Kemal Paşa;
-…”Medrese öğrencilerinin askere alınmaları için gerekli emrin verilmiş olduğunu” söyledi. Bu inkılapçı adım, subaylar arasında büyük bir sevinç yaratmış ve bu olay, son günlerin en çok üzerinde durulan günün konusu haline gelmişti.
Konya, eski bir tarikat olan Mevleviliğin merkezidir. Tarikatın şeyhi olan Çelebi de burada bulunmaktadır. Bu tarikat Türkiye’de 700 yıl önce ortaya çıkmıştır. Tarikatın kurucusu, 1207-1273 yılları arasında yaşayan Mevlana Celâleddin Rumi’dir. Konya’da bu tarikata bağlı 300 kişi varmış. Bunlar, siyah ipekli cübbeler ve kahverengi külahlar giyiyorlardı. Mevleviler daha çok halkın zengin çevrelerine bağlı kişilerdir. 1921 yılında Mustafa Kemal Paşa’ya karşı olan ayaklanmaya bunlar da katılmışlardı. Mevlevi ayinlerine kadınlar da katılırdı. Konya’daki Mevlevi tekkesi çok güzeldir. Bu tekkenin bir kafesle ayrılan bölümünde, Mevlana Celâleddin Rumi’nin mezarı da bulunmaktadır. Mevlâna’nın mezarını teşkil den sanduka, altın işlemeli zengin örtülerle örtülüdür.
Tekkenin öbür bölümünde, ayinler yapılmaktadır. Uygunsuz bir zamana rastlamasına rağmen, bizim için özel bir ayin yapıldı. Celâleddin Rumi’nin mezarı önünde ayin yapıldıktan sonra, 13 Mevlevi ortaya çıkarak rübap, ney ve deflerin hazin ahengi altında mezarın etrafını dolaştılar. Sonra cübbelerini çıkararak, ortaya çıktılar ve daha neşeli nağmeler altında raksa başladılar. Bu raks aralıksız olarak yarım saat sürdü.
Daha sonra Selçukluların devrinden kalma eski bir camiye gittik. Bu olağanüstü güzel eser, savaşlardan zarar görmüş olup, hemen hemen harap bir halde idi. O zamanlar bunu onarmaya çalışıyorlardı. İkinci bir cami ise askeri depo haline getirilmişti. Genel olarak bina kıtlığı yüzünden bazı camiler, depo olarak kullanılmakta idi. Camilerden biri, subay hazırlama kursu olarak kullanılıyordu.
Konya, Ankara’dan daha büyük ve daha geniş caddeleri ve bulvarları olan, evleri kâgir bir şehir… Şehirde Nuh’u nebi’den kalma tek hatlı dekovil var. Halk, sayıları çok olan Medreselerin, hocaların etkisi ile Ankara’ya göre daha tutucu. Mustafa Kemal Paşa, Konya yobazlarına çok kızıyor ve öfkeyle;
-…”Konya yobazları, salt çıkarları bozulmasın diye, İngilizlere bağlanmaya, Türk halkını satmaya, “yabancılara” boyun eğmeye hazır” diyordu… (Bakınız: Erol Cihangir, “Arolof(v)’un Hatıralarında Atatürk ve Türkiye”, Sf:86 Konya’ya geliş… Kum Saati Yayıncılık – İstanbul, Mayıs 2005)
Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk;
-…”Tekkeler mutlaka kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, her şubede doğru yolu gösterecek kudrete sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz. Biz medeniyetten, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. Başka bir şey tanımayız. Doğru yoldan sapmışların gayesi, halkı kendinden geçmiş olmamaya karar vermiştir. Bunlar basit bir iş görünür; fakat ehemmiyeti vardır. Biz dünya ailesi içinde medeniyiz. Her görüş noktasından medeniyetin gereklerini tatbik edeceğiz…
Ölülerden yardım istemek, medeni bir toplum için ayıptır. Mevcut tarikatların gayesi kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta saadete eriştirmekten başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin bütün genişliğiyle medeniyetin alevi karşısında filan veya falan şeyhin yol göstermesiyle maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır.” Demiştir.
Nitekim Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması Kanunu, T.B.M.M ‘ince 30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı kanunla kabul edilmiş ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Kanun, bütün tarikatlarla birlikte, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, garipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır.
Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması Kanunu, 13 Aralık 1925 tarihli 243 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Kanun gerekçesinde, Tekke, Zaviye ve Tarikatların, Şeyh Sait isyanındaki rolü olduğu belirtilmiştir. Şark İstiklal Mahkemesi, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karar vermiştir. Ankara İstiklal Mahkemesi de bu hususta Hükümetin dikkatini çekmiştir. Bu kurumların gerici (irticai) bir mahiyette olması, siyasi hareketlere katılarak inkılâpçı toplum düzenine ters düşmesi, tekke, zaviye ve tarikatların yasaklanmasını, aykırı hareketin de cezalandırılmasını öngörmüştür.
Ayrıca, 677 sayılı kanun, Türkiye’nin içinde bulunduğu inkılâpçı ve ilerici akımlara karşı gelebilecek kurumlar arasında bulunan dini kuruluşları (müesseseleri) kaldırmakla toplumun yeni düzenini ve huzurunu korumak istemiştir. Ayrıca sözü edilen dini kuruluşların asıl amaçlarından uzaklaşarak siyasi fonksiyonlara karışmaları olayına da engel olmak istemiştir.
30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı kanun kapsamında kapatılan Mevlevihaneleri ilgilendiren ilk önemli olay, 1927 yılında Atatürk’ün emri ile Konya’daki Mevlana türbesinin müze statüsünde yeniden halka açılması ve Mevlana’nın eserlerinin Türkçe ’ye tercüme edilmesidir.
Araştırmacı yazar Mehmet Ali Öz ayrıca eserinde: …”Yurdumuzda tekkelerin kapatılma kararı alınmadan önce, Konya Makam Çelebisi, Türkiye Cumhuriyeti I. Meclis Reis vekili, büyük dedem Abdülhalim Çelebi’ye Mustafa Kemal Atatürk’ün Mevlevilik hakkında söyledikleri aynen şöyle:
-…”Siz Mevleviler asırladır cehaletle, yobazlıkla mücadele ettiniz. İrfanla ilme ve sanata katkıda bulundunuz. İnkılapta istisnai bir muamele yapmamak için Mevlevi Tekkelerini “Tekaya ve Zevaya Kanunu” içinde mütalaa etmek mecburiyetindeyiz. Ancak Hz. Mevlâna’nın düşünceleri ve ilmi ebediyen yaşayacaktır. Hattâ istikbalde daha köklü bir şekilde zuhur edecektir inancındayım.” Bugün dünyanın her yerinde gösterilen ilgi Atatürk’ün sözlerinin doğruluğunu ortaya koymaktadır.”
30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması kanunu, önce 1950 yılında çıkan 5566/1 numaralı yasa daha sonra 1990 yılında çıkan 3612/5 sayılı yasa ile değişikliğe uğramıştır.
Yasa değişikliği konusu, ilk defa 1947’de Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin VII. Kurultayı’nda gündeme gelmiş, kurultayda programın milliyetçilik maddesine ilişkin söz alan Hamdi Suphi Tanrıöver, …”gençlere milliyet duygusunun verilmesi için türbelerin tamir edilmesini, açılmasını” önermiştir. Kanun değişikliğini öneren yasa tasarısı, 21 Ocak 1950’de Başbakan Şemsettin Günaltay tarafından TBMM’ye sunulmuş; geniş bir mutabakatla 5 Mart 1950’de yasalaşmıştır. Yeni yasa, Türbelerin bir bölümünün Milli Eğitim Bakanlığı onayı ile açılmasına olanak sağlamış ve ilk olarak İstanbul’da Koca Mustafa Reşit Paşa türbesi, ardından Gazi Osman Paşa türbesi açılmıştır. Bunu Barbaros Hayrettin Paşa türbesi, Osmanlı Sultanlarından Kanuni ve Yavuz’un, Bursa’da Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin türbelerinin ve Yeşil Türbe’nin açılışı izlemiştir. Ayrıca Fatih’in, Mimar Sinan’ın türbeleri ile içinde Abdülaziz ve II. Abdühamit’in de yatmakta oldukları II. Mahmut Türbesi, Bolayır’da Şehzade Gazi Süleyman Paşa, Kırşehir’de Âşık Paşa, Konya’da Selçuklu sultanları, Akşehir’de Nasreddin Hoca türbeleri de ilk etapta açılan türbelerdir.
Günümüzde Yunanistan sınırları içinde bulunan Selanik şehri Venedik hâkimiyeti altında iken Osmanlı Devleti tarafından 1430 yılında fethedilmiştir. Selanik’te ilk Mevlevihane’nin kurulması ise XVII. yüzyılın başlarındadır. Edirneli Ekmekçizâde ailesinden olan ve cizyedârlık, muhassıllık, mukataacılık, ordu defterdarlığı, baş defterdarlık, Rumeli Beylerbeyliği ve vezirlik görevlerini yapmış olan “Ekmekçizâde Defterdar Ahmed Paşa”, hem siyasi hayatında ilerlemek, hem de tasavvufi düşüncelerinden hareketle Selanik Mevlevihane’sini inşa ettirmiştir.
Selanik Mevlevihane’si, üç yüz yıldan fazla bir süre Balkanlarda Mevleviliğin en güzide dergâhlarından biri olarak kalmış, bölgesinde Mevlevîliğin yayılmasında büyük bir eksikliği gidermiştir. Mevlevihane’yi daha ayrıntılı olarak anlatan Evliya Çelebi’den başka bir seyyah yoktur. 1646 yılından sonra Selanik Mevlevihane’sini ziyaret ettiğini bildiğimiz Evliya Çelebi, Mevlevihane’nin mevkiini kale surlarının kuzey-batı kısmında bulunan ve Yenikapı (Yenikapu) adıyla bilinen bölgede surlara yakın bir noktada yüksek bir zemine inşa edilmiş olarak anlatır. Yüksek bir mevkide bulunmasından dolayı da denizin (Akdeniz) bütünüyle göründüğünü ifade etmektedir.
Yenikapı ise günümüzde “Letaia Gate” olarak bilinmektedir. Letaia Gate, bugün Agiou Dimitriou ile Arkadiopoleos caddelerinin kesiştiği noktadadır. Mevlevihane ise bu kapının kuzey tarafına doğru yaklaşık 350 metre uzaklıkta, Panagias Faneromenis caddesiyle, Trion Martiron sokağının birleştiği bölgededir. Mevlevihane’nin bulunduğu mevkiinin rakımı yaklaşık olarak 45 metredir. Günümüzde Mevlevihane tamamen yok olmuştur. Binaları ve mezarlıkları yıkılmış ve üzerine okul inşa edilmiştir.