Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ’ün hastalığı sırasında kendisini tedavi eden beş danışman (Resmi belgelerde müşavir) doktordan birisi de Yahudi asıllı Türk Siyasetçi ve Doktor Samuel Abravaya Marmaralı’dır. Türk Tıp tarihine geçen başarısı “Garip Bir Karın Sendromu” adıyla kayıtlara geçirdiği FMF-Akdeniz Ateşi olarak hastalığı teşhis etmesidir ki günümüzde sadece Türkiye’de 100.000.’in üzerinde FMF hastası bulunmaktadır.
Aile adı olan “Abravaya” bazı kaynaklarda “a” ile bazı kaynaklarda ise “e” olarak “Abreveya” olarak yazılmıştır. Ben, Resmi dokümanlardaki adıyla yani “Abreveya” olarak kendisine hitap edeceğim.
Dr. Samuel Abreveya Marmaralı, World Jewry Dergisi muhabiri İngiliz gazeteci Betty Ross’a Ankara Palas’taki verdiği söyleşiye göre, adının İbranice iki kelimeden oluşan “Abre-Evaya” yani -bolluk babası- anlamına geldiğini belirtmiştir. 1934 yılında Soyadı Kanunu ile “Marmaralı” soyadını almıştır ama Betty Ross’a verdiği röportajında aslında “Özçelik” soyadını almak istediğini belirtmiş ancak ailesinin asırlardan beri Marmara Bölgesi yakınlarında oturduğu için “Marmaralı” soyadını tercih ettiğini dile getirmiştir.
Dr. Samuel Abreveya Marmaralı kimdir?:
İstanbul’daki Arnavutköy Musevi Mezarlığı’ndaki mezar taşına göre doğum tarihi 1879’dur. Aslen İzmir doğumlu olup, babasının adı Bünyamin (Binyamin) Efendi, annesinin adı Reyna (Rina) Hanım’dır.
Babası Bünyamin Efendi İzmir’in önemli tüccarlarından birisi olmasına rağmen, bu zenginliğin nimetlerinden faydalanamamıştır. İlk ve orta öğretimini İzmir’de tamamladıktan sonra 1897 yılında İzmir İdadisinden mezun olmuştur. 16 yaşında başladığı tıp fakültesine devam ettiği dönemde babasının işleri kötüye giderek oğluna yardım edemeyecek duruma gelmiş ve Tıp Fakültesi’ni Devlet’in mecburi hizmet karşılığı verdiği bursu alarak 1903 yılında tamamlayabilmiştir.
Dr. Samuel Abreveya, ilk görev yeri olan Selanik’in Tikveş kazasında belediye doktoru olarak çalışmış, daha sonra Dedeağaç Belediyesi’nde üç yıl doktorluk yapmıştır. Mecburi hizmetini tamamladıktan sonra tıp eğitiminde uzmanlığa devam etmek için 1907’de Paris’e gitmiş ve dönüşünde genç yaşına rağmen Tıp Fakültesi Dâhiliye Seririyatı Muallim Muavinliği’ne (Doçentliğe), 1910 yılında da Dâhiliye Şefliği’ne tayin edilmiş ve 1919 yılına kadar Tıp Fakültesinde çeşitli bölümlerde görev yapmıştır. Daha sonra ‘Or Ahayim Yahudi Hastanesi’nde fakir dindaşlarını ücretsiz olarak muayene etmiştir.
Bir müddet Maltepe Askeri Hastanesinde Tabip Yüzbaşı olarak da çalışan Dr. Samuel Abreveya Marmaralı, 1932’de Tıp Fakültesi Müdür Muavinliği’ne getirilmiş ve bu görevde üç yıl kalmıştır. II. Meşrutiyet’ten önce Sağlık Bakanlığı görevlerini yapan Meclis-i Umur-ı Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umumiye üyeliklerinde de bulunmuştur.
Ayrıca, Türk Tıp Encümeni, Türk Tıp Cemiyeti üyelerinden olan Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı Osmanlı Tıp Cemiyeti’nin de ikinci başkanlığını yapmış ve Fransız Gastroenoloji Cemiyeti üyesidir.
Dr. Samuel Abreveya Marmaralı’nın Tıp dünyasındaki şöhreti kadar “Türk Yahudiliğinin Kurucusu” olması dikkatleri üzerine çekmiş ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne mebus olarak girmesinde etkili olmuştur. Mebus seçildikten sonra kendisine Türkiye’nin her tarafından tebrik telgrafları yağmıştır. Evli ve iki kızı olan Abreveya Marmaralı Fransızca, Almanca ve Rumca dillerini bilmektedir. Kızlarından birisi İstanbul Amerikan Kız Koleji’nde eğitim almış diğeri ise Paris Hukuk Fakültesi’nde hukuk doktorası yapmıştır. 1950 yılında Cemaati Cismani Meclis Başkanlığı’na seçilen Abreveya, aynı zamanda Or Ahayim Hastanesi fahri başkanlığını da yürütmüştür. Ülser hastalığına yakalanmış ve ameliyat edilmiş olmasına rağmen rahatsızlığı ilerleyerek 22 Mart 1953’de vefat etmiştir. 25 Mart 1953 tarihinde Neva Şalom Sinagogu’nda yapılan dini tören sonrasında Arnavutköy Musevi Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Dr. Samuel Abreveya Marmaralı’nın siyasi hayatı 1 Mart 1935 tarihinde V. dönem milletvekili seçimlerinde Niğde’den bağımsız milletvekili olarak seçilerek başlamıştır. Gerçi Gayrimüslimlerin Milli Mücadele döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ermeni ve Rum toplumlarının ortaya koydukları bütün ayrılıkçı yaklaşımlarına rağmen Yahudi toplumu daha itidalli davranarak deyim yerindeyse taşların yerine oturmasını beklemişlerdir. Bu arada Devlet kademelerinde ve bürokraside çeşitli memuriyetlerde istisnasız herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmadan görev almışlardır. 1930 yerel seçimlerinde Gayrimüslimlerin siyasete ilgileri oldukça yoğun olmuştur. Çok partili sisteme geçiş denemesi olarak kurulan güdümlü muhalefet partisiyle birlikte Gayrimüslimler de seçimlere katılma eğilimi göstermiştir. Yerel seçimlere duyulan ilgi her ne kadar Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından karşılanmasa da 1935’ten itibaren CHP’nin azınlıklarında Meclis’e girmeleri yönünde bir eğilim göstermesi üzerine vekil olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilmişlerdir. (Not: Tek parti döneminde Meclis’te vekil olarak görev yapan Yahudi mebuslar: “Samuel Abreveya ve Abram Galanti’dir.)
Dr. SamuelAbreveya Marmaralı’nın siyasi hayatı 1 Mart 1935 tarihinde V. dönem milletvekili seçimlerinde Niğde’den bağımsız milletvekili olarak seçilerek başlamıştır. 17 Şubat 1935 tarihli seçim tutanağına göre 583 oy alarak 1 Mart 1935 tarihinde Meclis’e katılmış ve tutanağı 7 Mart 1935 tarihinde onaylanmıştır. Seçilen diğer gayrimüslim vekilleri gibi O’nun da Niğde ile bir bağlantısı bulunmamaktadır. Anılarda, hatta seçildikten sonra Niğde’nin nerede olduğunu bulmak için ansiklopediye baktığı söylenir. Dr. Marmaralı, seçildiği dönemde hedef ve programları hakkında gazetelere verdiği demeçlerde üç noktaya dikkat çekmektedir:
Bunlardan birincisi, “Azınlıkların değil Türk milletinin vekili olduğu”, İkincisi “Türkiye’nin vatandaşı olduğu”, ve üçüncüsü de “Rejime ve Cumhuriyete sadık olduğunu” açık olarak beyan etmiştir.
Dr. Samuel Abreveya Marmaralı seçim öncesi kendisini ziyarete gelen gazetecilere seçimlere katılmaktaki amacını şu sözlerle açıklamıştır: “Ben bir Türk yurttaşıyım ve öteden beri bu gaye ile yürümüştüm. Bu defa saylavlığa namzetliğimi koyarken de ancak Türk ulusunun bir saylavı olmak şerefine nail olmak istedim. Bu şerefli vazife hakkında nokta-i nazarım budur. Saylavlığım tahakkuk ederse çok fazletkâr olan Türk doktorlarının hukukunu müdafaa etmek için elimden geldiği kadar çalışacağım. Başlıca gayelerimden biri de Türk doktorluğunu yükseltmek olacaktır. Bunlardan başka içtimai sahada da faydalı olmağa çalışacağım. Bazı gazeteler bizi azınlık namzedi olarak gösteriyorlar. Hâlbuki benim nazarımda Ahmed ne ise Avram da odur.”
Dr. Samuel Abreveya Marmaralı’nın mebus seçilmesi Yahudi Cemaati tarafından da büyük bir sevinç ile karşılanmıştır. Cemaat artık gayrimüslimlere karşı uygulanan ayrımcı siyasetin böylece sona ereceğine inanmıştır. Batı medyası da Abreveya’nın seçilmesine ilgi göstererek World Jewry dergisi bir muhabirini Türkiye’ye göndererek Abreveya’nın Meclis’teki ilk gününde onu yalnız bırakmamıştır. World Jewry Dergisi muhabiri olan Betty Ross,Abreveya ile yaptığı söyleşiden oluşan röportajı dergisinde yayınlamıştır. Bu röportajı İzmir’in önde gelen gazetelerinden Yeni Asır Türkçeye tercüme ettirerek okuyucularına 29 Ekim 1935 tarihli nüshasında duyurmuştur:
Yazan: İngiliz gazeteci Betty Ross:
—“Ankara’dayım: Anadolu’nun ta kalbinde; Türkiye’nin küçük Asya’daki yeni idare merkezinde; zevkle hazırlanmış ve çok lezzetli olan “ ala Turka” yemeğini doya doya yerken, hem konuşuyor, hem de dinleniyordum; gözlerim uzakta şehri saran karlı tepelerin aksettirdikleri pırıl pırıl raks eden renklerini kana kana içiyorlardı…
Misafiri bulunduğum zat, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk Yahudi azası. Dr. Samuel Abreveyadır; kendisi aynı zamanda İstanbul’un en ileri gelen tabiplerinden birisidir. Ziyaretçi kralların, yabancı elçilerin, diplomatların Ankara’ya geldiklerinde, indikleri meşhur Ankara Palas otelinde oturuyoruz. Bir demir şiş üzerine dizilerek kızartılmış kuzu eti parçalarından ibaret olan ve çok pitoresk bulduğum şiş kebabını bitirip kallavi ve ağdalı Türk kahvesini beklemekteyken bir tuzak suali sordum; “Türkiye’de Yahudi meseleleri nelerdir?
Hastaları tarafından olsun ve bir zamanlar İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde talebeleri olup şimdi kendisi gibi tabip olan kimseler tarafından olsun kendisine “sevgili profesörümüz” diye hitap edilen sofra arkadaşım sualimi hayretle karşıladı.
Fransızca olarak, “Türkiye’de hiçbir vakit, ne dini ve ne de iktisadi Yahudi aleyhtarlığı olmamıştır” diyerek, söze başladı ve devam ederek, “Suret-i Umumiye ’de, Yahudi aleyhtarlığı hissi bu iki kaynağın birisinden veya her ikisinden doğan bir his gençlikten ileri gelir. Fakat burada böyle bir his asla görülmemiştir.” dedi.
Dr. Abreveya:
-“Cumhur Reisimiz Kamâl Atatürk, tam bir “liberal”dir. O vicdan hürriyetine hürmetkârdır. Fertlerin ayı ayrı din mezhepleriyle meşgul olmaz. Yurttaşlarından istediği ancak ve ancak dürüstlük ve sadakattir. Büyük Türk devrimine baş ve gönül bağlılığıdır. Bu siyaset disiplinini hükümet enerji ile takip etmektedir. Bununla beraber Cumhuriyetimiz hiçbir hususta ayrılıklar, gayrılıklar meydana getirmemiştir. Demek istiyorum ki, biz ne Yahudi, ne Hristiyan ve ne de Müslüman diye ayrılmış değiliz ve aramızda bu yolda bir telakki dahi mevcut değildir; hepimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşıyız.”
Müteakiben, Dr. Abreveya’dan şu suali sordum:
Millet Meclisi’nde, her şeyden evvel Yahudi ihtiyaçlarıyla mı uğraşacaksınız?
-“Memleketimizde ayrıca muayyen Yahudi meseleler yoktur.” cevabını aldım.
Dr. Abreveya:
“Ben her şeyden evvel bir Türk saylavıyım. Burada ekalliyet meseleleri yoktur. Şayet aksi varit olsa idi, bu Yahudiler nam ve hesabına, kötü bir işaret olurdu, böyle bir ha, onların kanun ve cemiyet nazarlarında henüz içtimai ve siyasi müsavatı ihraz etmemiş olduklarını gösterirdi. Yahudiler ekalliyet hukuku mütalebatında bulunmadılar. Çünkü Hükümet’e yüksek itimatları vardır. Bu çok sevinilecek bir vaziyettir. Zira nasıl olur da Hükümet kendisine emniyet etmeyen bir halka karşı itimat besler. Türkiye’de herkes musavaten aynı medeni hukuka sahiptir.
Acaba Yahudiler için Türkiye’de ekalliyet halkı telakki edilmek ve ona göre hususi muamele görmektense, Cumhuriyetin bir öz ve tamamlayıcı parçası mevkiinde bulunarak diğer vatandaşlardan farksız hak, vazife ve mesuliyet sahibi olmak, daha iyi değil mi? Ve nasıl olur da, Hükümet bize hiçbir veçhile ve hiçbir hususumuzda mani olmadığı halde, bizlerin meseleleri olabilir?”
Bu sözlere cevaben ben şöyle bir sual sordum: Pekiyi, nasıl oluyor da Yahudilerin Hükümet mevkilerine geldikleri görülmüyor?
-“Evet, Yahudiler hiçbir vakit siyaset ve idare kariyerlerine fazla meyil göstermemişlerdir; Hayatlarını tercihan sınai ve ticaret faaliyetlerine tahsis etmişlerdir. Buna mukabil Türkiye’de kültür dünyasında çok Kudret’i bir tarzda temsil olunuyorlar. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Roma hukuku profesörü bir Yahudi’dir. Burada diğer fakültelerin tedris heyetinde, Hitler Almanya’sını ter ile Türk kültür ve ilim hayatına katılmış çok Yahudi âlim bulunmaktadır…”
Türk Yahudiliğinin Filistin hakkında ne düşündüğünü öğrenmek istediğim zaman, mümessilleri aşağıdaki cevabı verdi:
-“Türkiye’de iyi bir Yahudi, Türkiye’nin büyük yarınları uğrunda çalışmalıdır. Filistin ise, memleketlerinde iyi muamele görmeyen Yahudilerin sığınabilecekleri bir yer olduğundan, ehemmiyeti olan bir diyardır. Hicret mecburiyetinde kalan sair memleketler Yahudilerine barınma imkânı veren bu diyarın inkışafını temin vazifesini “Zionist” teşkilatının resmi mümessillerine bırakmalıdır.”
Fakat dedim, “Filistin’inin terakki ve inkişafında dünyanın her bucağındaki Yahudilik hissedar olmalıdır. Zira bundan sonra, fena muameleye uğramak sırası, hangi memleketin Yahudilerine gelecektir, bunu kim bilir?”
Dr. Abreveya cevaben şunları söyledi:
-“Türkiye’de bir Hitler’i asla tasavvur edemem! Türkiye’de hayatımız emin ve saadetimiz mahfuzdur. Türkler, çok misafirperver alicenap bir millettir. Cumhuriyet idaresi, bütün ırk farklarının ortadan kaldırılması yolunda çok işler gördü. Türkiye’de en basit bir Yahudi aleyhtarlığı vaziyetini bile düşünmekten uzak bulunuyorum.”
Birkaç zaman evvel Trakya’da görülmüş olan Yahudi aleyhtarlığı hareketine temas etmek istediğim anlayan Dr. Abreveya şöyle izahat verdi:
-“Evet.
Trakya’da bazı münferit eşhas halkı kışkırtmak suretiyle Yahudi aleyhtarlığı hareketi doğurmak istemişlerdi. Fakat büyük bir ciddiyet ve süratle hareket etmesini bilen Hükümet, en doğru hakikatin yapılması için, hadise mahalline Cumhuriyet’in Dâhiliye Vekilini yolladı. Vekilin hadise etrafında neşrettiği rapor adaletteki bitaraf lığın şaheseridir. Vekil tahkikatın sonunda mahallin polis müdürünü ve bazı diğer memurları azletti. O gün bugün bütün Yahudiler ocaklarına dönmüşler ve sulh ve sükûn içinde yaşamaktadırlar.
Biz Türkiye Cumhuriyeti Yahudileri, her türlü din serbestisine haiz bulunuyoruz; çocuklarımızı Yahudi mekteplerine yolluyor ve onlara iyi bir Musevi terbiyesi aldırıyoruz. Demin de söylediğim gibi, biz Türkiye’de en yüksek vicdan hürriyetinden müstefidiz. Devlet ve Hükümet’in bizlerden bütün beklediği, iyi yurttaş olmaklığımızdır. Bu yüksek memleket borcumuzun dışında, dilediğimiz kadar İbranice öğrenebildiğimiz gibi okutabiliriz de. Bizim buradaki Yahudilerin vaziyetinden çok üstün olduğunu biliyorum.”
Bundan sonra görüştüğümüz mesele, Türkiye’de, Türklerin Yahudilerle, yani “karışık” evlenme meselesi oldu. Dr. Abreveya, “bu kabil evlenmelerin şimdiye kadar çok umumileşmiş olduğunu” bildirdi. Peki, ne için?
Çünkü İslam dinindeki Türkler olsun, Musevi olan Türkler olsun, her ikisi de kendi din itikat ve mezheplerine son derece bağlıdırlar. Fakat şimdi Kamâl Atatürk Türkiye’yi artık Padişah’ın ve Halife’nin nüfuz ve tesirinden kurtarmış olduğundan, din işlerinde Türkiye tıpkı Fransa gibi laiktir. Müezzin, evet el’an ehli imanı minareden okunduğu ezanla namaza çağırmakta devam etmektedir. Fakat hocaların ve dervişlerin sihirli nüfuzu kırılmıştır. Bu din fenalıkları memleketten çekilip gitmişlerdir. Şimdi ise, din tamamen şahsi bir husus olmuştur. Din, Devlet ve Hükümet’ten tefrik edilmiştir.
Dr. Abreveya, devam ederken, yukarıda bahsi geçen “karışık” yani başka başka din mezheplerinin saliki olan yurttaşlar arasındaki izdivacın yarın çoğalacağını anlatıyordu. Ve bu fikrini izah için diyordu ki:
“Bu kabil evlenmeleri, sosyal inkılabımızın ayrı bir safhası mümkün kılmıştır; Bu yeni içtimai hayatla Türk kadını peçesini atabilmiş, Türk erkeği de eski fesin yerine şapka ve Avrupai elbise giyebilmiştir. Saltanatın ılgasıyla, kadın ve kadınlık hakkındaki köhnemiş zihniyetin köküne kibrit suyu sıkılmıştır. Artık bugün kadın-erkek müşavi hukuka kavuşmuştur.
Mekteplerimiz muhtelittir. Kızlarımız erkek çocuklarımızla birlikte beraber terbiye olunurlar. Talim ve terbiyedeki bu yakınlık ve sınıf ve ırk ayrılığının fıkdani, geçen insanları her gün biraz daha fazla birbirine yakınlaştırıyor. Onun içindir ki, bu hal ve şartlar sayesinde birçok sabit farkların dahi zail olarak mütecanis bir memleket gençliğinin doğacağı muhakkak gibidir; bin netice, bahsettiğimiz tip evlenmeler de artacaktır; esasen kanun böyle evlenmeleri men etmiş değildir.”
Sohbetimiz ilerledikçe daha “şahsi” bir renk alıyordu. Gümüş saçları, kalın siyah kaşlarıyla, bu irade sahibi insanlara has ekspresyonlu adam (Dr. Abreveya) şöyle naklediyordu:
“Geçmişimden, ilk ismim yolu ile beraber olmuştum -Abreveya- . Bu ise, iki İbranice kelimeden teşkil olunmuş bir isimdir: -Abre-Evaya, bolluk babası demektir.”
Fakat şimdi Kemalist hükümet her Türk vatandaşının bir Türk soyadı (aile ismi) almasını kanunen mecburi kılmışken siz..?
Hatırlatmama cevaben Dr. Abreveya,
“Evet, dedi ve ‘Soyadı olarak Özçelik’ almayı düşünüyorum.”
“Çelik” demekmiş.
Mükâlememiz esnasında şurada burada düşürülen kırıntılardan toplayabildiğim intiba ile “Çelik” sözünün hakikatten doktorun karakter ve kariyerini en iyi tarif etmiş olduğunu söyleyebilirim. Zira doktorun hayat mücadelesi yeni alacağı soyadının ifade ettiği Çelik kadar sert ve hayatının hadiseleri muvacehesindeki aksülamelleri de Çeliğinki kadar doğru olmamıştır. Ve nihayet kavuştuğu muvaffakiyet de bu güzel maden kadar parlak ve payidar olmuştur.
Asırlardan beri, Abrevaya ailesi Marmara yakınlarında oturmuş ve diğer Akdeniz limanları ile ticaret etmiştir. Her ne kadar Abreveya’nın babası İzmir’de zengin bir tüccar idiyse de, Samuel için hayat pek kolay olmamıştır. Zira Talmudu kendi kendine tetkik etmiş olan bu okumuş ve muhterem baba, oğlunu derslerini hazırlaması için her sabah saat dörtte uyandırırmış. Bu Spartalı’lara has sert terbiye rejimi altında tabiat en tembel olan küçük Samuel, parlak bir üniversiteli olabilmiştir.
On altı yaşında iken, Samuel yuvasından ayrılarak İstanbul’a tıp tahsilini yapmaya geliyor. Fakat tam bu sıralarda babasının ticaret işleri kötü gitmeye başlıyor ve bin netice oğluna yardım edemeyecek bir hale geliyor. Tahsiline girişmiş olan genç ansızın beş parasız kalıvermişti. Fakat Devlet Tıp Mektebi, ikmali tahsilinden sonra beş sene vilayetlerde hükümet tabipliği edenleri Devlet hesabına okutuyordu. Samuel bu suretle fırsattan istifade ederek, tıp tahsiline girebilmişti. Yaz tatillerinde, İzmir’e ailesinin yanına döndüğü vakit; İbranilerin dil, din ve Musa kanunları etrafındaki derslerine devam ediyordu.
Tabip diplomasını aldıktan sonra, hükümet doktoru olarak vilayetlerde hizmet görmüştür. İşte bu sıralarda evleniyor ve iki de çocuk babası oluyordu. Mecburi hizmeti biter bitmez, mütemmim tıp tahsili yapmak üzere Paris’e gitti. Avdetinde, yirmi sekiz yaşında olmasına rağmen, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine Profesör tayin edilmiştir. Otuz yaşını bulduğu vakit, Dr. Samuel Abrevaya, İstanbul’un en ileri gelen mide mütehassıslarından biri sayılıyordu. “Oracheim” Yahudi Hastanesi’nde fakir dindaşlarına bilâ ücret bakmayı kendisine vazife bilmişti.
Bugün, daha henüz elli yaşında olmayan Dr. Abreveya, bu hastanenin müdürü ve bu müessesede dâhil hastalıklar kısmının Şef’i olarak bulunuyor. Kızlarının biri İstanbul’daki Amerikan Kadın Koleji’nden mezundur. Diğer bir kızı Paris Üniversitesinde Hukuk doktoru imtihanlarına hazırlanıyor. Fakat daha Dr. Abreveya ile şahsen buluşmadan evvel onun en uzak vilayetlerden hükümet muhitlerine kadar her tarafta büyük bir sipesyalist olduğuna dair kazandığı şöhretinden haberdar idim. Şark’ta bir seyahat yapmakta iken hastalanan İsveç veliahdının tedavisine Dr. Abreveya memur edilmişti. Türk Hükümeti Doktora bir hususi tren gönderterek, kendisini büyük hastanın yanı başına getirmişti. Dr.Abreveya hasta prensin başucunda bir ay kalmış ve onu tedavi etmişti.
Kariyerinin en yüksek mertebesini, hem tıp âleminin mümtaz bir mümessili hem de Türk Yahudiliğinin bir banisi olması dolayısıyla, son genel seçimde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne saylav olarak girmesi teşkil ediliyor.
Saylavlığı işitilir işitilmez, Dr. Samuel Abreveya’ya zenginden, fakirden, âlimlerden ve köylülerden, Yeni Türkiye’nin her köşesinden tebrik telgrafları yağmaya başlamıştı. Ona karşı bu umumi ve sevgi ve hayranlığın bir güzel tecellisini, ben Meclis’in son açılma merasiminde, hazır bulunduğum sırada tespit edebilmiştim. O hiç unutulmaz günde, Cumhur Reis Kamâl Atatürk’ü gördüm ve yeni kabine azalarını, Devlete ve millete sadakat yemini ederlerken seyrettim. Aynı günde Meclis’in yeni saylavları da and içiyorlardı. Aralarında on yedi kadar kadın arkadaş bulunan ve birkaç yüz kişiden mürekkep olan Türk saylavları merasimle ve bir bir geçerlerken, birden bire bir alkış tufanıdır koptu. Bu alkış nidaları kimin içindir, diye yanımdaki komşumdan usulca sual ettim: “…C’est le Dr. Abreveya, le depute juif!” cevabını aldım.
Bu tezahürat Dr. Abreveya içindir. Biliyorsunuz, yeni Yahudi saylavımız şimdi, Yahudiliğin atisi etrafında tahminler yapmaya başlamış olduğundan, Dr. Abreveya şu son sözleri ilave ediyordu:
“Şayet, zamanla Yahudiler diğer ırklara, aralarında erimek yolu ile kaynaşacak olsalar bile, bu kaynaşma ve erime ancak sözde kalır. Zira Yahudi ırkı hiçbir gün tamamen yok olamaz. Yahudi dehası ve “esprit” her zaman yaşayacaktır. İster bize Türk desinler, ister Çekoslovak veya İtalyan.
Din ve ırk ayrı şeyler kalmalı ve üzerinde hiçbir akis yapmadıkları politika sahalarına asla sürüklenmemelidir. Din bir kimsenin yaratıcı kabiliyetinin ve zati istidatlarının tahakkukuna sedeçekilmesi hususunda bahane olarak kullanılmamalıdır.
Bu istidat ve kabiliyetler, hayati herkes için daha rahatça çekilir bir hale getirmek yolunda ve din, mezhep ve ırk farklıkları gözetmeksizin, sevk ve idare olunmalı, beslenilmelidir. Din imanımız kalplerimizde şahsi birey olarak kalmalıdır. Ve bütün istidatlar sahibinin dini kati ’iyen nazara almaksızın, bütün dünyaya insaniyetin müşterek istifade emrine, taksim olunmalıdır.” (Bakınız: Yeni Asır, 29 Teşrinievvel (Ekim) 1935 Salı, Sayı:9075, Sf:7.)
Bu yazıya Cumhuriyet Halk Partisi yanlısı Anadolu Gazetesi büyük tepki göstermiş ve gazeteci Orhan Rahmi gökçe Anadolu Gazetesi’nde “Bir Türk Saylavı Olduğu Halde Yahudiliği Müdafaa Ediyor” başlıklı yazısında Dr. Samuel Abreveya Marmaralı’yı Yahudi kimliği ve kültürünü savunmakla suçlamıştır. Dr. Marmaralı, bu eleştiriler karşısında tartışmaya girmeden kısa yoldan demecinin tepki çeken bölümünü tekzip ederek meselenin kapanması yolunun tercih etmiştir.
Dr. Samuel Abravaya Marmaralı, VI. Dönem milletvekili seçimlerinde yine Niğde’den 622 oy ile bağımsız olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girmiştir. 3 Nisan 1939’da mazbatası onaylanarak Meclis’e giren Dr. Marmaralı, bütün dönem boyunca Maliye Komisyonu’nda görev yapmıştır. Bu dönemdeki siyasi faaliyetlerini incelediğimizde bazı kanun maddelerinin düzeltilmesi ve değiştirilmesi konusunda oluşturulan komisyonlarda görev aldığı görülmektedir. Bu görevlerden birisi de İskân Kanunu’nun 32.maddesinin değiştirilmesi için oluşturulan komisyona katılmasıdır. Dr. Ali Çakırbaş ‘ın “TBMM’de Gayrimüslim Milletvekilleri (1923-1964) adlı eserine göre zaten, “…Tek parti döneminde bağımsız milletvekillerinin bile bağımsız hareket etmeleri söz konusu değildir. Dolayısıyla bu dönemde vekillerin simgesel bir öneme sahip olduğunu üstten gelen direktifler dışında hareket etmesinin mümkün olmadığı görülmektedir. Bu durum hakkında dönemin Nafia (Bayındırlık) Vekili Hilmi Uran hatıratında şu tespitlerde bulunmuştur: ’26 Mart 1939 tarihinde yapılmış olan umumi mebus seçimlerinde Afyonkarahisar’da, Eskişehir’de, Ankara’da ve Niğde’de bir yer açık bırakılmamak ve oralara Halk Partisinden namzet gösterilmek suretiyle; Afyonkarahisar’dan Berç Türker’in, Eskişehir’den, İstamat Özdamar’ın, Ankara’dan Dr Taptaş’ın ve Niğde’den Dr. Abreveya’nın müstakil mebus seçtirilmiş olması yine İsmet İnönü’nün ileri sürdüğü ayrı bir siyaseti idi. Çünkü bu suretle Büyük Millet Meclisi’nde güya, Berç Türker Ermenileri, Özdamar Papa Eftim’in başında bulunduğu ‘Türk Ortodokslarını, Dr. Taptaş asıl büyük ‘Rum’ kütlesini ve Abreveya da ‘Yahudi’leri temsil etmiş olacaktı. Hâlbuki ne temsil edenler ne de temsil edilenler, takip edilen maksada inanmışlardı. Binaenaleyh, o maksada yararlı olamamışlardı.’
Dr. Samuel Abreveya Marmaralı, Milletvekilliği boyunca Sıhhat ve İçtimai Muavenet Encümeni üyeliğinde görev aldı. Bu dönemde Tevfik Fikret Sılay’ın başkanlığında 14 Kasım 1938 tarihli genel kurulun ikinci celsesinde Atatürk’ün ölümü sonrasında cenaze merasimi için yapılacak sarfiyat hakkındaki kanun münasebetleri üzerine bir konuşma yapmıştır. Bunun dışında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde herhangi bir etkinliği bulunmamaktadır.
Dr. Samuel Abreveya Marmaralı, konuşmasında Atatürk’e olan sevgi ve muhabbetinden bahsederek duyduğu derin üzüntüsünü dile şöyle dile getirmiştir: “…Arkadaşlar, şimdiye kadar, son dakikaya kadar huzurunuza çıkmak şerefine mazhar olup da söz söyleyeceğimi katiyen bilmiyordum. Fakat son dakikada, kırılacak derecede çarpan kalbimin heyecanı beni buraya sevk etti. Buraya geldiğim dakikada dahi ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Atatürk’ün büyüklüğü, Atatürk’ün dehası, Atatürk’ün eseri hakkında neler söylendi, neler yazıldı. Kütüphaneler dolusu kitaplar mevcut. Radyoda neler dinledik. Bunlara ilave edecek söz bulmak şimdilik benim için kabil değildir. Esasen maksadım bunlardan bahsetmek değildir. Gözümüzün önünde hazin ve elim tabloyu gördüğüm zaman elini, ayağını seve seve öptüm. Fakat bu dakikada o arzu yine bende uyandı ve huzurunuzda –Huzurunuz– diyorum, çünkü huzurunuz demek doğrudan doğruya Atatürk’ün huzuru manevisi demektir. (Alkışlar, Bravo sesleri). Eğilmek ve milyonlarca defa elini, ayağını öpmek için buraya geldim. (Alkışlar). Sağ olsun Türk milleti… (Alkışlar.)” (Bakınız:www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/Tutanak/TBMM/d05/c027/tbmm05027004.pdf: İ:4 14-11-1938 C:2)
Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak, “Atatürk’ten Hatıralar” isimli eserinin 2’nci cildinde Dr. Samuel Abreveya Marmaralı ‘dan şöyle bahsetmektedir:
“… Savorona Yatı’na yerleştiği gün, Atatürk, sayın Prof. Dr. Nihat Reşat Belger’i davet ederek müdavi doktorları arasına almış bulunuyordu. Saraya döndükten sonra Operatör Prof. Dr. Mim Kemal Öke de bunlara iltihak etmiş, ayrıca Hükümetin tensip ve kararı ile İç Hastalıkları Mütehassısı Ord. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Sinir Hastalıkları Mütehassısları Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter ile Dr. Samuel Abreveya Marmaralı ve Dr. Kâmil Berk’ten mürekkep bir İstişare Heyeti teşkil edilmişti. Yine Hükümet’çe İstanbul’a gönderilen Sağlık İşleri Vekâleti Müsteşarı Dr. Asım İsmail Arar, her gün Saray’a uğrayıp hastalığın seyrini takip ediyor, bu hususta vekâleti vasıtasıyla Hükümet’e raporlar veriliyordu…
Bir taraftan da umumi efkarı, durumdan haberdar tutmak için 17 Ekim 1936 tarihinden itibaren Umumi Katiplikçe, müdavi ve müşavir doktorların raporlarını ihtiva eden bültenler yayınlanıyordu; bunlardan doktor raporlarını aynen ve sırası ile aşağıya sıralıyorum:
“İlk rapor: 17 Ekim 1938
Reisicumhur Atatürk’ün duçar oldukları karaciğer hastalığı normal seyrini takip ederken 16 Birinciteşrin (Ekim) 1938 tarihinde tesadüf eden Pazar günü birdenbire aşağıdaki ârazı göstermiştir:
a)Saat 14.30’dan, 22.00’ye kadar gittikçe artarak devam eden umumi zaaf ile birlikte hazmi ve asabi araz… Bu saate kadar nabız dakikada 116, teneffüs 22 ve hararet derecesi 36,5 idi.
b)Saat 22.00’den bu sabah saat 10.00’a kadar yukarıda ismi geçen âraz kısmen hafiflemiş ve nabız dakikada 104, teneffüs 20, hararet derecesi 37 olmuştur.
c)Yapılan muayene ve müşavere neticesinde tespit ve tatbik edilen mudavattan sonra umumi ahvalde hafif bir salah görülmekle beraber vaziyet ciddiyetini muhafaza etmektedir.
Müdavi doktorlar:
Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp,
Prof. Dr. Mim Kemal Öke,
Dr. Nihat Reşat Belger.
Müşavir doktorlar:
Prof. Dr. Akil Muhtar Özden,
Prof. Dr. Hayullah Diker,
Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter,
Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı*
Dr. Kâmil Berk.”
Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak’a göre Atatürk 8 Kasım 1938 günü çok yorgun olmakla beraber sakindi. Doktorlar sıra ile yanına geliyor, icap eden tedaviyi yapıyordu. O gün gıda olarak saat 6.00’da altı kaşık sütlü kahve, 8.30’da beş kaşık sütlü çay, 11.00’de bir miktar yulaf unundan puriç, 13.00’de altı kaşık süt, 15.10’da biraz çorba ve 17.15’de dört kaşık elma suyu almıştı. Saat 18.00’den sonra yanından ayrılıp, günlük işlerimle meşgul olmak üzere büroma inmiştim; çok geçmeden fenalaştığını telefonla bildirdiler (Saat 18.35). Telaşla hususi daireye koştum; yatak odasının iç içe olan iki kapısı arasındaki boşlukta Ali Kılıç duruyordu. Odaya girdiğim zaman Atatürk’ü şu vaziyette gördüm: Yatağın ortasında, iki elini yanlarına dayamış, oturuyor ve mütemadiyen öğürerek: “Allah kahretsin” diye söyleniyordu; ara sıra da hizmetçilerin tuttukları tasa koyu kahverengi bir mayi (pıhtılaşmış kan) çıkarıyordu.
Nöbetçi Doktor Samuel Abreveya Marmaralı ile o sırada yetişen Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp kendisine yine bir taraftan bazı ilaçlar enjekte etmeye, bir taraftan da buz parçaları yutturmaya başladılar; bir aralık sağında bulunan tuvalet masası üzerindeki saate baktı; herhalde iyi göremiyordu ki bana sordu:
“Saat kaç?..”
Cevap verdim:
“7.00 Efendim.”
Aynı suali bir, iki defa daha tekrar etti, aynı cevabı verdim. Biraz sükûnet bulunca yatağa yatırdık; başucuna sokuldum:
“Biraz rahat ettiniz değil mi Efendim?..” diye sordum.
“Evet!..” dedi. Arkamdan Neşet Ömer İrdelp yanaşıp rica etti:
“Dilinizi çıkarır mısınız Efendim?..”
Atatürk, dilini ancak yarısına kadar çıkardı; Dr. İrdelp tekrar seslendi:
“Lütfen biraz daha uzatınız!..”
Nafile!.. Artık söyleneni anlamıyordu; dilini uzatacağı yerde tekrar tamamen çekti; başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp’e dikkatle baktı ve “Aleykümesselam” dedi; son sözü bu oldu ve ikinci ponksiyondan tam 30 saat sonra komaya girdi… (Bakınız: Hasan Rıza Soyak, “Atatürk’ten Anılar C:II” Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. Yayınları, İstanbul 1973, Binbirdirek Matbaacılık Sanayii A.Ş. Sf:719…“XI. Çocukluğundan beri geçirdiği tespit edilen hastalıklar. Son hastalığı nasıl teşhis edildi ve nasıl seyretti. Nihayet elim akıbet…)
Aşağıdaki Resmi Belge de Atatürk’ün naaşı için tahnit işlemi yapıldığına dair Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nin 11 İkinciteşrin (Kasım) 1938 tarihli açıklamasını görmekteyiz (BCA,30.18.1. 2/18. 3.43-12.):
Dr. Samuel Abreveya Marmaralı’nın Tevfik Fikret Sılay’ın başkanlığında 14 Kasım 1938 tarihli genel kurulun ikinci celsesinde Atatürk’ün ölümü sonrasında cenaze merasimi için yapılacak sarfiyat hakkındaki kanun münasebetleri üzerine yaptığı konuşmasındaki:
“…Gözümüzün önünde hazin ve elim tabloyu gördüğüm zaman elini, ayağını seve seve öptüm.” dediği an kanımca tahnit işlemi yapılırken gerçekleşmiştir. Ama hakkında yoğun olarak çıkartılan “Türk Yahudiliğinin Kurucusu” olduğu halde ispatlanamamış(!) bir söylentiyi de dile getirmek isterim: “Dr. Samuel Abreveya Marmaralı ‘Mason’ dur. Bir başka söylentiye göre de Atatürk Mason derneklerini kapattırınca kendisine diğer Mason doktorlarla birlikte, Atatürk’ü zehirleme görevi verildiği ve bu görevi adım adım uygulayanlar arasında önemli bir yeri olduğudur. (Bakınız: Günay Tolun, “Tarihin Habercisi Dergisi”, 7 Temmuz 1912: Atatürk’ün Doktoru, Masonlarla İlgili Söylenenler)
İspatlanamaz.
Çünkü Sürekli ve Danışman Doktorlar, 11 Kasım 1938 günü saat 9.30’da Atatürk’e otopsi yapılmasının tamamen lüzümsuz gerek olmadığına dair karar vermişlerdir. İşte o rapor:
“10 Kasım 1938 tarihinde düzenlenen büyük raporda belirtildiği üzere Atatürk’ün vefatına sebep olan müzmin karaciğer hastalığı (asitli siroz), tabii seyrinde devam ederek karaciğer büyük yetmezliğine bağlı derin koma husule geldiği, oy birliğiyle tespit edilmiş ve keyfiyet hastalığın ilk gününden beri belli olarak, bu teşhis gerek milli ve yabancı danışman hekimlerin de kanaatlerine uymuş(!).
Ve hastalığın on bir aya yakın süren seyri de bunu doğrulamış ve arada herhangi bir hastalıkla karışmasına ait klinik belirtiler görülmemiş olduğundan ve bu itibarla gerçekleşen ölümün sebebinde en ufak bir tereddüt ve şüphe kalmamış olduğundan bir otopsi işleminin tamamen lüzumsuz ve faydasız olduğu kanaatine varılmış(!) ve defninde hiçbir fenni mahzur kalmamıştır.”
Bu raporda Hükümet adına Sağlık Bakanı Dr. Hulusi Alataş ve Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’ın da imzaları bulunmaktadır diyen Yazar Sami Çelik, “Atatürk’ün Son 100 Günü” adlı eserinde ayrıca Sürekli ve danışman hekimlerin Atatürk’e tahnit yapılmasına dair raporuna da yer vermiştir. Tahnit raporunda dikkati çeken husus Rapor’da atılan imza sahiplerinin isimleridir: (!: Bakınız, Sf:187.). Yazar Sami Çelik’e göre Tahnit işlemi raporunda yine Hükümet adına Sağlık Bakanı Dr. Hulusi Alataş ve Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’ın da imzaları bulunmaktadır. Yukarıdaki Resmi Belge de Atatürk’ün naaşı için tahnit işlemi yapıldığına dair Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nin 11 İkinciteşrin (Kasım) 1938 tarihli açıklamasında diğer imza sahiplerini görmüştük.
Yıllar geçse de bazı şeyler zamanla fark edilebiliyor değil mi?
Atatürk, 10 Ekim 1935 tarihinde Ankara’da Çankaya Köşkü’nde Doktor Mim Kemal Öke ‘ye hitaben: ”Mason Cemiyeti’nin faaliyetini inkılaplara muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz ve bir daha diriltmeye teşebbüs etmeyiniz!” demişti. Kısa bir süre sonra; İzmir’in önde gelen gazetelerinden Yeni Asır Gazetesi Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, World Jewry Dergisi muhabiri İngiliz gazeteci Betty Ross’a Ankara Palas’taki verdiği söyleşiyi Türkçeye tercüme ettirerek okuyucularına tam da Cumhuriyet’in İlan günü olan 29 Ekim 1935 tarihli nüshasında duyurmuştu.
1919 yılından 1938’e kadar Atatürk’ün yanından koruması olarak hiç ayrılmayan asıl adı Süleyman Asaf Emrullah bilinen adıyla Kılıç Ali bakın neler söylüyor:
“…Bu mübarek adamın ölümüne takaddüm eden günlerde, gelecek günler için tatbiki düşünülen korkunç programın emareleri belirmeye şuradan buradan sızmaya başlamıştı. Anlaşılıyordu ki O’nun ölümünü bekleyenler, henüz 58 yaşında, daha genç denebilecek çağda bulunan O Büyük Adam, amansız bir hastalığın pençesinden kurtulmak için mücadele eder ve ölümle karşı karşıya gelmiş vaziyette pençeleşirken, yarattığı tarihle beraber göçüp gideceğini ve ölümünün memlekete neler getirebileceğini hiç düşünmüyorlardı.
Atatürk’ün kudreti karşısında yıllardan beri her biri bir tarafa sinerek fırsat bekleyen mülteciler (:bir başka yere ya da ülkeye sığınan), Atatürk’ün ölümü ile iş başına geleceklerin yardımı ile eski şeriat devrinin tekrar doğacağını ümit ediyor ve bekliyorlardı. Felaket yaklaştıkça, hislerine, kinlerine, şahsi menfaat hırslarına mağlup bir takım insanlar vefakârlık, insanlık hasletlerini bir tarafa bırakmışlar, sinsi sinsi, kötü kötü faaliyetlerine başlamış bulunuyorlardı. Bunlar artık bir kin ve intikam devrine yaklaşıldığını sezerek mazide güya uğradıkları zararları, kaybettikleri makamları telafi etmek ümitlerine kapılarak Atatürk’ün ölümünü neredeyse temenni ediyorlardı.
O günlerin en dikkati çeken ve en ziyade hayrete şayan olan bir ciheti de bekledikleri meş’um ölüm hadisesinden sonra geniş bir nefes alacaklarını tahayyül edenlerin başında ve arasında maalesef Atatürk’ün nimeti ile perverde olanların dahi mevcut olmasıydı. Atatürk’ün hayatında O’nun bir sözüne, bir iltifatına, bir lütfuna mazhar olmak, bir kere davetine nail olarak bir defa sofrasına oturmak şerefi için günlerce, aylarca, bizlere rica edenlerin, şimdi hırs, kin ve garaz hisleriyle yeni iktidarın etrafında çöreklenmek üzere daha O daha ölmeden hazırlandıkları duyulup işitiliyordu.
Atatürk’ün bu son günlerinde, içimiz kan ağlayarak Saray’ın matem dolu havası içinde yine de yarınki vaziyetin ne olacağı fark ediliyordu. Sanki bir çiftliğin hasılatı, çiftliğin sahibi ölünce, mirasçı tarafından bendegânına atiye olarak dağıtılıyordu. İşte Atatürk ölüm döşeğinde iken Ankara’dan akseden hava ve manzara bu derece hazin, bu mertebe elim idi.”
Kemal ATATÜRK, Türkün tarihinde ve gönlünde fikirleri ile daima yaşayacaktır.