—“Ataları Bulgaristan’ın Köstendil kasabasındandı.
Ailesi, Rus işgalinden kaçarak 1890 yılında Bursa’ya göçmüştü.
1897 yılında Bursa’da doğdu.
Babası, posta idaresinde memur olan Süleyman Bey; annesi Zekiye Hanım’dı.
Afyon İdadisi ve Bursa Ziraat Mektebi’nden mezun oldu.
Askerliğini Birinci Dünya Savaşı sırasında yedek subay olarak yaptı. Ordunun sebze üretiminden sorumluydu.
Savaştan sonra, 1919 yılı itibarıyla devlet hizmetinde çalışmaya başladı. 1920’de mezun olduğu Bursa Ziraat Mektebi’ne öğretmenlik yaptı. Sonra ataması Ankara’ya yapıldı.
1925 yılında Semiha Hanım ile evlendi.
İlk oğlu Can KIRAÇ 22 Mayıs 1927’de “ATATÜRK ORMAN ÇİFTİĞİ” nde doğdu. ABD ‘ye giderken eşini ATATÜRK ‘e emanet etmişti çünkü.
Oğluna “Can” ismini Mustafa Kemal verdi.
Ve 1934’te Soyadı Kanunu çıkınca ATATÜRK aileye; Ali Numan Bey’in Eskişehir’deki “kuru ziraat” üzerine yaptığı başarılı çalışmalarından dolayı “KIRAÇ” soyadını armağan etti.” Soner YALÇIN, “ATATÜRK ‘ün en güvendiği ziraat mühendisinin başına neler geldi “ başlıklı makalesinde “KIRAÇ” Ailesi’ni böyle tanımlamıştı.
Tayfun ER eseri “Erguvaniler Türkiye’de İktidar Doğanlar” sayfa 138’de ise:
—“KIRAÇ ‘ın babaları Ali Numan Bey’e soyadı, kuru tarımla ilgili yaptığı çalışmalardan dolayı ATATÜRK tarafından verilmiş. Ali Numan KIRAÇ, CHP 1946 Eskişehir milletvekili adayı, ATATÜRK Orman Çiftliği ve Devlet Üretme Çiftlikleri Genel Müdürlüğü yapmış. Ali Numan Bey’i ABD ‘ye okumaya gönderen ATATÜRK ‘tür,” demişti.
Gönül BAKAY ve Leyla PEKCAN ‘ın derlemesi olan “ATATÜRK’Ü YAŞAYANLAR” adlı eserin 131’nci sayfasında “Adımı ATATÜRK koymuş” diyen Can KIRAÇ ‘a rastlamıştım. Dilerseniz bu rastlantıya hep birlikte okuyarak şahitlik edelim;
— “Adımı ATATÜRK Koymuş:
—“Bendeniz ATATÜRK ‘le doğrudan bir ilişki kurmuş değilim. Ancak babamdan ve annemden ATATÜRK ‘ü çok dinledim.
Benim doğumum, 22 Mayıs 1927.
Mustafa Kemal o dönemde, yani benim doğduğum zamanlarda Gazi Çiftliği kuruluşu üzerine çalışmaktaymış. Bu nedenle Mustafa Kemal bazı ziraatçıları çiftlikte çalıştırıp Türk çiftçisine modern tarımı anlatacak bir ortamı yaratmak istiyor. Babam da tesadüfen o tarihlerde Ankara’da bir tarım okulunda öğretmen ve babamı bu iş için Mustafa Kemal’e tavsiye ediyorlar. Ali Numan’ı da yanına almasını öneriyorlar.
Babam da ATATÜRK ’le bu vasıta ile tanışıyor ve Etimesgut’a yerleşmiş oluyor.
Babam o sırada yeni evlenmiş (1925).
Sonra da benim doğduğum tarihe geliyoruz ve ben çiftlikte doğan ilk çocuk oluyorum. Çiftlikte doğan ilk çocuk olduğum için Mustafa Kemal Paşa ismimi kendisi koymak istiyor. Ben doğduktan sonra bir akşamüzeri bizim eve ziyarete geliyor, annemi ve babamı tebrik ediyor. Bir de altın getiriyor doğum hediyesi olarak ve benim adımı “Can” koyuyor. Aslında baktığınız zaman benim kuşağımda Can ismi yoktur. Bunu düşündüğümüz zaman ATATÜRK ‘ün vizyonundaki ileri bakışın benim ismimde de ortaya çıkmış olduğunu kavrayabilirsiniz. Şimdi çok fazla Can ismi var ama o yıllarda bu isim hemen hiç kullanılmamaktaydı.
Yine aynı dönemde Mustafa Kemal çok önemli bir karar veriyor ki bu karar günümüzde halen çok iyi hatırlanmaktadır. ATATÜRK gençleri yurtdışına yollama kararı alıyor o yıllarda. Gençlerin yurtdışında belirli alanlarda yetişmelerini sağlamayı amaçlıyor bunu yaparken. Çünkü o vakit Türkiye’de yetişmiş iyi eleman hemen hemen hiç yok. Meslek bakımından durum oldukça sıkıntılı. Ve ATATÜRK, bu sebeple babamı da Amerika’ya kuru ziraat üzerine master yapmaya gönderiyor.
Şimdiki Etimesgut İstasyon Gar Binası o zamanlar istasyon değilmiş. Biz o binada oturmaktaymışız. Sonradan biz de babamın yanına Amerika’ya gidiyoruz ve orada babamla beraber üç yıl kalıyoruz. Babam da zaten dört yıl kadar kalıyor Amerika’da. Tabii ben çok küçük olduğum için orada bulunduğumuz bu dönemi hiç hatırlamıyorum. Babam dönüşte yine çiftliğe gidiyor. ATATÜRK ’ün karşısına çıkıyor ve Eskişehir’e gitmek istediğini söylüyor.
ATATÜRK ‘de:
-…”SEN BURADA ÇALIŞACAKTIN? NEDEN ESKİŞEHİR’E GİTMEK İSTİYORSUN?” diyor babama.
Babam da:
—“Amerika’da kuru ziraat işi üzerine eğitim aldım ve kendimi bu yönde geliştirdim,” diyerek Eskişehir’de kuru ziraat üzerine çalışmak istediğini, Türkiye’de Anadolu topraklarında da bu iş için en elverişli toprak Eskişehir’dedir” diyor babam. Dolayısıyla; “Ben orada kıraç topraklarda en iyi buğday, arpa, yulaf üretimi nasıl yapılır onları araştıracağım ve Türk köylüsüne orada en iyi tohum üretimini yapmayı öğretmek ve bunu sağlamak için çalışacağım,” diyor.
ATATÜRK:
-…”SEN BUNLARI BURADA, ANKARA’DA YAP” diyor.
Fakat babam diretiyor. Bunun üzerine ATATÜRK ‘ün babama verdiği cevap ilginçtir:
-…”GÜZEL BİR EŞİN, ÇOK KÜÇÜK BİR ÇOCUĞUN VAR. SEN ESKİŞEHİR GİBİ BİR YERDE NASIL YAŞAYACAKSIN? BU İŞ EŞİN VE ÇOCUĞUN İÇİN DE PEK ZOR OLACAK.”
Evet, yapılacak iş önemli. Ama ATATÜRK biliyor ki bir kimse özel yaşamında mutlu olmazsa işinde de yeterince verimli olamaz, sebatlı çalışamaz. Bu nedenle önceden bir dost, bir ağabey gibi uyarıyor babamı. Lakin babam kesin olarak kararlıymış. Gittiği için de hiçbir zaman pişmanlık duymamış. Nitekim biz, 1946 yılına kadar Eskişehir’de yaşadık. Tabii ben Galatasaray Lisesi’nde yatılı olduğum için yazları giderdim Eskişehir’e.
Eskişehir’de yaşıyoruz dediysem, tabii tam olarak merkezinde de değil, Eskişehir’in beş kilometre kadar dışında olan bir yerde yaşamaktaydık. Bir devlet çiftliği… Ben orada ilkokula yaylı araba dediğimiz bir at arabasıyla giderdim. Odun Pazarı’nın orada Ülkü Okulu vardı. O beş kilometrelik yolu at arabasıyla yarım saatte giderdim. İlkokulu orada bitirdim.
1937 yılında ben ilkokul son sınıftayken Hatay’ın Türkiye ‘ye katılması olayı patlak verdi. ATATÜRK hasta olmasına rağmen o konuya çok önem veriyordu. Fransızlara karşı bir kuvvet gösterisi yapmak istiyordu. Bunun için yola çıktığında trenle Eskişehir’e geçerken, Eskişehir’de duruyor geceleyin. Gündüz babama haber gönderiyor ve beni sorduruyor:
-…”CAN NEREDEDİR? BİR GÖREYİM,” diyor babama.
Annem nedense korkuya kapılıyor bunu duyunca.
Korkuya kapılmasının sebebi de ATATÜRK ‘ün o sıralarda bir evlat edinmeye çalışması içerisinde olması. Biliniyor bu. Gazeteler yazıyor. Ülkü Hanım’ı evlat edindiği zamanlar. ATATÜRK ‘ün karşısına bu nedenle beni çıkarmaya korkuyor annem ve bu nedenle beni O ‘nun yanına yollamıyorlar. Bu nedenle kendisiyle görüşüp konuşma şansını kaçırmış oluyordum.
Ben Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra baba mesleğini seçtim. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde okudum ve Ziraat Mühendisi oldum. Ziraat Fakültesi’ni 1950 yılında bitirdim. Bundan bir yıl önce 1949 yılında Türkiye Milli Talebe Federasyonu başkanı oldum. O dönem tabii Türk gençliği bugünkü gibi çok bölünmüş bir halde değildi. Hepimizin ideali Türkiye’yi ATATÜRK ‘ün ilkelerine bağlı kalarak Avrupa medeniyeti seviyesine çıkarmaktı. Bunu kendimiz için en önemli bir ülkü edinmiştik. Dolayısıyla ben ATATÜRK ‘ü böyle yaşayarak bugünlere kadar geldim. Yani benim ATATÜRK ‘e bağlılığım, Etimesgut’ta Gazi Çiftliği’nde başlayan hikâyemle paralel olarak halen devam etmektedir. Bugün benim internet sitelerine de baktığınız zaman oralarda da ATATÜRK ‘le ilgili yazılarımı, O ‘nun fotoğraflarından yaptığım kolajları görebilirsiniz. Ben O ‘nu yaşamaya veya yaşatmaya ömrüm yettiğince devam edeceğim. ATATÜRK ‘ü duygularımla yaşayarak, hem dostlarıma bu bağlılığımı göstermeye çalışıyorum hem çocuklarıma bu duyguları aşılıyorum. Bugünkü Türkiye’nin içerisinde bulunduğu siyasal ortamda ATATÜRK ‘e gösterilen ilgiyi büyük bu heyecanla izliyorum., fakat bir yandan da ATATÜRK ‘e gösterilen karşıtlığa müthiş bir hayret duyuyorum.
Ben Eskişehir Halkevi’ni hatırlıyorum. Türkiye’nin bütün illerinde ve birçok ilçesinde halkevleri bulunmaktaydı. Halkevleri bir kültür yuvasıydı. Orada her alanda özellikle gençlere öncü olacak hareketlere yönelinirdi: tiyatro gibi, şiir gibi, resim gibi. Benim hatırladığım önemli alanlar bunlardı.
Ve Türkiye’deki önemli yazarlar, önemli ozanlar hep halkevi kökenlidir ve orada başarıya imza atmışlardır. Gençler Halkevlerini ikinci bir okul gibi kabul ederlerdi ve rızalarıyla giderlerdi oralara. Halkevlerine katılanların maddi desteğiyle ayakta duran kuruluşlar değildi. Tabii Halkevleri yapılanma itibarıyla Halk Partisi’nin bir parçasıydı. Ve tabii Demokrat Parti 1950’den sonra iktidara gelince partizan bir didişme neticesinde ne yazık ki Halkevleri kapatıldı. Fakat şimdi uzaktan izlediğim kadarıyla halkevleri yavaş yavaş yeniden canlanıyor. O tarihlerde gerçekten gençlerin spor alanında daha eğitim gördükleri kuruluşlardı. Şimdiki yapılanma pek öyle değil anladığım kadarıyla halk evleri yavaş yavaş yeniden canlanıyor. O tarihlerde gerçekten gençlerin spor alanında dahi eğitim gördükleri kuruluşlardı. Ben Halkevleriyle babamın Halkevi başkanı olması dolayısıyla da bir ilişki içerisindeydim tabii. Ayrıca Galatasaray Lisesi’ne giderken gördüğüm Fransızca Eğitim dolayısıyla Eskişehir’e döndüğüm vakitlerde benim Halkevi’nde bir sınıfım olurdu ve ben orada Fransızca öğretirdim, lise öğrencilerine kurslar verirdim. Tabii Talebe Federasyon başkanlığı dönemimde de İstanbul’daki Halkevleriyle ilişkim oldu. O vakit konferanslar düzenlenir, Türk edebiyatının önemli isimleri için programlar yapılırdı. Onlar tanıtılır yahut mümkünse onlarla buluşmalar ayarlanırdı. Biz o zamanlar öğrenciler olarak aramızda münazara dediğimiz tartışmalar yapardık. Bu daha çok liseler arası veyahut fakülteler arası yapılırdı. Belli bir konu seçilir, onun üzerine tartışılır, fikir yürütülürdü. Mesela Ziraat Fakültesi’ndeyken ben münazara ekibi başkanıydım. Türkiye’nin kalkınması tarımla mı olur sanayi ile mi olur, diye bir tartışma konusu seçildi. Fen Fakültesi ile Ankara ‘da bu tartışmayı yaptık.
Fen Fakültesi ekibinde Erdal İNÖNÜ başkandı, sözcülüğü de o yapıyordu. Onunla biz karşı karşıya geldik. Ve biz kazandık, Türkiye’nin kalkınması tarım ile olur diyerek. Tabii daha sonra Erdal Bey ile dost oldum. Bu anımızı hep gülerek hatırladık.
Beni hep eleştirdi:
—“Bir sanayi grubunda çalışıyorsun ve hâlâ bu ülkenin tarımla kurtulacağını savunuyorsun,” derdi bana.
Ben de evet hâlâ bunu savunuyorum derdim. Bunu savunuyorum ama artık biliyorum ki tarım, sanayi ile birleşerek kalkınma olacak. Bu inancımı hakikatten halen muhafaza etmekteyim.
Eskişehir o dönemde tam bir Anadolu kasabası idi. Bunu Eskişehirliler duyarlarsa kızarlar bana. Kızmasınlar. O halini biz biliriz o şehrin. Nasıl da değişti şimdi. Yolları tozlu, kışın çamurlu bir yerdi. Fakat bir aydın çevrenin oluştuğu merkezdi. Tabii lokal olarak. Ankara ile İstanbul arasına sıkışmıştı o vakit Eskişehir.
Düşünün tren bile gece yarısı geliyordu. Şimdi bir şehre tren gece yarısı ulaşıyorsa, orada canlılık çok sınırlı demektir. Fakat o Eskişehir’in aydınlık yüzünün en önemli nedenlerinden biri Hava Harp Okulu’nun Eskişehir’de olmasıydı. Sonra şeker fabrikaları kuruldu. Şeker fabrikasının kurulması Eskişehir’e büyük bir yenilik getirdi. Sonra Demir Yolları’nın Eskişehir’de çok önemli tesisleri vardı. Ve orada Alman teknolojisi kullanıldığı için çok fazla Alman bulunurdu. Hatta Almanların İlkokulu vardı. Eskişehir’de ikamet ederlerdi. Fakat Eskişehir ekonomik olarak bir türlü kalkınamıyordu. Çünkü oradaki temel sanayi torağa dayalı tuğla ve kiremit sanayii idi. Eskişehir’in toprağı killi bir topraktır. Tuğla ve kiremit yapımına uygundur. Eskişehirli girişimciler işlerini büyütmek istedikleri zaman Eskişehir dışına çıkmışlar, İstanbul ve Ankara’ya gitmişlerdir. Yani Eskişehir’de büyük yatırımlar yapılamamıştır o vakit. Şimdi Eskişehir çok değişti. Bu değişimde oradaki iki üniversitenin çok büyük payı var. Tabii belediye başkanının başarısı da göz ardı edilemez. O çamurlu Pursak Çayı şimdi içinde gondolların dolaştığı bir mesire yerine dönüşmüş. Her şey çok güzel ve çok muazzam olmuş.
O dönem, yani Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul’un nüfusu bir milyon seviyesinde idi. Tramvay Beyoğlu’ndaki gibi sembolik tramvay değildi. Çamlıca’dan Ortaköy’e kadar tramvayla gidilirdi. Sakin bir hayat vardı. Öğrenci hayatı aslında her zaman sıkıntı içinde geçmiştir. .ama bizim küçük lükslerimiz olurdu. Ben daimi yatılı okumuştum okulu. Kadıköy’de büyük eniştem vardı. Bazı hafta sonları beni evlerine davet ederlerdi. Cumartesi günü Kadıköy’e geçeceğim vakit, vapurda o zaman lüks kamara diye bir bölüm vardı. 20 kuruş ilave para verilip orada oturulurdu. Ben de öyle yapardım. Oraya her zaman çok şık giyimli erkekler ve hanımlar otururlardı. Ben de onların arasında seyahat ederdim. İstanbul hanımları çok şık giyinirlerdi. Fakat şimdi bunların hiçbirisi kalmadı. Mesela Beyoğlu’na çıkarken giyimlerine çok özen göstermiyorlar. Oysa o zaman kadınlar da erkekler de Beyoğlu’na çıkarlarken çok özen gösterirlerdi. Rugan ayakkabılar, büyük şapkalar, eldivenler… Herkes bu tip kıyafetleri kullanırdı.
Mesela o vakitler Beyoğlu’nda görmüştüm: “Getr” ismi verilen, ayakkabının üstünü örten kadifeye yakın kumaştan yapılan bej rengi bir örtü bileğe kadar sarılırdı. Sonbahar ve kışın kaşmir paltolu, beyaz kaşkolü ve fötr şapkalı beyefendiler olurdu Beyoğlu’nda. Tokatlayan diye çok önemli bir merkez vardı orada. Biz öğrenciyken yanından bile geçemeyeceğimiz restoranlar vardı. Tabii Galatasaray Lisesi’nde okumanın bir avantajı da okuldan çıkar çıkmaz kendimizi Beyoğlu’nda bulmamızdı.
Çiçek Pasajı o zamanlar da çok renkli ve hareketliydi. Orası gençliğimizden beri vazgeçemediğim bir mekân olmuştur. Hâlâ yılda 3-4 defa gitmeye, bu geleneğimi sürdürmeye gayret ederim.
Benim Galatasaraylı yıllarımda tabii ki İkinci Dünya Savaşı anıları da var o vakit Almanların hemen kapımıza kadar yaklaştığı, Yunanistan’ı işgal ettiği ve Türkiye’yi harbe girmeye zorladıkları bir dönem. Karartma geceleri olurdu. İstanbul kararırdı.
Şu anlamda:
Bütün pencerelere mavi bezlerden bir örtü örtülür ve böylece pencerelerden dışarıya ışık sızması engellenirdi. Herhangi bir hava taarruzuna karşı bu tedbir alınırdı. İkinci Dünya Savaşı maddi sıkıntıları da beraberinde getirdi haliyle.
Mesela benim eski nüfus kâğıdımda ekmek karnesi damgaları vardır. Ekmek karnelerimizi aldığımız zaman okulda daimi yatılı olduğumuz için okul idaresine verirdik. Ve o sayede bize sabah, öğle ve akşam olmak üzere üç kez birer dilim ekmek verirlerdi. İkinci bir dilimi yeme hakkımız yoktu. Karartma gecelerinde bazen alarm verilirdi, bizi hemen yatakhanelerden çıkartırlar, koridorlarda toplarlardı. Orada beklerdik bazen sabaha kadar. Birbirimize dayanarak uyuklardık. Her alanda bir mahrumiyet vardı. Lise öğrencileri çok hareketlidir. Dolayısıyla en çabuk eskiyen şey bizim ayakkabılarımız olurdu. Ayakkabılarımızın altı delinirdi, pençe yaptırırdık, sonra o ayakkabının altının eskimesini önlemek için kabara diye bir çivi sistemi vardı. O çivileri çaktırırdık ki kösele hemen eskimesin diye. Tabii o kabaraları çaktırınca da bizim Galatasaray Lisesi’nin mermer koridorlarında çok gürültülü yürüyüşler olurdu haliyle.
Yemek çok kısıtlıydı tabii savaş zamanında. Sonra bir dönem Milli Koruma Kanunu uygulaması yapılırdı.
Milli Koruma Kanunu uygulaması da şöyleydi:
Lokantalar, pastaneler belediye tarafından kontrol edilir. Fiyatı uygunsuz olanlar hemen kapatılır ve ceza alır. Oralardaki yemekler, tatlılar toplatılır; bunlar Galatasaray Lisesi’ne gelirdi. Öğlen veyahut akşam bize dağıtılırdı. O gün pasta veya tatlı geldiğinde anlardık ki belediye o gün de bir yeri kapatmış. Tabii bugünkü gençlerin bu sıkıntıları anlaması mümkün değil. Şimdikilere bu anlattıklarımız masal gibi geliyor. Tabii ki yaşamadan anlaşılabilecek durumlar değil bunlar. Yaşamasınlar da zaten, asla istemem. Ama tabii bu durumlar bizim için çok mühimdir, içimize işlemiştir.
İlk kez tiyatroya Eskişehir’de gittim. Daha sonra da İstanbul’da izledim. Çok güzel artistler vardı tiyatrolarda. Hepsi çok yetenekliydi. Yalnız Türk Tiyatrosundan değil Batılı metinlerden de olağanüstü eserler sergilerlerdi. Ben tiyatroya asıl Galatasaray Lisesi’nde bağlandım. Cahide SONKU diye çok güzel bir hanımefendi vardı. Ona çok hayrandım. Tabii o zamanlar Tepebaşı Tiyatrosu vardı. Orası Türk tiyatro hayatı için çok önemli bir ekoldür. İstanbul hayatı o bir milyonluk nüfusundan bu on beş milyonluk nüfusa gelerek o kadar çok değişti ki. Tepebaşı değil artık malumunuz. Orası bir sanat merkezi olmaktan çıktı artık. Galatasaray Lisesi’nin karşısında bir büfe vardı köşede. Pazar sabahları okuldan çıktığımızda en büyük lüksümüz o büfeye gidip sahanda yumurta yemek olurdu. Kışın da tahin helvasını francala ekmek arasına koyarak ısıra ısıra yemek en büyük keyfimizdi.
Sonra yaz kış demez sinemaya giderdik. Maça giderdik mutlaka. O vakit liselerde çay patileri olurdu. Bu partileri heyecanla beklerdik ve genellikle Dame de Sion ‘lu kızlarla buluşup giderdik bu partilere. Tabii o günlerde bu kız – erkek ilişkisi çok platonik diyeceğimiz şekildeydi. Yani bir kızla konuşmak dahi bizleri çok heyecanlandırırdı. Şimdiki gibi bu kadar serbest bir şekilde arkadaşlık edemezdiniz bir kızla. Çetin ALTAN, Orhan BORAN, Metin AND benim sınıf arkadaşlarımın arasındaki bazı isimlerdir. Birçok hariciyeci bizim sınıflardan yetişmiştir.
1938 yılı benim hayatımda çok önemli bir dönüm noktasıdır. Ben Galatasaray Lisesi’ne girmiştim. Ortaköy’de okumaktaydım. ATATÜRK Dolmabahçe Sarayı’nda yatıyor. O zaman tabii bu yalnız benim duygum değildi. Bütün o genç kuşak ATATÜRK ‘e babası gibi bir bağlılık hissederdi. Ama bizler Ortaköy’de, Galatasaray Lisesi’nde, Dolmabahçe Sarayı’na komşu sayılırdık ve bunu büyük bir manevi destek olarak yorumladık. Ve bir sabah, saat on – on bir sıralarında derste haber aldık, öğrendik ki, ATATÜRK vefat etmiştir. İnanılmaz bir sabahtı o. Hepimiz hıçkırarak ağlıyorduk. Ve o üzüntümüz haftalarca devam etti. ATATÜRK ‘e bağlılığın ne demek olduğunu o vakitlerde iyice hissettim. Ve bugün dahi o duyguyu yaşarım. Sonra Dolmabahçe Sarayı’na ATATÜRK ‘ün katafalkı kuruldu. Bütün İstanbul halkı oraya aktı. Bizde öğrenciler olarak oradaydık. Bir on gün kadar orada kalan naaş, Yavuz Zırhlısı ile Haydarpaşa’ya geçirildi ve oradan da Ankara’ya gönderildi. Ben o sırada bir apandisit krizi geçirdim ve beni Eskişehir’e yolladılar. ATATÜRK henüz Ankara’ya nakledilmemişti. Ben ATATÜRK ‘ün Eskişehir’den geçişine de böylece şahit olmuş oldum.
Bir hastalığa sevinir mi insan?
İnsanın O ‘nu bir kez daha uğurlama şansı bulduğum için sevinmiştim. Trenler o vakit Eskişehir’den hep gece yarısı geçerlerdi. Tren istasyonda bir saat kalırdı. Kışsa istasyonunda hep salep satılırdı. Ve Eskişehirliler bir mesire yeri gibi istasyona gelir, orada muhabbet ederlerdi.
Beni etkileyen şey şudur o gün:
Babam beni gara getirmeden önce bir tepe üzerine çıkarttı. Oradan baktığımda gördüm ki bütün demiryolu hat boyu meşaleli bir ışık. Köylüler ellerinde meşalelerle ATATÜRK ‘ü bekliyorlardı. Çok müthiş bir andı o. Ve böylece ATATÜRK Ankara’ya uğurlandı Eskişehirliler tarafından. Nasıl büyük bir andı o. Görmeden anlamak mümkün değil.”
Eksiklikler benim, fazlalıklar daha önce emek verenlerindir. Bir başka yazımda görüşmek üzere esen kalınız efendim.