ATATÜRK, Selanik Askerî Rüştiyesinden itibaren hayatı boyunca dostlukları ve arkadaşlıkları devam etmiş olan Ahmet Fuat (BULCA) ’ya bir gün şöyle demişti:
“KARDEŞLERİMİN ARASINDA EN ÇOK SEVDİĞİM NACİYE İDİ. O, ÇOCUK YAŞININ ÜSTÜNDE HİSLİ, DUYGULU VE ÖĞRENMEYE MERAKLIYDI. BEN HARBİYE YE GİDERKEN KİTAPLARIMI İSTEMİŞTİ. BEN, ANNEMDEN ONU OKUTMASINI İSTEMİŞTİM. NE ABLAM FATMA’YI, NE AĞABEYLERİM AHMET VE ÖMER’İ HATIRLAMIYORUM. AĞABEYLERİM 1883’TE BEN İKİ YAŞINDA İKEN ÖLMÜŞLER. NACİYE ANNEM ZÜBEYDE HANIM GİBİ SARIŞIN, MAVİ GÖZLÜ, DURU VE BEYAZ TENLİ İDİ.”
1839 doğumlu Ali Rıza Efendi, 1857 doğumlu Zübeyde Hanım ile 1870 veya 1871’de evlenmiştir ve altı çocukları olmuştur:
*Fatma (1871/1872-1875),
*Ahmet (1874-1883),
*Ömer (1875-1883),
*Mustafa (Kemal ATATÜRK) (1881-1938),
*Makbule (Boysan Atadan) (1885-1956,)
*Naciye (1889-1901).
Görüldüğü üzere Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün kardeşlerinden Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer sekiz yaşlarında, o senelerde Rumeli’yi kasıp kavuran salgın kuşpalazı (difteri) hastalığından çocuk yaşlarında vefat etmişlerdir. En küçükleri olan Naciye ise on iki yaşında vefat etmiştir.
Ali Rıza Efendinin vefatı, Selanik’te sahile inen yamaçta kendisinin yaptırdığı üç katlı dışı pembe boyalı, Ahmet Subaşı (KOCAKASIM) semtindeki evde Naciye bebeğin kırkının çıktığı güne rastlar.
ALİ RIZA EFENDİ’NİN VEFATI;
Ali Rıza Efendi’nin yeni başladığı tuz ticaretinde işler iyi gitmiyordu. Tuzları zamanında satamadığı için depoda bulunan tüm tuzlar erimiş, bundan büyük zarar etmiş ve çok büyük zarar görmüştü. Durumu toparlamaya çalıştıkça daha çok battı. Memuriyeti bırakıp ticarete başlayınca elleri biraz rahatlar gibi olmuştu ancak bu bolluk yılları da çok çabuk geçmişti. Evine ekmek götürmekte zorlanıyordu artık.
Ali Rıza Efendi’nin yaşı elliye gelmişti. Yıllar yılı üç kuruş için didinmekten yorulmuş, ailesi için daha fazlasını yapamamış olmaktan dolayı iyice ümitsizliğe düşmüştü. Bir de üzüntüsünden olmayacak bir şey yaptı ve içki illetinden medet ummaya başladı. Çaresizlik ve ümitsizlik ve ümitsizlik için kıvranıyordu. Ne var ki birtakım çareler umduğu, kendini avutmasını beklediği içkisi bile ona yarenlik edemiyordu.
Ali Rıza Efendi yaşadığı onca zorluğa rağmen karısına ve çocuklarına hiçbir şey belli etmiyordu. Tehlikeli bir sessizliğe bürünmüştü. Bütün bunlarla mücadele etmekten vazgeçip kendini bıraktıktan sonra sağlığı da yavaş yavaş bozuldu. İşe gidip geliyor, bu çıkmazdan nasıl kurtulacağını bilemiyordu.
Ali Rıza Efendi, işte yaşadığı zorluklarla baş edemez hale geldi. Artık işin içinden çıkamıyordu. Sonunda olanları karısına da anlattı. Zübeyde Hanım da işlerin bu kadar ters gitmesine üzülüyor ama kocasına hep destek olmaya çalışıyordu.
Her defasında ona cesaret veriyor:
—“OLSUN ALİ RIZACIĞIM, BUNA DA BULUNUR Bİ ÇARE,” diyordu.
Ali Rıza Bey:
—“ZÜBEYDE, HER TUTTUĞUM DAL ELİMDE KALIYOR, HİÇBİR ŞEYİ BECEREMİYORUM,” dediğinde
Zübeyde Hanım:
—“ÖYLE DEME, İNSANOĞLU BATAR DA ÇIKAR DA, HER ŞEY İNSAN İÇİN.” Cevabını veriyordu.
Memuriyete tekrar dönmek istedi, bunu da başaramadı. İşler bu kadar kötü gidince o da kendini bırakıverdi. İçki içmeye de başlayınca bünyesi artık bunu kaldıramadı. İşe gidemez hale geldi.
Ali Rıza Efendi’nin ailesi de bu duruma çok üzülüyordu. Sık sık geliyorlar, onlara destek olmaya çalışıyorlardı. Zübeyde Hanım ise bu duruma kahroluyordu. İki çocuğuyla ayakta kalmaya çaba gösteriyor, bir yandan da kocasına en iyi şekilde bakıyordu. Onun iyileşip ayağa kalkacağı günü sabırsızlıkla bekliyordu.
Bunlara tanık olan Zübeyde Hanım, gizli gizli ağlıyordu. Kocası Ali Rıza Efendi’nin hastalığını da duyunca iyice ümitsizliğe kapılmıştı. “BAĞIRSAK VEREMİ DEMİŞLERDİ, BU İLLETE.” çaresi de yoktu.
Kime gösterdilerse aynı şeyi söylemişlerdi…
Ali Rıza Bey’in iyileşmesi bir mucizeydi ve babasının hastalığına çok üzülen Mustafa, okuluna artık babasıyla değil arkadaşı Salih’le gidiyordu. Babasıyla yürüyüp sohbet ettiği günleri çok özlüyordu ama Salih’le yol arkadaşlığı da hoşuna gidiyordu.
Ali Rıza Bey’in hastalığı üç yıl sürdü. Doktorlar, ilaçlar, dualar kâr etmedi. Ali Rıza Bey, bir türlü sağlığına kavuşamıyordu. Zübeyde Hanım, bir sabah Mustafa’yı okula gönderdikten sonra kocası Ali Rıza Bey’in hastalık kokan odasına gidip yanına oturdu. Elini, Ali Rıza Bey’in alnına koydu…
—“ATEŞİN DÜŞMEMİŞ!”
—“DÜŞSE DE, YİNE ÇIKIYOR ZÜBEYDEM.”
—“İYİLEŞECEĞİN GÜNÜ DÖRT GÖZLE BEKLİYORUM ALİ RIZAM,” dedi, durdu Zübeyde Hanım.
—“BEBEĞİMİZ BABASIZ BÜYÜMESİN!”
Ali Rıza Bey yataktan doğrulup karısının gözlerinin içine bakarak:
—“BEBEĞİMİZ Mİ?” dedi şaşkınlıkla.
—“BEN HAMİLEYİM ALİ RIZAM.”
Ali Rıza Bey, doğrulduğu yatakta elini yüzüne kapatarak ağlamaya başladı…:
—“ALLAH, DOĞDUĞUNU GÖRMEYİ NASİP EDER Mİ ZÜBEYDE’M?” dedi.
Zübeyde Hanım ürperdi:
—“O NE BİÇİM LAF ALİ RIZA’M, ELBETTE GÖRECEKSİN, BÜYÜDÜĞÜNÜ DE.”
Bunları dedi demesine ama öbür odaya geçip uzun uzun ağladı. Kendisi de inanmıyordu söylediklerine, kocası Ali Rıza Bey hiç inanırımıydı?
Çocuklar, kardeşlerinin olacağını öğrenince çok sevindiler. “MUSTAFA ERKEK, MAKBULE KIZ KARDEŞ İSTİYORDU!”
Mustafa on iki yaşına gelmişti artık, kardeşine ağabeylik yapıyordu. Bir kardeşi daha olursa hele de erkek olursa bundan sonra bütün oyunlarını onunla oynardı.
Sayılı günler çabuk geçti. Minik kardeşleri hayatlarına dâhil oldu. Naciye adını verdikleri “SARIŞIN, MAVİ GÖZLÜ, DURU TENLİ BU GÜZEL BEBEK, PEMBE EVE CANLILIK KATMIŞ, O AĞIR HAVA SİLİNİR GİBİ OLMUŞTU.”
Ali Rıza Bey’de, hasta yatağından bu sevince eşlik ediyordu. Allah’a şükrediyordu bugünleri gördüğü için.
Mustafa, hemen bebeğin cinsiyetini sormuş, kız olduğunu öğrenince biraz üzülmüştü. Kardeşini kucağına alınca da çok çabuk ısındı ona.
Naciye bebek annesi Zübeyde Hanım’a benziyordu, tam bir Yörük kızı olacaktı.
Makbule de çok sevindi kardeşini görünce.
İki kardeş de annelerine yardım etmek için can atıyordu…
“MAKBULE NACİYE’NİN BEŞİĞİNİ SALLIYOR, MUSTAFA DA OKULDAN GELDİKTEN SONRA ANNESİNE YARDIM EDİYOR, NACİYE BEBEĞE BAKIYOR, BAZEN DE AYAĞINDA SALLIYORDU.”
Naciye kırk günlük olmuştu…
Kırkı çıktı diye seviniyorlardı. Artık bebekle gezmeye bile gidilebilirdi. Mustafa okuldan gelir gelmez Naciye’ye bakar, öper sever, arkasından babasının yanına gidip onun elini öperdi. Okulda neler olduğunu anlatır, tahtaya çıkıp çıkmadığını, o gün ne öğrendiğini, hocaları Şemsi Efendi’nin öğrettiklerini, arkadaşlarıyla bahçede yaptıkları jimnastik derslerini, oynadığı oyunları anlatırdı.
Mustafa, o gün yine koşarak bahçeden içeri girmiş, ayakkabılarını çıkarıp Naciye’nin yanına koşmuştu. Naciye’yi kucağına aldı, öptü.
Annesi Zübeyde Hanım:
—“HOŞ GELDİN OĞLUM,” deyince, kucağına hopladı, yanaklarından öptü Mustafa.
-…”BABAMIN YANINA ÇIKIYORUM ANNE. BUGÜN OKULDA NELER OLDU BİR BİLSEN…”
Annesi Zübeyde Hanım da merak etmişti.
—“NELER OLDU?” demeye kalmadan Mustafa üst kata fırladı.
-…”BABAAAAAA!”
—“BUYUR OĞLUM,” dedi Ali Rıza Bey ama bakışları bir tuhaftı.
-…“BU GÜN NASILSIN BABA?”
—“SAĞ OL AHMETİM, SEN NASILSIN?”
-…”???? BABAAAAAA, BEN MUSTAFAYIM!”
—“İYİLEŞTİN Mİ OĞLUM, KUŞPALAZI YAKANI BIRAKTI MI?”
-…”KUŞPALAZI MI? BABA?”
Mustafa korkuyla babasının yüzüne baktı. Konuşuyordu ama kendisiyle değil. Ali Rıza Bey tavana bakıyordu. Mustafa, çok korktu ve koşarak aşağıya indi.
-…”ANNE KOŞ, ANNE KOŞ! BABAM BANA ‘AHMET’ DİYOR, ‘KUŞPALAZI’ DİYOR. BABAMA BİR ŞEY OLDU ANNE. KOŞ ANNE!”
Zübeyde Hanım korkuyla koştu üst kata. Hasta kokusunun sindiği odaya girdiler. Ali Rıza Bey hareketsiz yatıyordu. Zübeyde Hanım yanaştı hasta yatan eşinin yanına:
—“ALİ RIZAM GÖZÜMÜN NURU.”
Ses gelmedi karşıdan.
Zübeyde Hanım, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Kocasına sarıldı. Bir müddet ağladı. Mustafa donmuş kalmıştı, babasının başında ne ileri ne geri gidebiliyordu.
Zübeyde Hanım, az sonra kalktı kocasının göğsünden. Ali Rıza Bey’in gözlerini elleriyle kapattı. Oğluna döndü.
—“MUSTAFAM BABAN EMRİHAK VAKİ OLDU.”
EKSİKLİKLER BENİM FAZLALIKLAR DAHA ÖNCE EMEK VERENLERİNDİR. BİR BAŞKA YAZIMDA GÖRÜŞMEK ÜZERE ESEN KALINIZ.
Bu yazı www.sechaber.com için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.