Andrew Mango, ünlü İngiliz yayın organı BBC’nin uzun yıllar Türkiye masasını yönetmiş bir iletişimcidir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’de doğmuş ve 21 yıl ülkemizde yaşamıştır. Çok güzel Türkçe konuşan Mango, 1998’de Londra’daki evinde Prof. Dr. Özer Ozankaya ile görüşmesinde kendisini Türk okurlarına şöyle tanıtmıştır: …”Ben Türkiye’de doğdum. Ailem o zaman Türkiye’de oturuyordu. 1926 doğumluyum, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin aşağı yukarı hepsine, 73 yılına şahit oldum. Ama Türkiye’den 1947’de ayrıldığıma göre, önce Türkiye’yi genç olarak, içinden seyrettim. Sonra da Türkiye dışından adım adım takip etmeye çalıştım. Diyebilirim ki meslek hayatımın hemen tümü BBC ‘de geçti. 40 yıla yakın bir müddet çalıştım. 18 yıl BBC Türkçe şubesinin müdürlüğünü yaptım. Müdür olarak da tabii Türkiye’ye sık sık gidiyordum. Ondan sonra tabii dostları görmeye sık sık gidiyordum. Hâlâ da daha ziyade bilimsel konferanslar dolayısıyla yılda birkaç kez Türkiye’ye gitme fırsatı çıkıyor. Çok da memnun oluyorum fırsat çıktığı zaman. Son olarak da Atatürk hakkında bir kitap yazmaktayım.”
Prof. Dr. Özer Ozankaya (ÖO): Sayın Mango, biliyorsunuz bu yıl aynı zamanda Atatürk’ün ölümünün 60. Yıl dönümü. Kurduğu Cumhuriyetinde 75. Yıldönümü. Deniliyor ki öldükten sonra 60 yıl geçtiği halde Atatürk’ün düşünceleri, idealleri Türk toplumunu hala heyecanlandırıyor, ona yön veriyor. İnsanlık tarihinde bunu benzeri pek azdır. Bunu nasıl açıklarsınız?
MANGO:Benzer liderler tabii devlet kuran liderlerdir. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babasıdır. Bir benzerlik arıyorsak, Amerika’da George Washington, Almanya’da Büyük Frederic, Rusya’da Büyük Petro’yu örnek olarak verebiliriz. Tabii Türkler Petro’ya ‘Deli Petro’ diyorlar, ancak küçümsememek lazım, Petro Rusya’yı Batı’ya yönelten Çar idi. Bunlar devlet kurucularıdır. Atatürk ’de bu cümledendir. Unutulmaz, önemleri azalmaz. Atatürk’ün bir de devrimci kişiliği var. Atatürk ayrıca büyük bir komutandı, düşünürdü. Bütün bunları hesaba katmak lazım. O bakımdan tabii ki hâlâ etkisi devam ediyor. Ve kolay kolay da silinmez. Silinmesine hiç imkân yoktur zaten.
ÖO: Atatürk kendisini tarif ederken diyor ki: “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” Atatürk’ün yetişme yılları ve eylemleri boyunca hürriyet ve bağımsızlık kavramının O’nun yetişmesinde, şahsiyetinde ve eylemlerinde yerini sorarsak ne söylersiniz?
MANGO:Atatürk nereye gitmek istediğini bilen bir devlet adamıydı. Özgürlük dediği zaman, özgür irade demektir. İradesi özgürdü. Kimsenin etkisi altında değildi. Yolunu kendisi çiziyordu. Bağımsızlık da aşağı yukarı aynı anlama geliyor. Çevrenin etkisinden bağımsızdı diyebiliriz. Çevresi vardı, muhtelif çevrelerle işbirliği halindeydi. Özelikle gençlik yıllarında İttihat ve Terakki Partisi’nin faal bir üyesiydi.
ÖO: Hatta ondan önce de kendisi bazı hürriyetçi faaliyetlere girmiş, mesela Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni Şam’da kurmuştu. Harbiye sıralarında da faaliyetleri vardı.
MANGO: Ama diğer arkadaşlarla beraber kuruluyor bunlar. Onlardan en temayüz eden, en önde gelen muhalefet lideriydi, genç bir muhalif idi saltanat rejimine karşı. İşte özgürlük dediğimiz zaman, arkadaşlarıyla birlikte çalıştığı zaman bile Atatürk nereye gitmek istediğini biliyordu. Onlardan bağımsızdı, onlarla işbirliği halindeyken bile onlardan bağımsızdı. Ve bunu tabii İstiklal Harbi zamanında da görüyoruz. Arkadaşları var, çok yakın çalışma arkadaşları var. Hüseyin Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, bütün bunlar İstiklal Harbi’nin babalarıdır bir bakıma. Bir araya geldiler İstiklal Harbi’ni başlattılar. Atatürk bunlarla beraber çalışıyor. Yolunu biliyor. Onlara bağımlı değil. Anlaşmazlık da bir bakıma bundan kaynaklanıyor. Çünkü bunlar kararların beraber alınmasını istiyorlar. Hâlbuki Atatürk yolunu bildiği için onların muvafakatini beklemiyordu. Ve nihayet Ali Fuat Paşa’yı Moskova’ya elçi olarak gönderiyor. Hüseyin Rauf Bey İstanbul’a geliyor. Mustafa Kemal İstanbul’da kalmasını istemiyor. Çünkü biliyor ki İngilizler İstanbul’u işgal edecek ve O’nu sürecekler ve sürülüyor. Bir müddet ortadan kayboluyor. Kazım Karabekir Doğu cephesinde son derece başarılıdır, fakat oradan ayrılmak istemiyor. Zaten O’nun bütün stratejisi Doğu’yu perçinleştirelim, ondan sonra Batı nasılsa kendiliğinden kurtulur ve kurtarılır. Atatürk tabii faaliyetini Doğu’ya inhisar ettirmek istemiyordu. Bağımsızlık burada başlıyor. Atatürk yolunu biliyor. Onlardan bağımsızdır. Ama Onlardan azami derecede faydalanmasını da biliyor.
ÖO: Kazım Karabekir ve Rauf Orbay’dan önce Mustafa Kemal’in Enver Paşa ile de bir muhalefeti var, İttihat ve Terakki içerisinde.Sizce Mustafa Kemal’e “İttihatçı” demek doğru mudur? Aradaki bu ihtilafla bağlantısını nasıl kurarsınız?
MANGO: Döneme göre değişir bu kavram. I. Cihan Harbi’nden önce “İttihatçı” demek doğrudur. Çünkü bunlar hep İttihat ve Terakki üyeleridirler. Harp sırasında İttihatçılık önemli bir unsur değildir. Komutandır, askerdir; politikacı değildir.
ÖO: İşte o noktada bir şey var. İttihat ve Terakki, II. Meşrutiyeti ilan etikten sonra, ilk genel kongresinde Mustafa Kemal diyor ki: “Artık anayasaya bağlı bir rejim ilan ettik, askerlikte kalmak isteyenler politikadan ellerini çeksinler, politikada kalmak isteyenler askerlikteki görevlerini bıraksınlar.” Bu noktadan başlayan bir ihtilaf olduğu söyleniyor.
MANGO: Onun söylediği doğrudur. Ancak tabii İttihat ve Terakki bir dereceye kadar bunu uygulamış da. Görüyoruz ki bir zamanlar da Enver Paşa Berlin’e ataşemiliter olarak gidiyor. Fethi Okyar da ittihatçıydı, O da Paris’e ateşemiliter olarak gidiyor. Yine politikaya dönüyorlar. Niçin dönüyorlar? Çünkü “31 Mart İrtica Vakası” var; ister istemez dönüyorlar. Ondan sonra yeniden ayrılıyorlar, yine dışarıya gidiyorlar. Yine dönüyorlar. Niçin dönüyorlar? Çünkü İtalya 1911’de Trablusgarp’a saldırıyor ve bunlar artık bir bakıma fedai olarak oraya geliyorlar. Savaşmaya geliyorlar. Ve politikanın içine giriyorlar. Girdikten sonra da…
ÖO: Mustafa Kemal’in “Bâbıâli Baskını”nda rolü var mıdır?
MANGO: Yoktur. O zaman Bolayır’dadır tabii. Onu biliyorum. Bolayır karargahındadır, Fethi Okyar’la beraber. Fethi Okyar o baskını istemiyor, orada Enver ile bozuşuyorlar. Yalnız daha sonra İttihat ve Terakki’nin toplantısı oluyor ve Fethi Bey kaybediyor o toplantıda. Bunu uzaklaştırıyorlar, Sofya’ya gönderiyorlar. Mustafa Kemal ile arkadaş oldukları için ikisi beraber Sofya’ya gidiyorlar. Fethi Bey kazansaydı, tabii partide kalır ve siyasi önemi o zamandan başlayarak çok daha büyük olurdu. Uzakta kalıyor, I.Dünya Savaşı patlak veriyor. Mustafa Kemal de komutan olarak kıymetini ispat etmek fırsatını buluyor.
ÖO: Mustafa Kemal’in askeri kişiliği konusundaki görüşlerinizi alarak devam edebilir miyiz?
MANGO:Tabii ben asker değilim. O nedenle değerlendirmelerimde biraz dikkatli konuşmam lazım. Mustafa Kemal son derece ihtiyatlıydı. İhtiyatlı olmasının bir nedeni de, karşısında Enver Paşa’nın ihtiyatsız, maceraperest askeri davranışlarını görmesiydi. Meşhur Sarıkamış Harekâtı, haritalar üzerinde çizilen, ama tatbik imkânı olmayan planlar. İşte bunları görüyor. Mustafa Kemal ise son derece gerçekçi. Şu hareket yapılabilir mi, yapılamaz mı, bunları düşünerek kararlarını veriyor. Cephede geçirdiği ayları sayacak olursak öyle çok uzun değil. Ama muvaffak oluyor. Orada nihayet bir kesimden sorumludur ve muvaffak oluyor.
ÖO: Çanakkale’deki başarısını değerlendirmeniz istenirse, bunun Mustafa Kemal’in daha sonraki liderliğine katkıları açısından neler söylersiniz?
MANGO:Dediğim gibi, başarısının sırrı bence cesaret ve gerçekçiliğiydi. Gerçekçilik yetmiyor, cesaret de lazımdı. İlk andan itibaren, yani çıkarma olduğu gün görülüyor bu. Mustafa Kemal insiyatifini kullanıyor, geçiyor çıkarma noktasına ve çıkarmayı bir derece kadar durduruyor. Geriye itemiyor ama, orada durduruyor. Üstleri gelip komutayı ele alıyorlar. Mustafa Kemal o kesimde kalıp muvaffak oluyor. O kesim bir bakıma donduruluyor; yani İngilizler, Avustralyalılar oraya giremiyor, ilerleyemiyorlar. Ondan sonra ikinci büyük başarısı Anafartalar da oluyor. Mustafa Kemal orada grup komutanı oluyor. Bu o zamana kadar elde ettiği en yüksek askeri mevkidir. Orada Liman VonSanders’le yine ihtilafları var. Bazı anılarda görüyoruz. Mustafa Kemal orada da İngilizleri, Avusturalyalıları durdurabiliyor. Tabii esasına bakmak lazım: Başka kesimlerde de muharebeler var. Seddülbahir cephesinde de var. Esat Paşa’ya haksızlık yapmayalım. O da tabii büyük komutandı ve bir müddet Mustafa Kemal’in üstüydü. Mustafa Kemal cephedeydi.
Mustafa Kemal’in Gelibolu Yarımadası’nda, Çanakkale Savaşı’ndaki başarısı, Osmanlı ordusu içinde paşalar arasında çok iyi biliniyor ve değerlendiriliyor. Bence basında reklamı, 1918 senesinde Ruşen Eşref Ünaydın’a verdiği mülakattı. Ve o mülakat 1918’de yayınlanmadan önce gazete okuyucusu Mustafa Kemal’i bilmiyordu. Ama paşalar biliyor ve takdir ediyordu. Saray biliyordu. Enver Paşa biliyordu, ama gazete okuyucuları bilmiyordu. 1918’de Yeni Mecmua’da çıkan o mülakat sonucunda artık ünü yayılmaya başlıyordu. Bunun ehemmiyeti neredeydi? Paşaların O’nu takdir etmesinde! İstiklal Savaşı’na baktığımızda görüyoruz ki, direniş başlamıştır zaten. İşgal başladığı andan itibaren direniş başlıyor; halk teşkilatlanıyor; yerli eşraf teşkilatlanıyor. Yabancıyı Türkiye’nin içine sokmamak için örgütsüz bir direnişti bu.
Mustafa Kemal Paşa müfettiş olarak Anadolu’ya gönderiliyor ve Meşhur Amasya Toplantısı’nda arkadaşı olan paşalarla toplantı yapıyor. Bütün bu paşalar lider olarak, reis olarak Mustafa Kemal’i kabul ediyorlar. Çünkü askeri kıymetini biliyorlar. Bunlar, nihayet kendi ihtirasları olan insanlardı, ama yine de vatansever insanlardı. Mustafa Kemal’in en iyi lider olduğundan hemfikirdiler. Unutmayalım ki Mustafa Kemal’in kendi askeri kuvveti yoktu. Halbuki öbürleri askeri birliklerin başındaydı. Özellikle tabii Kazım Karabekir Paşa. Ama Ali Fuat Paşa da bir kolordunun başındaydı. Refet Bele de Sivas’ta bir kolordunun başındaydı. Mustafa Kemal’in kendi kolordusu yok. Buna rağmen bunlar diyorlar ki, bu mücadeleyi en iyi idare edebilecek kişi Mustafa Kemal’dir. Ama daha sonra anlaşmazlıklar başlıyor tabii. Ama daha sonra anlaşmazlıklar başlıyor tabii.
ÖO: Bu noktada, Atatürk’ün biyografisini yazan bir kişi olarak şu konudaki görüşünüzü alabilir miyim: Atatürk’ün bu işi başarabilecek en uygun, en yetenekli kişi olduğunu bildikleri halde, umutları şu noktada bitiyor: Gerek Rauf Bey, gerek Refet Bey, “Biz bir Amerikan mandaterliği altına girmeden bu işi başaramayız,” diye çok diretiyorlar. Bu çelişkiyi nasıl açıklarsınız?
MANGO:Bakın, bunlar taktikti. Zaten bu Amerikan mandaterliği meselesi eski tabirle abesle iştigaldi. Çünkü Amerika’nın zaten o zaman Cemiyet-i Akvam’a girmiyor.
ÖO: Ama Sivas Kongresi’ni, hatta Erzurum Kongresi’ni bu konuyla çok uğraştırmak istediler. Halide Edip Adıvar mektup üzerine mektup yazıyor.
MANGO:Bakın, hepsi kurtarıcı arıyor, hepsi destek arıyor. Mustafa Kemal de diyor ki, eğer bize karşı kötü niyetleri olamayan bir dış güç varsa onların yardımlarını biz seve seve kabul ederiz. Bu zaten Erzurum’da dahi kabul edilmişti. Bolşeviklerle müzakerelere devam ediyor. Yalnız Mustafa Kemal, yardım alırken etki altında kalmamayı da ihmal etmiyordu.
ÖO: Mandaterlik terimini açıkça dile getiriyorlar. Rauf Orbay, hatta “Eğer biz yalnız başımıza bağımsızlık elde etmeye çalışırsak, Osmanlı topraklarının parçalanacağı kesindir” diyen Bekir Sami Bey…
MANGO: Daha kötümser ve aynı zamanda daha az gerçekçiydiler, diyebiliriz. Mustafa Kemal daha gerçekçi. Sivas’ta zaten bir Amerikalı gazeteci var; Mustafa Kemal onunla görüşüyor. Ondan sonra ötekilere diyor ki; “Bakın Amerika’nın bize yardım edeceği yoktur.”Bunlar tamamen hayal. Kaldı ki Sivas’ta Mustafa Kemal’in de kabul etmesiyle Amerika’ya bir mektup yazılarak “Bize yardım etmek istiyorsanız, buyurun efendim, yardımınızı gösterin,” deniliyor. Bence bu manda meselesindeki anlaşmazlığı, Mustafa Kemal’in gerçekçiliğine yormak daha doğru olur. Öbürleri de vatansever insanlardı. Ama gerçekçi değillerdi. Hem mandanın mümkün olabileceğini sanıyorlardı ki, bu yardımın da geleceği yoktu. Mustafa Kemal bunu biliyor, ama yolları da kesmiyor; diyor ki: “Amerikan Senatosu’na mektup yazalım. Bakalım bunlar yardım edecekler mi, etmeyecekler mi?”Tabii edecekleri yoktu. Ondan sonraki anlaşmazlık bundan kaynaklanmıyor; Mustafa Kemal’e muhalif olanların vatansever olmamalarından da kaynaklanmıyor. Bence hepsi vatansever. Asıl anlaşmazlık, kararların kimin tarafından verileceği noktasından kaynaklanıyordu. Onlar, yalnız reylerinin alınmasını değil, kararlarda paylarının olmasını istiyorlardı. Katılım istiyorlardı.
ÖO: Bu konuda, bir de siyasi rejim bakımından görüş farkları yok muydu? Çünkü daha sonra gördük ki Rauf Orbay, Refet Bele, Kazım Karabekir saltanat ve hilafetin devamından yana idiler. “Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’e doğru gidişinden kaygılanıyorlardı” diyen bir görüş vardır. Bu noktada sizin görüşünüzü alabilir miyim?
MANGO: Bence bunların saltanat ve hilafetten yana olduklarını kayıtsız bir şekilde söyleyemeyiz. Belki bildiğimiz cumhuriyeti istemiyorlardı, ama her halükârda TBMM hükümetine karşı değillerdi. Orda da harçları, payları var. Dolayısıyla bunlara hilafetçi, saltanatçı demek hatadır. Tabii onlar daha yavaş, tedrici gitmek istiyorlardı. Geleneklerin aniden kapanmamasını istiyorlardı. Ama bence bunlara saltanatçı denemez. Saltanatçı olsalardı, zaten TBMM ‘nin içinde yerlerini alamazlardı.
ÖO: Sözü Türkiye Cumhuriyeti dönemine getirilebilir miyiz? Mustafa Kemal’in önderliği altında cumhuriyetin bu toplumsal, siyasal reformları konusundaki görüşlerinizi alabilir miyim?
MANGO: Bu son derece geniş bir konu; bunu değerlendirebilmek için Mustafa Kemal Paşa’nın, temel değerini iyice saptamak lazım. Bu temel değeri kendisi durmaksızın dile getirmiş, bunun ‘çağdaş uygarlık’ olduğunu vurgulamıştır. Çağdaş uygarlık kavramı o kadar çok tekrarlanıyordu ki, artık kavram üzerinde düşünülmüyor, çok olağan bir şeymiş gibi karşılanıyordu. Hâlbuki çok önemlidir. Atatürk’ün bugünkü öneminin büyük bir kısmı bence bundan kaynaklanıyor. Şöyle ki Mustafa Kemal bilgi çağında yaşadığımızı ve bilginin Türkiye’ye girmesinin şart olduğunu biliyordu. Söylevlerini, demeçlerini okuduğumuz zaman, bunu birçok defa kullandığını, “cehl-i umumi (yaygın cahillik) kara bir bulut gibi çökmüş” sözlerinin sık geçtiğini görürsünüz.
Gerçekten de elle tutulur bir cahillik vardı. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki işbölümü neticesinde, memlekette bırakın büyük ilim adamını nalbant bile yoktu. İstiklal Savaşı sırasında nalbant yok, nalbant kursu açılıyor. Tenekeci yok, İttihat Terakki Adana’da I.Dünya Harbi sırasında tenekeci kursu açıyor. Marangoz yok, makinist yok, hiçbir böyle teknik eleman yok. Bir de tabii doğru dürüst ilim adamı da azdır. Mustafa Kemal bunun çok farkında. Meşhur Bursa Nutku, İstanbul’dan gelen öğretmenlere hitaben nutku, Akşehir’deki nutku, hep bu bilgisizlikten yakınan ve buna çare bulunması gereğini dile getiren nutuklardır. Bence Mustafa Kemal’in bu bilgi çağını önceden sezmesi son derece önemlidir.
Söyleşimizin sonlarına doğru yaklaşırken bir de Atatürk’ün milliyetçiliğinin özelliğini gereğince Mustafa Kemal’in milliyetçiliği dışa açık bir milliyetçiliktir, kendi içine kapalı bir milliyetçilik değildir. Türkiye’yi gettolaştırmıyor, tersine dışardan bilim adamı, uzaman, bilgi, uygarlık gelsin, uygarlık kervanına bizde katılalım, diyor. Bütün maksadı budur. V bence bu maksadı, bu fikri O’nun en önemli yanıdır. Çünkü dünya değişiyor, yönetim şekilleri değişiyor. Daha çok demokrasi, daha adil demokrasi, tek dereceli seçim, iki dereceli seçim, bütün bunlar çağa göre değişen şeylerdir. Fakat bilginin gereği değişmeyen bir unsurdur ve bu günlerde en önemli olan unsurdur. Herkes bakımından, Türkiye bakımından, gelişmekte olan bütün memleketler bakımından hayati bir unsurdur. Mustafa Kemal bu unsuru son derece iyi anlıyor, herkesten daha iyi anlıyor.
ÖO: Bu dışa açık milliyetçilik, aynı zamanda Türkiye’ye barışçı bir dış politikada kazandırmış olabilir mi?
MANGO: Evet, evet, tabii diyebiliriz. Bu çok açıktır. Bu, 1922-1923’ten başlıyor. İzmit’teki meşhur konuşması var. İstanbul gazetecileri geliyor. Mustafa Kemal onlara brifing veriyor. Ancak 1926’da çözüme bağlanacak olan Musul meselesi konusunda onlara mahrem olarak “Musul’u harben almak gayr-ı mümkündür,” diyor. “Ama bu benim şahsi fikrimdir; belki Meclis başka bir neticeye varır,” diye de ekliyor. Ama o zamandan beri harp ihtimalini hesaptan çıkarıyor. Göze almıyor ve barışçı politikayı o zamandan başlayarak sonuna kadar takip ediyor. Tabii herhangi bir bakımdan memleketin menfaatlerini barışçı şekilde temin etme imkânı doğduğu zaman bundan faydalanıyor. İşte Boğazlar rejimi, Montreux’de son derece tatlılıkla, konferansla, normal müzakere yoluyla değiştiriliyor. Sonra Hatay Türkiye’ye bağlanıyor. Fransa’ya karşı bu konuda son derece büyük baskı var, ama harp yok. Atatürk harp sırasında da özellikle erleri düşünerek zayiat vermekten hep kaçınıyor. Askeri çok düşünüyor. Meşhur bir sözü vardır. Mudanya Mütarekesi’nden önce Trakya işgal altında idi. Buranın kurtarılması için harbe mi girmeli, müzakereyle mi çözülmeli sorusu tartışılırken, “Bir tek Türk jandarmasının bile hayatını tehlikeye atmak istemiyorum,” diyor.
ÖO: Sayın Mango, Mustafa Kemal Atatürk’ün gerek düşünceleri, gerek eylemlerinin bugünkü Türkler için ve genel olarak uygar insanlık için kalıcı değeri nedir, diye soracak olursak nasıl yanıtlarsınız?
MANGO: Arz ettiğim gibi, bence bu iki konudadır.Birisi, tek dünyaya inanan bir milliyetçilik ve denge konusu. Atatürk son derce dengeli bir devlet adamı idi. Hem kendi milletinin menfaatlarını düşünen ve koruyan, hem de dünyanın barışını, huzurunu düşünen ir yaklaşımı vardı. Bu son derece önemlidir. İkincisi de dediğim gibi fikirde ve bilimde globalleşme. Tarih tezinin maksadı da buydu. “Biz, uygarlıkların kurulmasına yardım etmiş bir millet olduğumuz için, kervanına katılabilecek bir milletiz,” diyordu. Aynı zamanda son derece önemli olan, bugün de son derece aktüel olan bir tezi vardı. Huntington’un meşhur ‘dinlere dayalı uygarlıkların çatışması’ tezinden farklı olarak, Mustafa Kemal’in tezi ‘uygarlığın tek olduğu’ tezidir. Çeşitli uygarlıklar yoktur, diyor. Şimdi artık bu dünyada bir tek uygarlık olduğu görülmüştür. Herkes buna katılabilmelidir; herkesin buna katkısı olabilir, diyor. Ve tabii tek uygarlık olduğu için, uygarlıklar arasında çatışma diye bir şey de olamaz. Ama bu uygarlığa katılmak herkesin hakkıdır.
Yalnız şunu da eklemek gerekir ki Mustafa Kemal’in antiemperyalizminden bahsettiğiniz zaman, bu emperyalizm karşıtlığını ihraç etmediğini de belirtmek gerekir. Herkes kendi gayretleriyle kendini kurtaracaktır diyor. Türk milleti nasıl kendi gayretleriyle kendini kurtardıysa,öbür milletler de öyle yapmalıdırlar. Yani onlara kalmış bir şeydir, demek istiyor. Övünmek, çalışmak ve güvenmek bireylerin de vazifesidir, milletlerin de.
ÖO: Mustafa Kemal’de devrim ihracı düşüncesi yok.
MANGO:Devrim ihracı yok. Model var. Ben bunun yapabildim. Türk milleti yapabildi. Siz de bize bakarak neticeyi kendiniz çıkarın, diyor.
ÖO: Sayın Mango, size çok teşekkür ederim.
MANGO:Estağfurullah efendim. Ben de çok memnun oldum sizi burada, Londra’da görmekten. (Bakınız: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Genel Yayınları: 451, “Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve Cumhuriyeti” Sf:135…145)