Kim bilir; kendini bildin bileli, sorgulama zamanın geldi geleli…Kaç defa “NEDEN” diye sordun? Kim bilir sen de benim gibi, kaç gece uykusuz kalıp, düşündün durdun. Kim bilir kaç defa sınırlara çarpıp, tam koptum artık derken , pat! diye 3. boyutun frekansına düşüverdin.
Ghosting yapan narsist bir sevgili gibi değil mi bu iş…
Önce yukarı doğru çıkarır seni, oldum olacağım derken…Bir dünyevi olayla uyandırıverir, sarsılarak kendi alanına düşüverirsin!
Evet dostum; asla yukarıda kalmak mümkün değildir, ille de düşeceksin, düşürüleceksin. Çünkü sen 3. boyut bir varlıksın! Yerin burası ve haddini bileceksin.
Aynen böyle düşünüyordum işte…
Hatta 10. Boyut‘u ilk elime aldığımda, “dur! dedim kendime…Dur! Buna hazır mısın?”
Değildim, ürktüm, bıraktım. Zirvelerden yere çakılmak değildi sorun, hiç yukarı çıkamamaktı.
Düşünsene…O egom nasıl da sarsılacaktı!
Sorum değişecekti bir defa, o tekamül kökenli, mis gibi tefekkür kokan asil arayışlar, “neden ben bunu anlamıyorum” a dönüşecek, değil çıkmak, olduğum yeri de yerin dibine gönderecektim.
Henüz benim hak edişim değildi, henüz hazır değildim, hayır; o benim şu andaki halim için yazılmamıştı, o benim gelecekteki versiyonum için yazılmıştı. Zamansız bir zamana niyetlenilmişti. Sırası gelen okuyacak, hazır olan anlayacak, belki de hak edişi olan erişecekti.
“Evrenin ilk mesajını” idrak edebilme şansı, ariflik yolunda adım bile atmamış bir varlığa verilemezdi elbette…
Sonra bir gün; kim bilir hangi boyutlarda yakından tanıdığım ve çok güvendiğim kadim bir dostum aniden kapımı çaldı. Dünya zamanı ile bile çok uzun zaman olmuştu, görüşmemiştik. Gelişinin boyutlar arası bir yolculuk biletiyle olduğunu bilmiyordum.
Sıradan, her zamanki samimi sohbetler, espriler, memleketi kurtardık derken sınıfta kaldığımızı anlamalar vs derken…
Konu “ölüm” e gelivermişti. Ürpertici…
Her şeyi konuşurduk, alışkındık oradan oraya atlamaya. Mevzu ölüm de olabilirdi, ama ölümden başlayarak ölümsüzlüğe nasıl bağlandı, gelinen noktada ölümün içindeki ölümsüzlükle karşılaşmak, sanki bir jumppo ile başka bir noktaya sıçramak gibi bir şeydi. Oysa biz ne Çin’de, ne Peru’da, ne Mısır’da ne de Eskişehir’deydik.
Evet; ikimizin arasındaki konunun nasıl yaşamdan ölüme geldiğini bilmiyorum ama sanırım Normal bir insanın 20 – 20.000 Hertz aralığında duyabilen kapasitesinin çok üstüne çıkarak, benim atomaltı parçacıklarımda titreşen çığlığımı duymuştu.
2019 yılında, annemi aniden ve ruh sağlığımı zorlayacak boyutta trajik bir sürecin içinde, hiçbir şeyi telafi etme fırsatı yakalayamadan kaybetmiştim. Üzerine iki buçuk yıl kadar derin, ağır bir depresyon süreci yaşadım.
Soru hep aynıydı: “Anne neredesin?” Neredesin?
Benim sorum buydu. Niye gittin, nasıl gittin, beni neden bıraktın değildi.
Neredesin?. Nereye gittin?
Karşıma geçti oturdu, gözlerimin içine dikti gözlerini…Bana cevabı olmadığından kendimce emin olduğum, cevabını aramaktan vazgeçtiğim o soruyu tekrar sordurttu. Soruyu son defa sormuş olduğumu 10. Boyut’un ilerleyen sayfalarında anlayacaktım.
Annem nerede?
“Şu anki fizik kavrayışımız ile göremediğimiz, bilemediğimiz, anlayamadığımız, idrak etmekte zorlandığımız bir yerde. Sadece biz göremiyoruz, anlayamıyoruz, bilemiyoruz diye yok değil, var.”
“Var mı? Nasıl var?”
Düşünsenize… O anda, anlayamam diye elime alamadığım kitaptan kaçan ben, yıllardır sorduğum sorunun cevabını idrak edebilmek için hangi frekansa kadar yükselmişimdir sizce…
Dogru tahmin! Elbette öyle oldu.
Anlayabilmek için tüm beyin hücrelerimi tıpkı “mitokondiriyal anahtar“larla görevlendirilen insanların göreve çağırılması gibi hazır ola getirdim. Her neredeyseniz buraya gelin, görevinizin başına! Bunu anlayıp, bu kısır döngüden kurtulmama yardım edin.
Hepsi görevinin başındaydı, hazırdık artık…
“Annen yok olmadı. Var. Sende yaşamaya devam ediyor.”
“Bir dakika. Dur. Annem nasıl bende yaşıyor?”
“Mitokondri sayesinde, hatta sadece sende değil, kızında da yaşıyor…”
“Nasıl ?”
“Dünya’da varlığını sürdürmesi gereken dünya dışı bazı ırkların genlerinin devamlılığı için insan hücresinde sabitlenmeleri gerekiyordu. Bu da insan ırkına yüklenen mitokondriler sayesinde gerçekleşti. Yani sahip olduğumuz dünya dışı genlerin devamlılığı, hücreye enerji veren mitokondrinin içindeki 300 bin yıllık kadim genlerle ortaklığımızdan kalmadır ve her anne doğurduğu kızı ve oğluna bunu aktarır. Yani, mitokondrilerimiz sayesinde, cebimizde tüm atalarımızın birer fotoğrafı gibi bu kaydı içimizde taşırız. Anlayacağın, annenin hücresinin içindeki enerji yani mitokondrisi sende yaşamaya devam ediyor. Bu senin bedenindeki varlığının kanıtı.
Sürekli nereye gittiğini soruyorsun ya; her yere ve hiçbir yere…
Ölüm anında, hızla giden bir arabanın duvara çarpması gibi muazzam bir enerji ortaya çıkar, o enerji yok olmaz, farklı enerji türlerine dönüşür. Aslında çarpışmadan önceki ve sonraki enerji aynıdır. Madde (Araba) yok olsa da, enerjisi olduğu gibi kalır. Bedenin ölüm enerjisi ile arabanın kaza yapması aynıdır. Ortaya muazzam bir enerji çıkar, bu enerji evrende her yere dağılır, yok olmaz, sadece başka bir enerji formuna dönüşürler. Yani ölüm, aslında muazzam ölçüde bir enerji ortaya çıkarabilmemiz için gereken gücü sağlıyor. Bu enerjiye neden ihtiyaç duyulduğu sorusuna ise sadece kendi tahminimi söyleyebilirim, boyut değiştirebilmek için ihtiyacımız olan yakıt, ölüm anında ortaya çıkan enerjinin ta kendisi olabilir. “
Zaman durdu.
Evet, bazı inanışlara göre zaten tekamül etmek için burada değil miydik? Tasavvufta, doğu felsefesinde, karmik astrolojide, kadim öğretilerin genelinde ruhun (enerjinin) bir sonraki evreye geçmesinden bahsedilmiyor muydu? Peki bu felsefe neden fizik kurallarıyla hiç anlaşılamıyor, ona sadece körü körüne kanıtsız bir şekilde inanmamız bekleniyordu ki…
İlk kez, madde ile, enerji ile, kuantum fiziği ile, gerçek ile, somut bir örnek ile, elle tutulup, gözle görülen bir olayla kanıt niteliği taşıyordu.
Bunu yavaş yavaş sindirip, idrak etmeye başladıktan sonra, ilk defa, ilk yıllarda hiç durmak bilmeden sorgulayan, sonra da anlamlandıramadığı için suspus kalan, asık suratlı beynim gülümsemeye başlamıştı. Bu bilgiyi tüm hücrelerimde bir mantığa oturtmuştum. Her şey enerjiydi ve enerji asla yok olmazdı. İnsandan kainata, kainattan insana her şey tek ve aynı şeydi. Küçük alem sandığımız biz, büyük alemlerle karışıp dağılıp toparlanıyor, küçülüp büyüyor, makrodan mikroya, mikrodan makroya döngüler halinde form değiştirip duruyorduk. Aslında hep vardık. Annem de vardı. Hem benim hücrelerimde, içimde, hem de dışımda bir yerlerde ya da her yerde…
Bu bilgi olsa olsa bir hak edişti. Bana geldiği için şükrettikten sonra, üstüne söylenecek hiçbir söz de gerekli değildi.
Artık hazırdım. Zamanı gelmişti.
Onuncu Boyut; kitap formunda elime geçmeden önce, onu daha iyi anlayabilmem için, insan formunda ihtiyacım olan frekansa uyumlamıştı beni.
Einstein’in Genel Görelilik Kuramı‘ndan kuantuma sıçrarken, uzay zamanın 10 boyutlu olduğunu söyleyen ama, o boyutlara bu seviyeden ulaşmak mümkün olmadığından sadece teoride kalan Sicim Teorisi’ni, dünya dışı uygarlıkların son derece yüksek olduğuna dair tahminlerin varlığı ile bunu doğrulayacak herhangi kesin bir kanıtın yokluğu arasındaki çelişkiye, yani Fermi Paradoksu’na takılmadan anlamaya başlamıştım.
21. Yüzyılda gerçek bilmin üniversitelerden çok, büyük ve güçlü ülkelerin gizli kapaklı tesislerinde yapılıyor olması gerçeği içimi burkmuş olsa da, Matematik dünyasının dehası Ramanujan‘ın sonlu hayat içinde, sonsuzluğa en çok yaklaşan insanlardan biri olduğunu ve birçok bilgiyi rüyalar aracılığıyla aldığını söylemiş olduğunu öğrenmek, 10. Boyut sayesinde gerçekleşmişti.
Seti Projesinin detaylarından henüz çıkmıştım ki, Işık hızının teorik olarak 6 farklı şekilde hem de, nasıl aşılabileceği konusu bomba gibi karşımda patlamıştı. Işık hızı aşılabilir miydi? Bundan benim niye haberim yoktu ki ?
Oysa 2017’de Hubble Uzay Teleskobu ile tespit edilen görüntülerde ışıktan 7 kat daha hızlı hareket ederek fizik kurallarını çiğneyen malzeme akışının yakalandığını ama bu keşfin bir makale ile nasıl da hiç edildiğini öğrenince, hüzünlenmiştim.
Gökyüzündeki savaşlar, bize, Nibirululara ve Siriuslulara düşman olan, Güneş’in manyetik alanına da müdahale edip doğal dengemizi bozan, kendisi için verimli alanların peşine 18-19 Ekim 2017 tarihinde gazete manşetlerine düşen, güneş sistemine ait olmadığı anlaşılan, tuhaf göksel cisim Oumuamua’nın sahibi Alpha Peg isimli başka bir dünya dışı uygarlığa ait olduğunu okumuş ve sinirlenmiştim de… Oysa birçok dizide ya da filmde benzer distopik senaryolar izlemiştim, acaba hem dünyalı hem de dünya dışı bir dost bu bilgileri insanlığa verip, onları hazırlama için bilinçli bir şekilde tv platformlarını kullanıyor olabilir miydi?…
Bugün, Twitter’ın yeni adı olan! X ile isimlendirilen yeni planetin, aslında Anunnakilere ait Nibiru gezegeni olduğunu ve tarihte Güneş’e ve Dünya’ya etkileşimi esnasında neler olduğunu, gezegenimizde yarattığı felaketler sonucu, birlikte yaşamın önemini kavrayan insanlığın Dünyanın ilk köyü olan “Çatalhöyük“ü kurduğunu öğrenmiştim.
Nasıl da iyi geliyor, saçma sapan takıntı ve dünyevi endişelerden arındırıyordu bu bilgiler…Sanki boyut değiştirir gibi, algımı da değiştiriyorlardı.
Ölümle başlamıştık ama sıra yaşama da gelmişti işte. Dünya’da ilk akıllı yaşam tohumu anunnakiler aracılığıyla ekilmiş olsa da, Nibiru’ya ilk akıllı yaşam tohumunu kim ve nasıl ekmişti?
Hadi bakalım:
SIRIUS
Bazı araştırmacılar tarafından Güneşimizin Güneşi diye nitelendirilen, 8.6 ışık yılı uzağımızdaki, hani şu meşhur 5 ucu ile sembolize edilen yıldız.
Buraya geldiğimde artık iyice ısınmış, birçok şeyi net bir şekilde kavramıştım. Ufak ufak, sindire sindire büyümüştüm. Siriusluların ileri derecede gelişmişlik seviyelerine zihinsel olarak adapte olabiliyor, uygun gezegenlere yaşam başlatabilmek, tohumlama yapabilmek için kullandıkları, kendi kendilerini kopyalayabilen sondalarının nasıl çalıştığını anlayabiliyordum. Ve bu sondalarla 14 milyon kadar yıl önce Nibiru’daki ve Dünya’daki ilk tohumlamaları nasıl yaptıklarını fiziksel olarak 3.boyutta olsam da idrak edebilmiştim.
Elon Musk’ın burada yaşayacağız diye peşine düştüğü Mars’ın, yüz milyonlarca yıl önce gerçekleşmiş ama sonrasında yok olmuş yaşam izlerinin şimdilerde yaşama uygun olmadığını öğrendiğimde, bu bilginin kendisi tarafından bilinmeme olasılığının olmadığını, dolayısıyla Mars yerine acaba Planet X – Nibiru ile ilgili mi araştırmalar yapıyor diye aklımdan geçirmişliğim de var.
Genetik atalarımız Siriusluların, 14 milyon yıl önce yaptıkları ilk tohumlama ile ilk hominid varlıklar olarak ortaya çıkmış olduğumuzu sindirmem, önüme saçılan kanıtlar sayesinde sadece birkaç dakikamı almıştı.
Uçuşuyordum artık. Evet, sayısını bilemediğimiz evrenlerdeki bir sürü benle, oradan buraya uçuşmanın hissettirdiği hazdan emindim. Ama sanki son bir şey lazımdı bana. Son bir bilgi. Soruya çeviremiyordum ama, bir şey, önemli bir şey daha vardı. Bir mesaj. Onu da almam gerekiyordu.
Evrenin ilk mesajı
Yaratılışın o ilk zamanlarında neler olmuştu? Yani büyük patlamadan arta kalan o muazzam gürültünün içinde bir mesaj var mıydı, varsa neydi?
Bu mesajı öğrensem her şey anlamını mi yitirirdi, yoksa tam manasıyla yerine mi otururdu. ?
Okumaya devam ederken birden karşıma Farabi çıkıverdi: “Alem büyük insan, insan küçük alemdir” diyordu. İdrak edebilmiş miydim bu sözü?
Aniden şimşekler çaktı; “neden her elektronu ayrı olarak düşünüyoruz ki? Ya bu bir illüzyonsa, ya gördüğün tüm elektronlar aslında tek bir elektronsa!” diye sorulmuştu kitapta…
Derin bir sessizlik… Bir boşluk.
ve son söz:
Aradığın cevaplar; ilk kez bilimle de tefekkür edebileceğini kanıtlayan 10.Boyut’ta…