“Türk demek, dil demektir. Milliyetin çok bâriz vasıflarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insanlar, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. (1)”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk Bağımsızlık Savaşı’nın önderi, lâik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türk çağdaşlaşma hareketinin lideridir. Askerliği, devlet adamlığı, inkılapçılığı yanında düşünce bakımından da seçkin bir fikir adamıdır. Döneminde, kültürel ve sosyal meseleleri ile sadece ilgilenmekle kalmamış, hemen her zaman bu faaliyetlerin içinde ve başında bulunmuştur. Özellikle “Türk dili” üzerindeki çalışmaları, Anadile Dönüş ilkesi yüzyılların öncü devrimlerindendir.
Atatürk ömrünü adadığı Türk dili konusuna yine yakın ilgi göstermiş, 1938’de birkaç hafta önce Dil Bayramı kutlanmış hatta bir gece yarısı Dolmabahçe Sarayı’nda kalmakta olan Türk Dil Kurumu ve Tarih Kurumu üyesi Prof. Dr. Hasan Reşit Tankut’u çağırtarak, kendisine “Arkadaşlara söyle, dil çalışmalarını gevşetmesinler” demişti (2).
En büyük eseri Türkiye Cumhuriyeti’nin, yüksek Türk kültürü temelinde kurulduğunu belirten yüce Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” dedikten sonra milleti şöyle tanımlamıştır: “Millet; dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimai heyettir”.
Bu tanımı (Millet) tamamlamak için ise; “Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de; Türk dili Türk milleti için mukaddes bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz badireler içinde ahlakını, ananelerini, hatıralarını, menfaatlerini, elhâsıl bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.” demiştir (3).
Dil ve Düşünce arasında çok sıkı bir bağlantı vardır. Bir toplumun düşünce alanında gelişmesi, öncelikle dilinin yetkinliğine bağlıdır. Gelişmiş, yetkin ve zengin bir dilden yoksun bir toplum düşünce alanında yaratıcı olamaz. Bu, dilbilimsel bir gerçektir.
Ama 29 Ocak 2015 tarihinde, canlı yayında basın mensuplarının sorularını cevaplayan Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, iç politikadan dış politikaya, başkanlık sistemine dair tartışmalardan seçim sürecine ve paralel devlet yapılanmasına kadar birçok konuda önemli açıklamalar yapmıştı. Yeni Türkiye’nin inşası yolundaki en önemli konunun yeni Anayasa olduğunu vurgulayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, ”Bizim tek millet, tek bayrak, tek vatan ve tek devlet bilincini iyi yakalamamız lazım. Ülkemiz üzerinde operasyon yapmak isteyenlere fırsat vermememiz gerekir. 78 milyon el ele ve kardeşçe yaşamalıyız” demişti (4).
O gün Cumhurbaşkanı Erdoğan verdiği demeçte, “Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan ve Tek Devlet Bilinciyle Aydınlık Yarınların Türkiye’sini İnşa Etmeliyiz” diyor, ancak Anadil maddesini yani Türk Dili’ni saymıyordu. Dil maddesine dikkati çeken H. Hakkı Kahveci, “Atatürk ve Cumhuriyeti Kuşatma” adlı eserinde: “(Cumhurbaşkanı) Erdoğan Rabia işaretini açıklarken dil maddesini saymıyor. Çünkü Türk dili yoksa Türk milleti yoktur. Bizzat kendi ağzıyla Türk yok diyen kendisidir.” demektedir (5).
Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten sonra anadilimiz olan Türkçe, iki dilin Arapça/Farsçanın etkisinde kalmış ve bu iki dilin sözcükleri adeta bir sel gibi Türkçemizin içine yayılmaya başlamıştır. Bunda bir devreye kadar zorunluluk vardı diyebiliriz. Çünkü ibadetlerde, dinsel bölümlerle ilgili terimler Arapçaydı ve bu terimler Türkçeleştirilmeden dilimize alınmıştır.
Farsça ise parlak bir edebiyat dilidir. Fars edebiyatının içeriğini oluşturan kimi sözcükler, benzetme bildiren tamlamalar, deyimler de yazar ve şairlerimiz eliyle Anadilimiz Türkçede yer etmeye başlamışlardır. Bu iki dilin baskısı o kadar artmıştır ki, Anadilimiz olan Türkçe yalnız kelime almakla kalmamış, o dillerden alınan kuralların da boyunduruğu altına girmiştir. Böylece üç dilin (Türkçe/Arapça/Farsça) sözlük ve kurallarından oluşan “yapay bir dil” ortaya çıkmıştır. Ancak bu yapay dil hiçbir zaman konuşma dili olmamıştır. Ama bilim kitapları, edebiyat kitaplarında bahsi geçen yapay dil kullanılmıştır.
Örneğin, sözgelimi bir yazar, evde çocuklarıyla konuşurken: “Bakın kuşlar dallarda aşk şarkısı söylüyor” diyebilirdi ama eline kalemi alıp da bunu yazılı olarak anlatmak istediği zaman: “Nazar buyurunuz, kuşlar, tabiatın bu mâderzâd şairleri, menâbir-i ağasan üzerinde menkıbe-i garâm-perver-i ragaaibin neşide-i tes’idini terennüm eyliyor” diye yazabilirdi. Sonuç olarak ne böyle bir dille yapılan bilimden, ne edebiyattan, ne de yürütülen devlet işlemlerinden halk elbette bir şey anlayamazdı (6).
Türk milletinin her yönüyle aydınlığa çıkabilmesi için dilinin de özleşmesi, gelişmesi, uygar bir dil durumuna getirilmesinin gerekliliğine inan Atatürk’ün Türk diliyle ilgilenmesi henüz çocukluk yıllarında başladığını anılarından bilmekteyiz; “Daha çocukken, dersler, kitaplar arasında yuvarlanırken hissederdim ki bu dilin bir şeye ihtiyacı var. O ihtiyacın ne olduğunu, nasıl elde edileceğini bilmezdim. Fakat mutlaka bir şey lâzım olduğunu duyardım.” (7).
Osmanlı Devleti’nin son seksen yılı, kültür alanında; dilin sadeleşmesi ve Türkçe’nin kolay yazılıp okunmasını sağlayıcı yeni bir alfabenin kabulü tartışmalarıyla geçmiştir. Azınlıklara verilen aşırı haklar, II. Meşrutiyet’ten sonra Türkçülük akımını güçlendirmiş, Türk diline ve Latin harfleri temeline dayalı alfabeye daha çok önem verilmeye başlanmıştır.
Örneğin;
İkinci Meşrutiyet’in devam günlerinde 1911 yılında Manastır-Bitola’da, Zekeriya Sami Efendi’nin çıkardığı “Eças” adında Latin harfleriyle basılan ilk Türkçe gazete cumartesi günleri yayımlanmıştır. (8).
Aynı yıl Mustafa Kemal, Trablusgarp’a giderken Kudüs’ten geçmiş ve İsrail dilini ölü dil halinden kurtaran ve sözlüğünü yazan Yahuda ile konuşmuş ve orada kendisine İbranicenin niçin Latin harfleriyle yazılmadığını ve İbrani harflerinin çok zor olduğunu söyleyerek: “Eğer günün birinde ben söz sahibi olursam Türkiye’de Latin harflerini kabul ettireceğim.” demiştir. (9).
1914 yılında Kılıçzade Hakkı Bey’in yayımladığı “Hürriyet-i Fikriye” adlı çıkan dergide yayımlanan beş makalede imzasız olmakla birlikte (…)”Latin harflerinin yavaş yavaş kullanılmalarını öneriyor ve bu değişikliğin kaçınılmaz olduğu” ileri sürülmüştür. (8)
1915 yılında ise Kâşgarlı Mahmud tarafından Bağdat’ta 1072- 1074 yılları arasında yazılan “Kitâbu Divânu Lugâti’t Türk” (Büyük Türk Sözlüğü Derlemesi) Ali Emîrî Efendi tarafından tesadüfen bulunmuş, Sadrazam/Başbakan Talat Paşa’nın araya girmesi ile Kilisli Rıfat Bilge Bey’in denetimi altında 1917 tarihine kadar üç cilt olarak basılmıştır.
Kitâbu Divânu Lugât-i Türk” şöyle başlamaktadır (Ön Söz): “Esirgeyen, koruyan Allah’ın adıyla Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarından doğurmuş olduğunu ve Türklerin ülkesi üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. Allah onlara Türk adını verdi ve yeryüzüne hakim kıldı. Cihan İmparatorları Türk ırkından çıktı. Dünya milletlerinin yuları, Türklerin eline verildi. Türkler, Allah tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Hak’tan ayrılmayan Türkler, Allah tarafından hak üzerinde kuvvetlendirildi. Türkler ile birlikte olan kavimler aziz oldu. Böyle kavimler, Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler, himayelerine aldıkları milletleri, kötülerin şerrinden korudular. Cihan hâkimi olan Türklere herkes muhtaçtır. Onların derdini dinletmek, bu suretle her türü arzuya nail olabilmek için “Türkçe” öğrenmek gerekir.
Yine aynı yıl, Enver Paşa da Osmanlı Türkçesinin yazımını kolaylaştırmak üzere Arap alfabesini gözden geçirerek yeni bir yazı sistemi geliştirmiştir. Sistem, Harbiye Nezareti’nin de katkısıyla uzun süre kullanımda kalmıştır. Bu sisteme göre harflerin son biçimleri birbirine bağlanmadan kullanılabiliyor ve sesli harfler de gösterilebiliyordu. Enver Paşa, 1917 yılında bu sisteme yönelik 35 ünsüz 10 ünlü olmak üzere toplam 45 harften oluşan “Elifbâ” adında bir okuma kitabı hazırlatmıştır.
Atatürk’ün düşüncelerine büyük önem verdiği Ziya Gökalp ise 1918 yılında yayımladığı Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adlı kitabının ikinci bölümünü Türkçe diline ayırmıştır. İlk baskısı 1923’te yapılan “Türkçülüğün Esasları” adlı eserde ‘Lisanî Türkçülüğün Umdeleri’ başlığı altında Türk dili konusunda yapılacak çalışmalarla ilgili ilkeleri sıralamış, Dünyadaki bütün Türklerin anlayacağı genel bir Türkçeye doğru gidilmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Birçok kaynak eserde Atatürk’ün Türk diliyle ilgilenmesi, TBMM Hükümetleri döneminde başlamıştır denilmektedir. Oysa Atatürk, henüz Erzurum Kongresi günlerinde güvendiği Mazhar Müfit Kansu’nun not defterine 7-8 Temmuz gecesi beşinci madde olarak: “Latin huruf u kabul edilecek.” yazdırmıştır.
1920 yılında, Dr. Rıza Nur’un Maarif Vekilliği sırasında, illere genelge göndererek dili arındırma amacıyla Anadolu ağızlarındaki Türkçe sözlerin derlenmesi çalışmalarına girişilmiş, 1925 yılında, toplanan söz ve deyimlerin sınıflandırılmasına başlanmıştır. Dil sorunu konusunda Sarf (Dil bilgisi) Encümeni, 1920’den başlayarak “Sarf ve Nahv-i Türki” başlıklı dört defter çıkarmıştır. 1923 yılında Maarif Vekâleti Velet Çelebi’nin “Türk Diline Medhal (Giriş)” kitabını yayımlamıştır.
Atatürk, 1 Mart 1922 tarihinde TBMM’nin 3’üncü toplanma yılını açarken verdiği söylevde, hutbelerin Türkçe okunması gerektiğini belirtmiş ve 7 Şubat 1923 günü Balıkesir’deki söylevinde de aynı görüşünü yinelemiştir. Hutbelerin Türkçe okunmasına ancak beş yıl sonra 3 Şubat 1928’de başlanabilmiştir. 27 Ekim 1922 tarihinde Bursa öğretmenleriyle yaptığı görüşmede ise “Türkçeyi Arapça kalıplarından kurtarma düşüncesini” savunmuştur.
Tunalı Hilmi Bey, Atatürk’ün bilgisi dâhilinde, daha cumhuriyet ilan edilmeden Ağustos 1923’te TBMM Başkanlığı’na “Türkçe Kanunu” önerisi vermiştir. Öneride Türkçe’nin sadeleşmesi, terimlerin Türkçeleştirilmesi, imlada birlik sağlanması konuları yer almışsa da bu girişim ne yazık ki sonuçsuz kalmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te kurulduğunda, Osmanlı Devleti’nden dil ve alfabe konusundaki tartışmaları da devir almıştır. Söz konusu tartışmalar Alfabe ve Dil Devrimlerinin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Ancak, Cumhuriyet devrimleri içinde üzerinde en çok tartışma yaratılan, fırtınalar estirilen devrim, ‘Harf Devrimi’dir. Kimisine göre, Harf Devrimi yapılmasının amacı, Osmanlı kültürüyle tüm bağları koparmak, geçmişe ait izlerinin tamamını silmek, kendisine karşı savaş yapıldığı iddia edilen Batı kültürüne teslim olmaktır. Yine en önemli suçlama, alfabe deyimiyle bir gecede, okuma yazmanın ‘sıfıra’ düşürüldüğüdür. Tüm bunlara karşın, Dil Devrimi’nin yararları ve hedefi ortaya konduğunda farklı bir sonuç çıkmaktadır.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin kültür olduğu görüşündeydi. Devletin ancak bilimsel temeller üzerinde yükselebileceğine inanıyordu: Bu inançla, Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’den Türk tarihini, kültürünü araştırmak üzere İstanbul Darülfünunu (Üniversitesi) bünyesinde bir Türkiyat Enstitüsü kurmasını istedi. Enstitü, Bakanlar Kurulunun 12 Kasım 1924 tarih ve 111 sayılı kararnamesi ile kuruldu ve çalışmalarına başladı.
Yeni devleti, tarihi temellere ve coğrafi bütünlüğe dayandırmak amacıyla Atatürk, “Genel Türk Tarihi Tezini” ortaya koymuştur. Teze göre, Anadolu’da devlet kuran ilk ulus Türklerdi. Türkler Orta Asya’dan dünyaya yayılmışlardı.
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında, dil konusundaki tartışmalar daha çok imla ve alfabe üzerinde yoğunlaşmıştır. 1927 yılında Azerbaycan’da, Latin kaynaklı alfabenin kullanmaya başlanması Türkiye’yi de etkilemiş, yine aynı yıl Atatürk’ün Büyük Nutuk’u okumasından sonra dil ve alfabe tartışmaları alevlenmiştir.
3 Şubat 1928’de İstanbul’da hutbe Türkçe okunmuş, TBMM, Harf Devrimi’nin öncüsü olarak 24 Mayıs 1928 tarihinde kabul ettiği bir kanunla uluslararası rakamların kullanılmasını benimsemiştir.
27 Mayıs 1928 tarihinde Başvekâletin (Başbakanlığın) onayıyla Maarif Vekâletince (Milli Eğitim Bakanlığınca) bir “Dil Heyeti” oluşturulmuştur. Bu heyet (kurul), “Dil Encümeni” adıyla da anılmıştır. 1928 yılında kurulan Dil Encümeni’nde, derleme işini üzerine alan Dr. Hulusi Zübeyr (Koşar) ve İshak Refet (Işıtman) Beyler değerlendirerek, Atatürk’ün de katkılarıyla 29 harfli bugün kullandığımız Latin kaynaklı alfabeyi hazırlamıştır.
Atatürk, 9-10 Ağustos 1928 gecesi Sarayburnu’nda halka yeni harflerin müjdesini vermiştir. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi o gece yaşananları şöyle aktarmıştır:
(…) Gazi Hazretleri 9 Ağustos Perşembe akşamı saat on dokuz raddelerinde Ankara motoruyla Dolmabahçe Sarayı’ndan hareket etmişler; bir müddet gezintiden sonra saat yirmi üçe doğru Gülhane Park’a çıkarak Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından tertip olunan müsamereyi şereflendirmişlerdir.
Gazi Hazretleri, Park rıhtımında Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, Gazi Ayıntap Mebusu Kılıç Ali, Vali Vekili Şehremini Muhiddin, Emniyeti Umumiye Müdürü Refet, Polis Müdürü Şerif Beylerle Halk Fırkası erkânı ve yoğun bir davetli kitlesi tarafından samimi merasim ve heyecanlı tezahürat ile karşılanmışlardır. Reisicumhur Hazretleri müsamerede hazır bulunanların iltifatlarıyla gönüllerini okşamışlar ve alkışlar, heyecanlı tezahüratlar arasında halk içinde hazırlanan mahalli teşrif buyurmuşlardır.
Bu arada Mısırlı şarkıcı Müniretül Mehdiye Hanım’ın şarkıları ve Türk hanımlarının dahil olduğu bir incesaz heyetinin terennümleri dinlenmiş ve gece yarısından iki saat sonraya kadar neşeli saatler geçirilmiştir. Sahnede musuki ve şarkılar devam ederken Reisicumhur Hazretleri’nin küçük bir bloknot üzerine yazı yazdığı görülüyordu. Miniretül Mehdiye Hanım takımın ikinci faslı bitip de heyet sahneden çekileceği sırada Reisicumhur Hazretleri elleriyle işaret ederek takımın durmasını ve perdenin kapanmasını arzu ettiler.
Gazi bu esnada kendisine dönen binlerce kişinin sükûtu içinde şu hitapta bulundu:
“Sevgili kardeşlerim! Huzurunuzda ne kadar bahtiyar olduğumu izah edemem. Duyduklarımı tek kelimelerle ifade edeceğim: Memnunum, mütehassısim, mesudum.”
Bu cümleyi halkın coşan “var ol Gazi” sesleri takip etti. Gazi Hazretleri devam ediyordu:
“Bu vaziyetin bana ilham ettiği hissiyatı huzurunuzda ufak notlar halinde tespit ettim. Bunları içinizden bir vatandaşa okutacağım. Arkadaşlar, benim bu notlarım asıl Türk harfleriyle yazılmıştır.”
Müteakiben Gazi Hazretleri kalabalık arasında lalettayin bir zatı çağırdı ve bu zata notları verdiler. Fakat Latin harfleriyle yazılmış olan bu tarzda yazıya henüz layıkıyla alışmadığı anlaşılan o zat bunları derhal okuyamadı. Bunun üzerine Gazi gencin elinden notları alarak şunları söyledi:
“Vatandaşlar, bu notlarım Türkçe harfleriyle yazılmıştır. Kardeşiniz bunu derhal okumaya teşebbüs etti ve okuyabilir de. Ancak henüz tamamen alışmamış olduğu görülüyor. İsterim ki, bunu hepiniz beş on gün içinde öğrenesiniz. Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harfleri kabul ediyoruz. Arkadaşlar, bizim güzel, ahenkli, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz. Anladığınızın belirtilerine yakın zamanda bütün kâinat şahit olacaktır. Buna katiyetle eminim. Şimdi yeni Türk alfabesiyle yazdığım bu notları bir arkadaşa okutacağım. Dinleyiniz, göreceksiniz ki, çok kolay yazılmakta ve okunmaktadır.”
Bunun üzerine Reisicumhur Hazretleri notların sofrasında bulunan Bolu Mebusu Falih Rıfkı Bey’e verdiler. Falih Rıfkı Bey şu nutku okudu:
“İstanbul halkının bu geceki sevinçli toplantısına beni iştirak ettirdiğiniz için çok teşekkür ederim. Her zaman her yerde olduğu gibi, bu gece burada da halk ile karşı karşıya geldiğim anda, büyük, azametli bir kuvvetin tesiri altında kaldığımı duydum. Bu kuvvet nedir? Türk halkını, Türk toplumunu teşkil eden yüksek insanların kalp pınarlarından yükselen hislerin, arzuların, heyecanların, kasıtların, bir noktada, bir hedefte, bir gayede birleşmesidir. Bu kuvvetin bu kadar müşterek olabilmesi, onun çok temiz, çok asil, çok makbul olmasıyla mümkündür. Şüphesiz, bu benim ve bütün dünyanın gördüğü kuvvet, muhakkak bu yüksek vasıflarla kendini göstermiştir. Bir millet, bu mahiyette bir kuvvet, bir hayatiyet gösterdiği zaman, o milletin insanlık tarihinde yepyeni bir safha açmakta olduğuna şüphe etmemelidir.
Bu gece burada güzel bir tesadüf eseri olarak şarkın en mümtaz iki musiki heyetini dinledim. Bilhassa sahneyi birinci olarak süsleyen Müniretül Mehdiye Hanım sanatkârlığında muvaffak oldu. Fakat benim Türk hissiyatı üzerindeki gözlemim şudur ki, artık bu musiki, bu basit musiki Türkün çok gelişmiş ruh ve hissiyatı tatmine kâfi gelemez. Bu anda karşıda medeni dünyanın musikisi de işitildi. Bu ana kadar şark musikisi denilen terennümler karşısında cansız gibi görünen millet derhal harekete, faaliyete geçti; oynuyorlar, şen şatırdırlar. Tabiatın icabını yapıyorlar. Bu pek tabiidir. Hakikaten Türk, fıtraten şen şatırdır. Eğer onun bu güzel huyu bir zaman için fark olunmamışsa, o kendinin kusuru değildir. Kusurlu hareketlerin kusurlu, acı, felaketli neticeleri vardır. Bunun farkında olmamak bir kabahat idi. İşte Türk milleti bunun için gamlandı. Fakat artık Türk milleti bütün hatalarını kanı ile düzeltti. Artık müsterihtir. Artık Türk şendir, fıtratında olduğu gibi. Artık Türk şendir, çünkü ona ilişmenin tehlikeli olduğu tekrar ispat istemez kanaatindedir. Bu kanaat aynı zamanda temennidir.”
“Vatandaşlar, arkadaşlar!
Çok söz, uzun söz, bir şey için söylenir: Hakikati anlamayanı hakikate getirmek için… Ben bu devirleri geçirdim ve şimdi sözden ziyade iş zamanıdır. Artık benim için, hepiniz için çok söz söylemeye ihtiyaç kalmadığı kanaatindeyim. Bundan sonra bizim için faaliyet, hareket ve yürümek lazımdır. Çok işler yapılmıştır. Ama bugün yapmaya mecbur olduğumuz, son değil, lakin çok lüzumlu bir iş daha vardır:
Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Yeni Türk harflerini her vatandaşa, kadına, erkeğe, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki, bir milletin, bir toplumun yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni, doksanı bilmezse, bu ayıptır. Bundan insan olanların utanması lazımdır. Bu millet, utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Fakat milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa, bu hata bizde değildir. Türkün karakterini anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlarındır. Artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları düzelteceğiz. Hataların düzeltilmesinde bütün vatandaşların faaliyetini isterim. En nihayet bir sene, iki sene içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz yazısıyla kafasıyla bütün medeniyet âleminin yanında olduğunu gösterecektir.”
Bu esnada halkın heyecanı tasavvur ve tahmin edilemez dereceye geldi. Her tarafta milli rehbere karşı kalplerden gelen bir coşkunluk taşıyordu. Gazi güleyan ve coşkusu azami haddini bulan halka doğru kadehini kaldırarak:
“Eskiden bunun bin mislini mezbelelerinde gizli gizli içerek türlü fesatlıklar yapan ikiyüzlü sahtekârlar vardı. Ben o sahtekârlardan değilim. Milletimin yükselişi şerefine içiyorum” dedi.
Halk canı gönülden “Afiyet olsun!” diye bağırdı.
Gazi Hazretleri’nin hitabelerinden sonra bir talebe hanım kız Cumhuriyet Marşı’nı terennüm etti. Buna halk da iştirak ediyordu. Saat ikiye yaklaştığı halde, belli ki halk Gazi’den, Gazi halktan ayrılmak istemiyordu. Bu sırada kendilerini görmeye dayanamayarak yanlarına kadar sokulan birkaç çocuğa iltifat ettiler. Halkın tezahüratı hiç kesintiye uğramayan bir heyecan ateş nehri halinde devam ediyor, hiç bitmeyecek zannediliyordu.
Büyük Gazi’miz yine not defterine üzerinde birkaç dakika meşgul oldular ve tekrar ayağa kalkarak:
“Sevgili arkadaşlarım” dediler. “Size veda için ne diyeyim! Hangi tabiri kullanayım: ‘Au revoir’ mı, ‘Allahaısmarladık’ mı, yoksa ‘tekrar görüşelim’ mi diyeyim?”
Bu sırada Galatasaray Lisesi’nden Necdet isminde sevimli bir çocuk sevinçle atıldı:
“Tekrar görüşelim!”
Bunu çok takdir ve anlayışla karşılayan Gazi’miz sözlerine şöyle devam etti:
“Bu tabirlere alışıncaya kadar şimdilik ‘sabahınız hayır olsun’ , ‘akşamınız hayır olsun’ , geceniz hayır olsun’, ‘vaktiniz hayır olsun!” dediler.
Son söz olarak ilave ettiler:
“Tekrar görüşelim.”
Halk Gazi’yi aynı heyecan, aynı sevinç arasında uğurladı. Gazi, mızıka İstiklal Marşı’nı çalarken, refakatlerinde Daihiliye Vekili Şükrü Kaya, Maarif Vekili Necati ve mebus beyler olduğu halde, ikiyi çeyrek geçe Sarayburnu’nu terk ettiler.
Gazi Hazretleri bundan sonra Yat Kulübündeki Hilali Ahmer balosuna teşrif etmişler ve Yat Kulübü iskelesinde Hilali Ahmer Cemiyeti Resi Ali Paşa, Hilali Ahmer Cemiyeti üyeleri ve diğer zevat tarafından karşılanmışlardır.
Yat Kulübü’ndeki Hilali Ahmer balosuna şehrimizin kibar tabakasına mensup hanım ve beyler iştirak etmiş, Gazi Hazretleri’nin teşrifleri ise baloya ayrıca parlaklık vermiştir. (…) Reisicumhur Hazretleri halkın akış ve tezahüratları arasında kulübün salonuna girmişler ve dans etmişlerdir. Gazi Hazretleri daha yaşlıca bazı kibar hanımefendileri ve bu arada Sabiha Nuri Hanım’ı dansa davet etmişler ve dansın yalnız gençlere ait bir şey olmadığını, genç ihtiyar herkesin bu asri ve medeni ihtiyaçtan istifade edeceklerini söylemişlerdir.
Reisicumhur Hazretleri sabahleyin Dolmabahçe Sarayı’na dönmüşlerdir.” (10).
Atatürk, 9-10 Ağustos 1928 gecesi Sarayburnu’nda halka yeni harflerin müjdesini verdikten sonra, Tekirdağ, Sinop, Samsun, Sivas ve Kayseri’de yeni alfabeyi tanıtmış, Dil Heyeti de yeni alfabe yanında dilde yazım birliğini sağlamak üzere, 1928 yılında bir İmla Lügati hazırlamış ve Gramer kitabı yayımlamıştır.
Nihayet, Harf Devrimi/İnkılabı (“1353 Sayılı, Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun”), 1 Kasım 1928 tarihinde Cumhurbaşkanı Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 3’cü Dönem, 2’nci Toplanma Yılı açış konuşmasından sonra (bravo sesleri ve şiddetli alkışlar ile) kabul edilmiştir:
…”Aziz Arkadaşlarım; her şeyden evvel her inkişafın ilk yapı taşı olan meseleye temas etmek isterim. Her vasıtadan evvel büyük Türk milletine onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yol haricinde kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lâzımdır. Büyük Türk milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir. Basit bir tecrübe Lâtin esasından Türk harflerinin, Türk diline ne kadar uygun olduğunu şehirde ve köyde yaşı ilerlemiş Türk evlâtlarının ne kadar kolay okuyup yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır.
Büyük Millet Meclisi‘nin kararıyla Türk harflerinin katiyet ve kanuniyet kazanması, bu memleketin yükselme mücadelesinde başlı başına bir geçit olacaktır.
Milletler ailesine münevver, yetişmiş büyük bir milletin dili olarak elbette girecek olan Türkçeye bu yeni canlılığı kazandıracak olan üçüncü Büyük Millet Meclisi, yalnız ebedî Türk tarihinde değil, bütün insanlık tarihinde mümtaz bir sima kalacaktır.
Efendiler!
Türk harflerinin kabulüyle hepimize, bu memleketin bütün vatanını seven yetişkin evlâtlarına mühim bir vazife teveccüh ediyor; bu vazife, milletimizin kâmilen okuyup yazmak için gösterdiği şevk ve aşka bilfiil hizmet ve yardım etmektir. Hepimiz, hususi ve umumi hayatımızda rasgeldiğimiz okuyup yazma bilmeyen erkek kadın, her vatandaşımıza öğretmek için tehalük göstermeliyiz, bu milletin asırlardan beri hallolamayan bir ihtiyacı birkaç sene içinde tamamen temin edilmek, yakın ufukta gözlerimizi kamaştıran bir muvaffakiyet güneşidir. Hiçbir muzafferiydin hatlarıyla kıyas kabul etmeyen bu muvaffakiyetin heyecanı içindeyiz. Vatandaşlarımızı cehaletten kurtaracak bir sade muallimliğin vicdan-i hazzı mevcudiyetimizi işba etmiştir.
Aziz Arkadaşlarım; yüksek ve ebedî yadigârınızla büyük Türk milleti yeni bir nur âlemine girecektir.”
Harf Devrimi/İnkılabı yasası 3 Kasım 1928 günü Resmi Gazete ’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş, o güne değin kullanılan Arap harfleri esaslı Osmanlı alfabesinin geçerliği son bulmuş ve Latin harflerini esas alan Türk alfabesi yürürlüğe konmuştur. Yeni harflerin kabulüyle birlikte, bu harflerle gazete ve kitap yayımına başlanmış, beklenenin tersine, kitap yayınında azalma olmadığı gibi büyük bir artış görülmüştür. Şöyledir ki; 1876-1928 yılları arasında 52 yıllık dönemde yaklaşık 27.000 adet kitap yayımlanmıştır. Oysa 1928-1938 yılları arasındaki on yıllık dönemde ise 15.244 kitap yayımladığı bilinmektedir.
Atatürk, 24 Kasım 1928’de Millet Mektepleri Başöğretmeni olmuş ve her fırsatta kara tahta başına geçmiştir. 16-40 yaşlarındaki vatandaşlarımız için 1 Ocak 1929 tarihinden itibaren “Millet Mektepleri” açılmış, beş yıl içinde, 2.305.924 kişi Millet Mekteplerinden mezun olmuştur.
Bu vesile ile Seç Haber Ailesi olarak başta Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün izinde, çağdaş bilimin ışığında ilerleyen tüm öğretmenlerimizin büyük ve kutlu gününü kutluyoruz.
Kaynakça:
1-) Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Adana seyahatinde 17 Şubat 1931 tarihinde Türk Ocaklılara söylevinde dilin milli birliği oluşturmasındaki rolüne değinirken söylemiştir. Aktaran: Toros Taha, “Atatürk’ün Adana Seyahatleri”, Adana 1981, sf:61.
2-) ”Aman dil… Aman dil…”
16 Ekim 1938 Pazar günü öğleden sonra Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak, Dolmabahçe sarayındaki Atatürk’ün hususi dairesine girdiğinde Prof. Dr. İrdelp ile Operatör Dr. Öke koridorda bir takım ilaçlar hazırlamakla meşguldüler. Atatürk, yatağın içinde oturmuş, şiddetli bir bulantı ile mütemadiyen öğürmekte, ağzından az miktarda sarı bir mayi çıkarmakta idi. Doktorlar kendisine bir enjeksiyon yapmakla beraber, küçük buz parçaları da yutturmaya başladılar. Biraz sonra öğürtü kesilmişti.
Atatürk; “Beni kaldırınız” dedi.
Hâlbuki tam aksine ‘Yatırınız’ demek istiyordu. Yatırdık. Ben, başucuna sokularak; “Buz iyi geldi mi Efendim?” diye sordum.
Atatürk; “Evet” cevabını verdi ve akabinde kendisini kaybetti.
Vücudunda birtakım asabi araz belirmişti. Sık sık başını iki tarafa çeviriyor, mütemadiyen ve “Aman” kelimesini uzatarak “Aman dil, aman” diye söylenip duruyordu. Acaba bu sözleriyle neyi kastediyordu? Dilinden bir sıkıntı çekiyordu da onu mu ifade etmek istiyordu: yoksa şuuru altındaki dil meselesinden mi bahsediyordu; bunu ne doktorlar ne de biz bir türlü anlayamadık.
Birkaç hafta önce Dil Bayramı kutlanmış ve Atatürk ömrünü adadığı dil konusuna yine yakın ilgi göstermiş, hatta bir gece yarısı Dolmabahçe Sarayı’nda kalmakta olan Türk Dil Kurumu ve Tarih Kurumu üyesi Prof. Dr. Hasan Reşit Tankut’u çağırtarak, kendisine “Arkadaşlara söyle, dil çalışmalarını gevşetmesinler” demişti.
İşte o yüzden Atatürk’ün, “Aman dil… Aman dil…” diye sayıklaması yakın çevresinde bilinçaltındaki dil sorununa atfediliyordu. Bu sözcükler, koma süresince Atatürk’ün dilinden düşmedi. Nadiren gözlerini açıp kapatıyor, bu arada da sık sık “Dil Efendim dil… aman ya Rabbi… Aman dil…” diye sayıklıyordu.
3-) Prof. Dr. Ayşe Afet İnan; “Bu sözler, 1931 yılında yurt bilgisi notlarından “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabımın 7. ve 8. sayfalarında yazılıdır. Fakat hemen belirtmeliyim ki bu fikirler Atatürk’ündür. Çünkü ben o sıralarda ilk öğretmenlik yıllarımda Ankara Musiki Öğretmen Okulu’nda yurt bilgisi okuturken Atatürk’ün bizzat uğraştığı meselelerdi bunlar. Burada anlatım, bütünüyle yeni akıma uygun değildir; henüz Dil Kurumu açılmamakla birlikte yeni harflerin kabulünden sonra Atatürk’ün çevresinde, dilin sadeleştirilmesi ve halk dili ile yazı dil birliğinin sağlanmasını amaç tutan konuşmalar sık sık yapılmakta idi. Atatürk’ün üslûbu ise bilindiği gibi eski kurallara bağlıdır. Fakat bizim nesil Arapça ve Farsçayı okullarda eskisi gibi okumadığından daha Türkçe kuralları ve kelimeleri benimsemiş durumda idik…”
4-) tccb.gov.tr/haberler/410/2750/tek-millet-tek-bayrak-tek-vatan-ve-tek-devlet-bilinciyle-aydinlik-yarilarin-turkiyesini-insa-etmeliyiz.html
5-) Hüseyin Hakkı Kahveci, “Atatürk ve Cumhuriyeti Kuşatma”, Destek Yayınları: 1606, Araştırma:358, Haziran 2022, sf:313. (…)”Rabia işareti ise dindar Yahudilerin sembolüdür: 1-TEVRAT / 2-YARATILIŞ / 3-İSRAİL / 4-MUSA ‘yı ifade eder. Dördüncü parmak Yahudilikte kayıp İsrail soyunu anlatır. Rabia işareti Yahudilerin kendi arasındaki dini selamlaşmasıdır, “İslam’ın şartı 4” manasına gelir ki Hz. Muhammed’in inkârı olduğu için 4 parmaktır… Sf:286.”
6-) Hasan Latif Sarıyüce, “Atatürk’ün Hayatı, İlkeleri Devrimleri”, İstanbul 1987, Serhat Dağıtım Yayınevi, sf:100.
7-) İbrahim Necmi Dilmen, “Cumhuriyet gazetesi, 10 Kasım 1941”. Aktaran: Prof. Dr. Utkan Kocatürk, “Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri”, Semih Ofset, Ankara 1999.
😎 Erol Mütercimler, “Fikrimizin Rehberi ‘Gazi Mustafa Kemal’” sf:1170.
9-) Bu olayı, 1977 yılında İsrail’de dinleyen Uluğ Iğdemir, 1978 yılında anlatmış ve Harf Devriminin Ellinci Yılı Sempozyumu, TTK Basımevi, Ankara, 1991, sf:98’de yer verilmiştir. https://www.sechaber.com.tr/mustafa-kemalin-eliezer-ben-yahuda-ile-gorusmesi/
10-) “Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 22 (1927 – 1929)” Kaynak Yayınları: 497, Birinci Basım: Ağustos 2007, sf:154…158. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in Sarayburnu konuşması hakkında Prof. Dr. A. Afet İnan (Hanımefendi) şunları aktarmaktadır: “8/9 Ağustos 1928 akşamı Sarayburnu’nda bir konser vardı. Şarkılarla pek ilgilenmiyordu Atatürk. Kâğıtlara yeni harflerle bir şeyler yazdı. Bana okuttu. Benim yanlışsız okuduğumu duyunca memnun oldu. Demek ki uygulamada başarılı olacağız dedi ve Falih Rıfkı Atay’a yüksek sesle okuttu. (Bkz: Prof. Dr. A. Afet İnan, “Ellinci Yılında Türk Harf Devrimi (1928)”, Harf Devrimi’nin 50. Yılı Sempozyumu, 2. Basım, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991, Sf:8).