Atatürk, gül çiçeğini çok severdi.
Gül çiçeğinin anavatanı ve dünyaya yayıldığı bölge ile ilgili çok önemli bir araştırmaya imza atan, Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi öğretim üyelerinden Endemik Bitkiler Uzmanı Prof. Dr. Hasan Özçelik; Gül’ün anavatanı ile ilgili şöyle demektedir:
—“Türkiye Endemik bitki türleri açısından çok zengin bir bölge bu konuda çok önemli araştırmalar yapılmalı. Gül çiçeği ile ilgili yıllardan beri araştırma yapmaktayım. Türkiye’de 13 bölgede gül yayılış göstermiştir. Dünya’ya gülün Türkiye’den yayıldığına inanıyoruz. Türkiye’de 2 bölge üzerinde de duruyoruz. Yaptığım araştırmada Gül çiçeğinin anavatanının Rize’nin Kaçkar dağları veya Isparta’nın Anamas Dedegül dağları olduğunun kanaatindeyim. Bu iki bölge hakkında tereddüt içerisindeyim. Rize Kaçkar dağlarında 11 çeşit ve Isparta Anamas dağlarında ise 12 çeşit gül tespit ettim. Bu konuda bilimsel araştırma ve çalışmalarımız devam ediyor.”
Atatürk, gül çiçeğini çok severdi. Kırklarelili Âşık Ali Tanburacı’nın, Hicaz makamında bestelediği Rumeli türküsü “Kırmızı Gül’ün Alı Var” da Atatürk’ün en sevdiği şarkılar listesinde yer alır. Bazı kaynaklar, Âşık Ali Tanburacı’dan önce bir süre Bulgaristan Türkleri arasında yaşamış ve oradan Anadolu’ya geçerek Türk kültürü hakkında folklorik çalışmalar yapmış olan Ignacz Kunas isimli biri tarafından “Kırmızı Gülün Alı Var” türküsüne benzeyen “Kırmızı Gülü Budarlar” isimli bir türkü yazdığını, Tanburacı’nın bu türküden esinlenerek “Kırmızı Gülün Alı Var” ı derlediğini düşündüklerini belirtmişlerdir.
Türk ressam, yazar ve şairlerimizden Bedri Rahmi Eyüpoğlu (D:1911 – Ö:21 Eylül 1975), adını “Bi tane daha” adlandırdığı şiirinin dizelerinde “Kırmızı gülün alı” var demiş ve şöyle seslenmişti:
…”Kırmızı gülün alı var;
Kolay kolay gelir miydi bir Mustafa Kemal?
Bir Mustafa Kemal yetmedi bre şahin aman
Bir Mustafa Kemal daha…”
Atatürk, gül çiçeğini çok severdi.
Bir akşam üzeridir ve Atatürk Bilardo oynarken, birden oyunu bırakır ve Cevat Abbas Gürer ile Sabiha Gökçen’e:
-…”Haydi, biraz dışarı çıkıp dolaşalım.” demiştir.
Sabiha Gökçen anlatır (Halit Kıvanç, “İlk Kadın Tayyarecimiz Sabiha Gökçen”, Milliyet Gazetesi, Yıl:7, Sayı:2356, 6 Aralık 1956, sf:4):
…“Çıktık, dolaşmaya başladık.
Çankaya’daki köşkün arkasında bir gül bahçesi vardı. Çiçeği, bilhassa gülü çok seven Atatürk’ün yatak odası bu bahçeye karşıydı. İşte bu gül bahçesini dolaşırken bir fidanın önünde durdu. Fidanda yeni açmış güller, açmak üzere bulunan goncalar vardı. Ben bu gülü çok beğendiğini fark ettim ve ‘Bir tane koparıp vereyim,’ dedim.
Atatürk hemen elimi tuttu:
-…”Bırak,” dedi, “orada kalsın. Tabiatın güzelliği kendinde kalsın. Dalında yetişsin.”
Koparmaktan vazgeçerken, Atatürk’e cevap vermeye çalıştım:
‘Sizin yakanıza takmanız için…’
Atatürk güldü ve:
-…”Onlar oraya daha çok yakışır,” dedi.
Cumhurbaşkanlığı Fasıl Heyetinin Neyzenlerinden Burhanettin Ökte, Atatürk’ün, Latife Hanım’dan ayrılık günlerinin bir akşam sofrasını şöyle anlatır:
…”Latife Hanımdan ayrılık günlerinde akşam sofralarında, Çankaya musiki heyetinden biri “Karşıyaka’da İzmir’in gülü” güfteli şarkıyı okumak istemişti. Mustafa Kemal, bu eseri derhal kestirmiş ve büyük bir üzüntü ile:
-…”Biz o gülü çok kokladık,” derken, büyük bir gönül yarasının izleri yüzünde, gayet açık okunmuştu. (Burhanettin Ökte, “Atatürk’ten Hatıralar”, Türk Musikisi Dergisi, Cilt:2, Sayı:14, 1 Aralık 1948, Sf:389)
Fahrettin Altay, Atatürk’ün, Latife Hanımdan ayrılık günlerinde:
…”Mustafa Kemal, “gül”ünden ayrı kalmış “bağrı yanık bir bülbüle” e dönmüştü,” demiştir. (Fahrettin Altay, “Görüp İşittiklerim 10 Yıl Savaş 1912 – 1922 ve Sonrası”, İnsel Yayınları, İstanbul 1970, Sf:389)
Latife Hanım ise, 22 Mart 1926 tarihinde Mustafa Kemal’e yazdığı mektubunda kendisini solmuş bir güle benzetmişti (Murat Bardakçı, “Tarihin Arka Odası – Latife Hanım’ın Gizli Kalmış Hasret Mektupları”, Haber Türk Gazetesi, Yıl:1, Sayı:2, 2 Mart 2009, sf:18):
“Bir gün takdir ettiğin, hürmet ettiğin ve onun için bir defacık olsun gözyaşı döktüğün ve hiç olmazsa bir saniyecik sevdiğin bir Türk kızı, İzmir’in zafer tarlasından kopardığın ve… kokladığın bir ‘gül’ceğiz vardır. O yalnız senindir. İstirham ederim! Onun güler yüzünü söndürdün.”
Atatürk, gül çiçeğini çok severdi.
Gülleri dalından koparmaya kıyamasa da, Mustafa Kemal, İstanbul’a her gelişinde buketten büyük sepette beyaz gül demeti gönderirdi Latife Hanım’a.
Beyaz gül, her ikisi içinde önemli idi (Mehmet Sadık Öke, Fatih Bayhan, “Teyzem Latife, sf:391”):
…”Hem Mustafa Kemal evlenme teklif ederken yatağın üzerinde bıraktığı fotoğrafının üzerinde bıraktığı fotoğrafının üzerinde beyaz bir gül vardı, hem de evlendikleri gün imzayı atarken Latife Hanım’ın elinde beyaz bir gül vardı. Gül, bağlılığın simgesi idi aralarında. Aslında, ikisinin de birbirlerine hâlâ aynı duygu ile zarifçe bağlılığını gösteriyordu, gül.”
Mustafa Kemal, Latife Hanım’ında gülü çok sevdiğini bilirdi. Kendisine güller göndermemiş miydi?
O şimdi yoktu. Bu defa gül gönderen Latife Hanım olacaktı.
Latife Hanım’ın erkek kardeşi Ömer Bey’in kızı tarihçi Meral Bebe’nin anlattığına göre:
…”Latife Hanım, zatürree olduğu ve evden çıkamayacak durumda bulunduğu bir gün, evine gelen genç bir hanıma, Jale Tulga’ya (İstanbul I. Ordu Komutanı General Refik Tulga’nın kızı) bir ricada bulundu:
-“Ankara’da, bir çiçekçiden, bir tek kırmızı gül al lütfen. Ama bir tek. Onu Anıtkabir’e götür ve Mustafa Kemal’in ayakucuna yere bırak. Kimden geldiğini anlar O. Sen yine de, ‘Bunu Latife gönderdi,’ diye söyle. Bu iyiliği bana yapabilir misin?”
O genç hanım tabii ki o iyiliği yapacaktır. Kalabalığı yara yara, kendine yer aça aça kabrin ayakucuna kadar geldi ve bıraktı o kırmızı gülü…
Hatta ertesi gün kontrol da etti, “Duruyor mu?” diye. Evet, yine oradaydı gül…
Ve iyi haberi İstanbul’a götürebilirdi artık… (Nebil Özgentürk, “Felaketzede Yalnız Bir Kadın” Sabah Gazetesi, 31 Ekim 2003, sf:19)”
Mehmet Sadık Öke, Fatih Bayhan, eseri “Teyzem Latife” sayfa 391-392’de “Her ne kadar bir kırmızı gül diye anlatılsa da, Latife teyzemin bizlere anlattığı beyaz bir güldür!” diyor ve şöyle anlatıyor;
…“Mustafa Kemal, Anıtkabir’e defnedildikten sonra Jale Tulga ile beyaz bir gül göndermiştir, Latife teyzem. Jale Tulga, ‘Bir emriniz var mı, Ankara’ya gidiyorum,’ diye ziyaretine geliyor. Teyzem de diyor ki; ‘Bir isteğim yok ama sen O’na bir beyaz gül götür, mezarına koy. Senin bir şey söylemene gerek yok, O zaten bilir ama gene de, ‘Bu gül Latife’den de,’ diyor.
Jale Tulga, Ankara’ya gittiğinde Anıtkabir’e gidip mozoleye beyaz bir gül koyuyor, Latife Hanım adına. Devlet erkânı da geldiği için her taraf çelenk ve çiçeklerle doluymuş. Jale Tulga, ertesi gün bir şey onu dürtüyor ve tekrar gidiyor Anıtkabir’e. Mezara gelen çelenklerin hepsi alınmasına rağmen bir tek beyaz gül orada duruyor. Jale Tulga’nın Nezihe Araz’a anlattığı anılarında var bu.”
Şimdi dilerseniz anıyı birde Ankara eski milletvekili Rıfat Araz’ın kızı, yazar ve gazeteci Nezihe Araz’tan dinleyelim:
…”Atatürk’ün naaşı, 10 Kasım 1953 tarihinde, Etnografyadaki geçici kabrinden alınarak, törenle Anıtkabir’e nakledilmişti. Artık 10 Kasım günü Atatürk’ü anma törenleri burada yapılacaktı. Bir 10 Kasım gününden önce, bir gün, Latife Hanım’ı Ayaspaşa’daki baba evine genç bir kız gelmişti: Jale Tulga.
Evin, üst katı alt kata bağlayan o görkemli merdiveninin başında, Latife Hanım ve onu ziyarete gelmiş bir genç kız duruyordu. Kırmızı halı kaplı merdivenin en üst basamağında, oymalı tırabzan başını tutmuş olan Latife Hanım, yorgun, hüzünlü, düşünceli genç konuğu ile vedalaşıyor. Bu genç kız da Latife Hanım’ın elini öpüyor. Latife Hanım, bu eli uzun süre bırakmıyor ve sonra:
“Beni mutlu ettin. Teşekkür ederim… İyi ki geldin,” diyordu.
‘Rica ederim efendim. Asıl ben size teşekkür borçluyum. Yarın Ankara’ya gidiyorum. Bana bir emriniz olabilir mi Ankara’da efendim?’
Latife Hanım, genç kızın gözlerine, yüreğine bakıyor; dipten ve derinden dikkatle, “Ankara’ya öyle mi? Kim bilir ne kadar değişti koca Ankara? O şehri öyle merak ediyorum ki!” diyor. “Evet. Demek bana, ‘Bir isteğin var mı?’ diyorsun. Pekâlâ. İşte sana bir sır; daha doğrusu bir emanet. Yıllardan beri gerçekleştirmek istediğim bir şey vardı; cesaret edip kimseye söylemediğim.”
‘Emredin efendim. Ben size hizmete hazırım, biliyorsunuz.’
İkisi de çok heyecanlıydı. Latife Hanım gülümsemeye çalışıyordu:
“Estağfurullah. Sadece bir rica… Ankara’da… Bir çiçekçiden, bir tek kırmızı gül al lütfen. Ama bir tek. Onu Anıtkabir’e götür ve Mustafa Kemal’in mübarek kabrinde, yere bırak. Ayakucuna. Kimden geldiğini o anlar, ama sen yine de, ‘Bunu Latife gönderdi,’ diye söyle! Bu iyiliği bana yapabilir misin?”
‘Nasıl yapmam? Elbette, elbette efendim. Emredersiniz.’
“Hayır! Gerçekten, sadece rica ediyorum, lütfen!”
Jale Tulga, gerçekten o sabah saat dokuzda eline taze ve kıpkırmızı bir gülle Anıtkabir merdivenlerini çıkıyordu. Heyecanlıydı. Merdivenleri çıktığında alanda yoğun bir resmi kalabalık gördü, nedensiz korkusu arttı. Kalabalığın içinden zorla geçen görevliler, içeriye gelen çiçekleri taşıyordu. Onların işini bitirmesinden sonra resmi ziyaretçiler giriş kapısından içeriye giriyordu.
Genç kız, ‘Eyvah, ben, dünyada içeriye almazlar,’ diye düşündü, üzüldü, kalabalığa karıştı. Yüksek rütbeli bir subay gördü. Genç kız da bu kalabalığa karıştı. Yüksek rütbeli subay şimdi onunla birlikteydi. Subay’a içeride… Kim var efendim?’ diye sordu.
Subay gülümseyerek usulca fısıldadı:
‘Devlet Başkanımız.’
Subay bunu söyledikten sonra aceleyle yürüdü. Kalabalık genç kızı içeri doğru itiyordu. Nedense geri dönmeyi düşündü; o anda yanında, ta yanı başında Latife Hanım’ın hüzünlü sesini duydu:
“Lütfen! Lütfen!”
Bu ses, geç kızın nedensiz korkusunu bitirmişti:
‘Tabii efendim. Size söz verdim. Beni kimse yolumdan çeviremeyecek,’ diye fısıldadı. Başını dikleştirip yürüdü. Protokol kalabalığı ile birlikte Atatürk’e en yakın olan noktaya kadar gelebildi. Herkesten ayrıldı, elindeki gülü Atatürk’ün ayakucuna, yere bıraktı:
‘Bunu Size Latife Hanım gönderdi, Efendim,” dedi.
Sonra geri çekildi, kalabalığın içine karıştı genç kız. Kimse ona engel olmamıştı. Saygı duruşu tamamlanıp Devlet Başkanı ve ardındakiler dışarı çıkınca o da kalabalığı izledi.
Jale Tulga, o gece kaldığı otel odasında, bir türlü uyuyamadı:
‘Acaba sana ne yaptılar kırmızı gül? Yüzlerce çelenk geldi üstüne. Ezilip kaldın mı? Yoksa biri seni fırlatıp attı mı, atabildi mi? Atatürk’ümüz seni kabul etti mi kırmızı gül? Belki sen, ona bir mesaj getirmiştin. O yalnız, mutsuz, pişman kadından. Yoksa benimle seni ne diye Anıtkabir’e yollayacaktı?’ diye düşünüp durdu. Sonra:
‘En iyisi yarın ona gide bakarım,’ dedi. ‘Görmeden olmaz. Görür, ne olduğunu anlar, haberi öyle götürürüm Latife Hanımefendi’ye,’ kararını verdi.
Ertesi gün sabahın erken saatinde Anıtkabir’den bir daha içeri girdi. Kapının önünde, bir gün önce gelen bütün çelenkler sıra sıra dizilmiş, açıkta duruyordu. Anıtkabir’de gece içeride çiçek bırakılmıyor, hepsi açık havaya çıkarılıyordu:
‘Koca çelenkleri bile dışarı çıkarmışlarsa, bir tek kırmızı gül, ne oldu kim bilir?’ diye düşündü.
Hızlı hızlı yürüdü, içeri girdi. Kırmızı gül konduğu yerde, aynı güzellikte taze capcanlı duruyordu. Genç kız, gözlerinden tane tane yaşlar akarken, ‘Teşekkür ederim Ata’m,’ dedi. ‘Çok teşekkür ederim. Çok… Onu kabul ettin demek ki?’
Eliyle gözünden akan yaşı sildi. Artık İstanbul’a, Latife Hanım’a götüreceği güzel bir haberi vardı.
Bu zarif ve anlamlı olay, Latife Hanım’a böylece anlatılırken, belki de bir başkasının yanında ilk defa, gözlerinden dökülen yaşları silmeye gerek görmeyen kadın içten ve huzurlu…
“Teşekkür ederim,” dedi. “Çok teşekkür ederim!”.
KIRMIZI GÜLÜN ALI VAR:
Kırmızı gülün alı var (aman aman) Her gün ağlasam da yeri var Bugün benim efkârım var (aman aman) Ah bu gönül arzuler seni seni yar seni
Kırmızı gülü budarlar (aman aman) Altına meclis kurarlar Güzeli candan severler (aman aman) Ah bu gönül arzuler seni seni yar seni
Kırmızı gülün pürçeği (aman aman) Yar önünde oynar köçeği Neyleyim yarsız döşeği (aman aman) Ah bu gönül arzuler seni seni yar seni (Âşık Ali Tamburacı / Rumeli)