Bu sorunun yanıtını hiç şüphesiz Atatürk’ün, “küçüğü, sevgili çocuğu, manevi kızı ve dünyanın ilk kadın savaş pilotu unvanına sahip, Sabiha Gökçen’den öğreneceğiz.
Sabiha Gökçen, 2001 yılında doğum günü olan 22 Mart’ta, Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde, mesleğinde pek çok ödülün sahibi, Atatürk’ün manevi kızı ve Cumhuriyet dönemi Türk kadının saygın bir temsilcisi olarak, 88 yaşında hayata veda etmişti. Kendisi ile son röportajı gerçekleştiren Japon MainichiShimbun gazetesi yazarlarından YoshakiIto, “Türk halkı için büyük bir kayıp. Kalbim kederle dolu. Ama Japon okurlara son mesajını aktaran kişi olmaktan buruk bir mutluluk duyuyorum” demişti.
Çalışma masasında, Gökçen’in armağan ettiği ve üzerinde onun pilot üniforması içinde çizilmiş resmi ile bir madalyası bulunduğunu anlatanYoshakiIto, Gökçen ile yaptığı görüşmeyi şöyle anlatmıştı: “Kendisini ziyaret ettiğimde yatağından kalkamayacak derecede hastaydı. Buna rağmen büyük bir nezaketle, Atatürk ile hatıralarını sormama şansı tanıdı. Mülakat sırasında defalarca yatağına gitmesini ve biraz dinlenmesini istedim. Fakat evinden ayrıldığım ana dek sandalyesinde oturmaya devam etti. Misafirperverliği ve ruhunu içimde hissettim;
Gökçen soyadını nasıl aldınız?
(…)”1934’de Atatürk, “Soyadı Kanunu” çıkardı ve herkese bir soyadı verdi. Bana da Gökçen soyadını verdiğinde daha havacı değildim.”
Yani, bu soyadını havacı olmadan aldınız öyle mi?
(…)”Tabii, onun için çok enteresandır. Buradan Atatürk’ün benim havacı olmamı daha önce düşündüğünü çıkarıyorum. 1935’de Türkkuşu Sivil Havacılık Okulu’nu açtırdı, beni de açılışa götürdü. “Hazırlan, yarın seni götüreceğim,” diye akşamdan tembih etmişti. Beraber gittik. Rus mütehassıslar gösteri uçuşu yaptılar. Ben onlara dikkatle bakmışım, döndü “Görüyorum çok dikkatini çekti. Sen bunları yapabilir misin?” diye sordu. “Herhalde yaparım,” dedim. Yanımızda Fuat Bulca oturuyordu. O zaman Türk Hava Kurumu’nun genel başkanıydı. Sonra ona dönüp, “Gökçen de bu işlemi yapmak istiyor, ne dersin?” diye sordu. O da, “Tabii Efendim, hemen kaydedebilirim,” diye cevap verdi. Ben de o gün havacılığa başladım. Sporu seven bir genç kızdım, sporla çok ilgileniyordum. Demek ki bunlar Atatürk’e benim havacı olabileceğimi düşündürdü.”
Soyadı verdiği zaman düşünerek verdiğini mi söylemek istiyorsunuz?
(…)”Evet, düşünerek verdi.”
Bilindiği kadarıyla Atatürk ev halinde de saygılı bir görünüşe önem veriyor.
(…)”Daima giyinikti.”
Evde pijamayla oturur muydu?
(…)”Hayır, hasta olduğu zamanların dışında oturmazdı. Atatürk sabah kalkar, gazetelere bakar, bütün hepsini tetkik ederdi. Kahvaltı etmezdi. Ondan sonra banyosunu yapar, traş olur, giyinir, öyle çıkardı.”
Çok yakın olduğunuz için soruyorum, ev içinde hiç mi?
(…)”Hayır dolaşmazdı. Daima tertipliydi ve her gün banyo yapardı. Her gün değişik ipek çamaşır kullanırdı. Ben onları yazdım. Hatta Atatürk’ün tavsiyesi vardı. Mersin’deyken anılarını her gün, günü gününe tutsun diye haber gönderiyordu ama hiç zaman olmadı, tutamadım. Atatürk’ün vefatından sonra da yapmadım. Fakat sonra düşündüm, bazı şeyler aklımdayken yazayım dedim. Yazdım ama ben yazar değilim. Kitap nasıl yazılır, nasıl düzenlenir elbette bilmem. Hava Kurumu’na “Ben anılarımı not şeklinde yazdım ama nasıl yapacağımı bilmiyorum, ne tavsiye edersiniz?” diye sordum. Hava Kurumu’nun 2. Başkanı Oktay Verel vardı. Çok sevdiğim arkadaştır. Onunla birlikte 1,5 sene beraber çalıştık. Notlarımı verdim, o da aslına sadık kalarak güzel bir şekle soktu. Bazen bakıyorum, aklıma bir hatıram geliyor ve onu koymadığımı fark ediyorum.”
Atatürk birdenbire yaşlandı değil mi?
(…)”Evvela grip zannedildi, sonra kaşıntıları başladı. O sırada köşkü karıncalar istila etmişti. Çok sarsıldı. Kaşıntılar onlardan dolayı dendi. Burun kanaması oldu, yine ondan dediler. Aslında hastalık başlamıştı.”
Ama 1927’de geçirdiği bir kalp rahatsızlığı var.
(…) “Ufak bir şey geçirmişti.”
Ondan sonra karaciğer… Ben 1934-1935’de çekilmiş resimlerine bakıyorum da Atatürk çökmüş görünüyor.
(…)”Zaten üç sene sonra…”
Çok içki içer miydi?
(…)”Ölçülü içerdi. Atatürk çok içki içer sarhoş olur derlerdi, ama hayır böyle bir şeyi yoktu.”
Ama karaciğer için mahsurlu bir şeydi.
(…)”Tabii, zararlıydı. Biliyor musunuz, ben O’nu tedavi eden doktoru suçlarım. Allah rahmet eylesin, arkasından konuşmuyorum ama hakikat bu. Neşet Ömer, O’nun devamlı doktoruydu. Her ay gelir muayene ederdi.”
Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi’nin rektörüydü.
(…)”Çok meşhur doktorlarımızdandı. Atatürk’ü gündüz muayene ederdi. Sorardı Atatürk, “Nasılım doktor, içebilir miyim?” O da, “İyisiniz Paşam iyisiniz, içersiniz,” derdi. Kalbinin nasıl olduğunu sorardı, “18 yaşındaki gencin kalbine maliksiniz,” derdi. Neşet Ömer, daha çok kalp mütehassısıdır ve aynen böyle söylerdi. Ama bir insanı yaşatan yalnız kalp değildir, öyle değil mi? Karaciğer var, mide var, hepsinin iyi çalışması lazım. İnönü, Atatürk’ün fazla içmesini istemezdi. Akşam sofrada İnönü’de varsa konuşmalar geçtikten sonra Atatürk, “Doktor beni muayene ettin, hadi söyle bakalım İsmet’e, nasılım?” derdi. O, susardı. Atatürk doktora, “Canım sen bana iyisin demedin mi bugün?” diye bir kez daha sorardı, o da “Evet,” diye cevap verirdi. İnönü’de böyle bakardı. Yani demek istiyorum ki doktorun hatası büyüktü.”
Frenleyebilirdi diyorsunuz.
(…)”Evet. 40-50 yaşına gelmiş bir insana 18 yaşındaki gencin kalbine sahipsiniz dememesi lazımdı.”
Acaba Atatürk ona baskı yapıp sizin yanınızda mı öyle dedirtiyordu?
(…)”Hayır, hayır. Atatürk öyle şey yapmazdı.”
Sabiha Hanım, Hava Kuvvetleri’nde erkekler de deri ceket giyiyor muydu?
(…)”Hava Kuvvetleri’nde değil, Türkkuşu’nda giyiyorlardı.”
Ceketler dışardan mı geliyor du?
(…)”Fransa’dan geliyordu, Paris’ten.”
Peki, uçakların üstü tamamıyla açık mıydı?
(…)”Evet, tamamıyla açıktı. Mikalar vardı. İki kişilik uçaklardı. Sonradan daha modern uçaklarla uçtuk.”
Deri ceket giymeyi havacıların da yakından takip ettiğinin görüyoruz. Dünya Savaşı’nda bile havacıların üniformalarında deri ceket var.
(…)”Benim devremde deri ceket vardı ama belki de bizde yapılmıyor, dışarıdan getiriliyordu. Başka bir şey giyilmezdi. Atatürk beni her zaman bu kıyafetle götürürdü. Ben havacılıktan sonra istediğim kıyafeti giydim, diyebilirim.”
Sanıyorum Atatürk hiç uçağa binmedi.
(…)”Binmedi ama herhalde yaşasaydı binerdi. Çok istiyordu. Hatta “Beni sen uçuracaksın,” derdi ama benim hiç cesaretim yoktu. Ufak bir arıza olur, heyecanlanırım diye korkardım. Belki uzun bir zaman geçseydi O da binerdi. Yalnız meydana çok gelirdi ve ilgilenirdi.”
Sizden başka hiç hanım havacı yok muydu?
(…)”Yoktu. O şansa ilk defa ben şahit oldum.”
Atatürk’ü fotoğraflarda hep farklı görüyoruz. Günlük yaşamındaki giyimi nasıldı?
(…)”Her zaman çok zevkliydi.”
Genelde koyu renk tercih ediyordu değil mi?
(…)”Koyu renk de giyerdi, beji ve grisi de vardı, ama çok zarifti.”
Pelerini çok severdi değil mi?
(…)”Evet, çok da yakışırdı.”
Yalnız Cumhuriyet’ten önce hep yurtdışından giydiği söyleniyor.
(…)”Hiç zannetmiyorum, böyle bir şeye hiç şahit olmadım.”
Sizin bildiğiniz dönemde yurtiçinden mi giyinirdi?
(…)”Evet.”
Terzisini hatırlıyor musunuz?
(…)”Bir Rum’du. Hayatta mı değil mi, bilemiyorum.”
İstanbul’dan mıydı?
(…)”İstanbul’dandı. Hatta ben de kıyafetlerimi ona yaptırırdım.”
Ne kadar güzel…
(…)”Hatta Atatürk benim askeri kıyafetimle çok meşgul olurdu, kendi çizerdi.”
Öyle mi, sizin kıyafetlerinizi o mu çizdi?
(…)”Evet.”
Deri montlu kıyafetleri?
(…)”Onlar hariçten ısmarlandı. O zaman bizde yoktu.”
Sizin montlu, kumaş pantolonlu kıyafetleriniz var, onları da Atatürk mü çizdi?
(…)”Evet, bütün kıyafetlerimi Atatürk çizerdi.”
Peki, bugün o kıyafetlerden hiç var mı?
(…)”Yok, hepsini verdim. Bilhassa askeri kıyafetlerimi çizdi. Değişik değişik şeyler çizdi. En sonunda karar verdiği kıyafet de uçuşlarımda kullandığım kıyafetti.”
Havacılığa başlamadan önce nasıl bir eğitim aldınız?
(…)”Ben ilkokulu bitirdikten sonra İstanbul Arnavutköy Kız Koleji’ni okudum. Fakat oranın havası iyi gelmedi, çok hastalandım. Bilmem Anıtkabir’i gezdiniz mi? Atatürk’ün bana yazdığı yazılar vardır. Beni Viyana’ya tedavi için gönderdi.”
O zaman siz ayrı bir eğitime tabii tutuldunuz.
(…)”Tabii.”
Eğitiminizi Eskişehir’de mi aldınız?
(…)”Ankara’da başladı, sonra Eskişehir’e geçtim. Öğretmenler de özel bir şekilde yardımcı oldu.”
Uçağa karşı özel bir sempatiniz var mıydı?
(…)”Hayır, hiç yoktu. Fakat sporu, ata binmeyi çok severdim. Atatürk de çok severdi ve bana bir at satın almıştı. İsmini de “Sülün” koydu. Onunla resimlerim var. Bütün sporları severdim. Elbette bu durumun da etkisi vardır. Ben atışı da çok severdim. Atatürk’ün bana hediye ettiği bazı eşyalar var. Tabancayı gördünüz mü?”
Evet, çok güzel bir tabanca.
(…)”Benim için çok değerli. Biraz namlusu uzun… Atatürk “Sana bir tabanca vereceğim,” dedi. Bunlar İsviçre’den geliyordu. Bana da getirtmişti. Namlusu daha kısaydı.
Bazen çiftlikte, bazen Çankaya’da beraber bahçeye çıkar, atış yapardık. Nişan almayı çok severdi. Ben kendi tabancamla atış yapardım. İyi vururdum ama 12’den değil, 7-8-9 yapardım. Bir gün Atatürk “Bu tabancayla atış yap,” dedi, yaptım, 11-12 gitti. Dersim Harekâtı vardı. Oraya giderken o tabancayı bana verdi.”
Siz, Atatürk’ün yanına ne zaman gelmiştiniz?
(…) “10-12 yaşındayken gelmiştim.”
1925 yılı mı?
(…) “Evet, 1925 Şapka İnkılabı sırasında.”
Nasıl tanıştınız?
(…) “Ben Bursalıyım. İstiklal Savaşı’nda ağabeyim savaşa iştirak etti. Babam o sırada vefat etmişti. Annem ve ablalarımla beraber yaşıyordum. Okullar kapanmıştı ama okumayı çok istiyordum. Kurtuluş oldu, ağabeyim terhis oldu geldi. Onun da çocukları vardı. Ben yatılı okula gitmeyi istiyordum. Aile bana çok iyi muamele ediyordu, onlara okumak istediğimi söylemek istiyor ama söyleyemiyordum.”
Okullar kapalı mıydı?
(…) “Evet, kapalıydı. O yüzden de ilkokula geciktim. Ben ağabeyime devamlı Atatürk’ü sorardım. O kurtaracak bizi, diye düşünürdüm. 1924’de Bursa’ya geldi ama göremedim. 1925’de şapka inkılabında yine geldi. Ağabeyim Atatürk’ün misafir edildiği köşkte görevlendirilmişti, köşkğn hemen yanında da bizim yazlık evimiz vardı. Bu benim için fırsat oldu. Bir gün Atatürk bahçede geziniyordu. Ben de o tarafa doğru yürüdüm. Tabii muhafızları var, beni geçirmek istemediler. Seslendi onlara, “Bırakın gelsin çocuk,” dedi. Ben koşa koşa yanına gittim, elini öptüm. Tabii büyük bir heyecan içindeydim. Beni yanına oturttu. Konuşmaya başladık. O büyük insan, heyecanımı gidermesini bildi. Niçin onu görmek istediğimi sordu. Ben de ailemin durumunu anlattım. Okula gitmek istediğimi söyledim. Bana “Seni evlat olarak alsam benimle beraber gelir misin?” diye sordu. Hemen “Evet,” diyemedim, “Ağabeyim, ablalarım var, onlar razı olursa gelirim,” dedim. “Peki, o zaman ağabeyini bana gönder,” dedi. Gittim, ağabeylerimi gönderdim. Tabii ağabeyim de bir şey diyemedi. Bu surette ben Atatürk’ün yanına geldim. Tabii ağabeyim de bir şey diyemedi. Bu surette ben Atatürk’ün yanına geldim. Ankara’ya beraber gittik. Çankaya İlkokulu’na yazıldım.”
Peki, okurken nerede yatıp kalkıyordunuz?
(…) “Atatürk’ün evinde kalıyordum. Okul da bahçedeyim.”
Okurken evlat edinme muamelesi oldu mu?
(…) “Hayır, olmadı.”
Atatürk herkese çocuk dermiş. 11 yaşındakilere de, 50 yaşındakilere de…
(…) “Çocuk değil de, “çuçuk” derdi.”
Evet, Rumeli şivesi… Siz O ‘nun çocuğu olduğunuza göre Atatürk giyiminize kuşamınıza karışıyor muydu?
(…) “Her şeyimize karışırdı. Mesela, havacı olmadan önce İstanbul’da meşhur eski bir terzi vardı. Galiba hanımdı. Bizim kıyafetlerimizi ona diktirirdi.”
Kıyafetlere karışır mıydı?
(…) “Evet, karışırdı.”
Ne derdi mesela, nelere dikkat ederdi?
(…) “Uygun olmasını isterdi.”
Uygun olmasıyla neyi kastederdi?
(…) “Yakışan şeyler olmasını isterdi. Başka bir tabirle deli dolu olsun istemezdi.”
Fazla frapan olmasını da istemezdi herhalde.
(…) “Güzel, şık, zarif olmasını isterdi.
Elbiseleri tekrardan diktirdiği, düzelttirdiği olur muydu?
(…) “Olmazdı. Çünkü önceden söyler, kendi arzusuna göre olmasını isterdi.”
Kısa kollu kıyafete karışır mıydı?
(…) “Hayır, öyle şeylerle uğraşmazdı.”
Yani sadece kıyafetin yakışmasıyla ilgileniyordu.
(…) “Tamamıyla zarafetine, uygun olmasına bakardı.”
Peki, etrafındaki erkeklerin giyim kuşamına karışır mıydı?
(…) “Karışmazdı. Hiç şahit olmadım. Fakat şöyle bir şey oldu: Atatürk’le konuşurken herkes “Paşam” derdi, ben de Paşam” derdim. Atatürk ismini aldıktan sonra bile böyle hitap ederdik. Biri “Paşam benim ceketim eskimiş,” dediği vakit, Atatürk emir verir, ya bakım yaptırır, ya kendi elbiselerini verirdi. Hatta hatırlıyorum, bir tek elbise ile kaldığı bile olmuştu.”
Sahi mi, verir miydi? Atatürk’ün elinin biraz sıkı olduğu söylenir.
(…) “Yok yok, bütün elbiselerini aldılar.”
Atatürk’ün 1926 yılına kadar bıyığı var. Sonra nasıl kesiyor? Sizin gördüğünüzde bıyıklıydı değil mi?
(…) “Bıyıklıydı ve Mareşal kıyafetiyle bende bir resmi vardı, onu Anıtkabir’e verdim.”
Evet, o ünlü bir resim zaten.
(…) “Ama benim ismime yazmış, imzalamıştı.”
Öyle mi?
(…) “Efendim, Atatürk çok zarif ve çok temiz bir insandı. Elbiselerinde bir tek leke göremezdiniz. O gün terziden çıkmış gibi giyinirdi. Anıtkabir’de gördüğümüz Atatürk’ün kıyafetleri ise kirlenmiş durumda.”
Evet, bakımsız.
(…) “Başkalarının eline geçmiş.”
Halil Nuri Yurdakul satıyormuş. Bana o, bu kıyafetleri iyi kullanmamış gibi geliyor.
(…) “Ama Anıtkabir’dekiler onlar değil. Onun elinde ayrıca var.”
Öyle mi? Makbule Hanım’dan mı?
(…) “Evet,Atatürk’ün bütün kıyafetleri Makbule Hanım’da duruyordu. Halil Nuri Yurdakul kendisinden bunları alıyor.”
Aileye yabancı biri… Satın mı alıyor?
(…) “Evet, yabancı ama satın mı alıyor bilemiyorum. Ondan alınma, öyle rahm,n ediyorum. Çünkü Atatürk’ün böyle kıyafeti yoktu.”
Atatürk’ün, “küçüğü, sevgili çocuğu, manevi kızı ve dünyanın ilk kadın savaş pilotu unvanına sahip, Sabiha Gökçen’den edindiğimiz çok değerli bilgiler doğrultusunda Atatürk’ün uçağa hiç binmediği anlaşılmaktadır. Atatürk’ün en önemli özelliklerinden biri olan ileri görüşlülüğü sayesinde, onun döneminde pek çok kişinin farkında olmadığı bazı gerçekleri sezmiş, “İstikbal Göklerdedir. Göklerini koruyamayan uluslar, yarınlarından asla emin olamazlar,” sözü ile havacılığın ne kadar önemli olduğunun altını çizmiştir.
İsmet ERARPAT