Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Siyon hizmetkarı Simonlar tarafından zehirlenerek öldürülmesinin altında, İsrail Devleti kurulmadan önce siyasi ve askerî açıdan karşı çıkan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük İsrail için engel olması yatmaktadır: İngiltere, “İsrail 1936’da kurulacak” dediğinde; 1937’de Büyük ATATÜRK, “canımız pahasına karşı çıkarız” demişti.
Engel olarak görülen ATATÜRK, böylece İsrail Devleti kurulmadan 10 yıl önce öldürülmüş oldu. Bu arada İsrail Devleti kurulduğunda Türkiye Cumhuriyeti Mustafa İsmet İnönü (24 Eylül 1884, İzmir – 25 Aralık 1973, Ankara) tarafından yönetiliyordu. İlk tanıyan ülkeler arasında Türkiye Cumhuriyeti vardı. Bu kadar büyük hainlik ve ihaneti Büyük ATATÜRK affetmedi. Ama İnönü kabul etti.
İnönü’nü şöyle söylemişti: “Yeni bir dünya kurulur. Ve Türkiye burada yerini alır.” Demek oluyor ki, 2500 yıl sonra yeni bir dünya kurulmuştu. İsrail Devleti’nin olduğu bir dünya ve Türkiye ilk tanıyan ülkeler arasında yer almıştı.
— “28 (AA): İsrail Devletini resmen tanımaya karar verdik. Bu devletin Orta şarkta bir genişleme ve tecavüzün unsuru değil, bir sulh ve sükûn amili olmasını temenni ederiz. Hükümetimizin İsrail’i tanımak hususunda şimdiye kadar gecikmesi, Arap âleminin hislerine karşı müstesna bir teveccüh teşkil eylemektedir.”
Bir yıl önce…
14 Mayıs 1948 Cuma günü öğleden sonra David Ben Gurion, Tel Aviv Müzesi’nde İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan ettiğinin ertesi günü ABD, “de facto”, iki gün sonra da SSCB, “de june” olarak bu devleti resmen tanıdıklarını bildirmişlerdir.
İsrail Devleti kurulmadan evvel, Birleşmiş Milletler ’in ABD ve SSCB’nin desteklediği “Taksim Kararı” olmasına karşın, Türkiye Arap ülkeleriyle beraber tavır almış ve “Bağımsız Bir Filistin Devleti Kurulması” doğrultusunda oy kullanmıştır. Türkiye’nin 1948 sonunda “Filistin Uzlaştırma Komisyonu’’na seçilmiş olması, Sovyet yayılmacılığı karşısında duyduğu endişe ile Batı’ya yakınlaşması gibi nedenlerin de etkisiyle; Türkiye, iki süper gücün tanıdığı İsrail’in bir “gerçek” olduğunu belirten zamanın Dışişleri Bakanı Necmettin Sadık Sadak’ın demecinden kısa bir süre sonra, 28 Mart 1949’da resmen tanımıştır. Ama daha sonraları NATO ve Bağdat Paktı’na giren Türkiye, bu pakta girdiği için İsrail elçisini geri çekmişse de bu eylem Arap ülkeleri için fazla bir şey ifade etmemiştir.
İsrail Devleti’nin kurulduğunun ilan edilmesiyle birlikte komşu Arap ülkelerinin askeri kuvvetleri Mısır ve Ürdün’ün 30.000 askerinin çoğu Filistin’de olduğu halde derhal saldırıya geçmişlerdir. Irak ve Suudi Arabistan’dan gelen takviye kuvvetleri Suriye ve Lübnan birliklerine katılmış, Mısır Hava Kuvvetleri Tel Aviv’i bombalamış, ayrıca Suriye hava kuvvetleri ile birlikte Arap kara kuvvetlerini de desteklemişlerdir.
On gün süren komşu Arap ülkelerinin saldırısı karşısında İsrail Hava kuvvetleri; Kahire, Şam ve Amman ile Arap kara kuvvetleri ile Tel Aviv’e yaklaşan Mısır deniz kuvvetlerini bombalamış ve saldırının ilk gücü zayıflatıldıktan sonra, İsrail Savunma Kuvvetleri, tugay çapında belli başlı beş karşı taarruz düzenlemiştir. Bu taarruzlardan üçü, Ürdün’deki Arap Lejyonu’na, yöneltilmiş olup, amacı tecrit edilmiş durumdaki ve su dahil çeşitli gereksinimlerin yokluğunu çeken Kudüs’e bir yol açmak olarak belirtilmiştir. Nitekim Lejyon’un arkasından dolanan yeni “Burma” yolu bu amacı gerçekleştirmiştir. Diğer taarruzlardan birisi de Cenin’deki Irak ordusuna, diğeri de Aşdod dolaylarındaki Mısır ordusuna karşı düzenlenmiştir. Ancak, Latrun ve Cenin’e yapılan taarruzlar başarılı olmamakla beraber, Arap birlikleri beklemedikleri bu taarruzlar karşısında 11 Haziran 1948’te başlayan Birleşmiş Milletler tarafından önerilen 28 günlük ateşkesi kabul etmek zorunda kalmışlardır.
26 Mayıs 1948’te kurulan İsrail Savunma Kuvvetleri, ateşkes sürecini birliklerini donatmak ve genişletmek için kullanmış ve mevcut dokuz tugaya üç tugay daha ekleyerek cephede dört karargâh daha oluşturarak cephedeki birliklere cephane ve silah dağıtmıştır. 28 günlük ateşkesin bitmesinden sonra savaşa tekrar başlanmış ve İsrail Savunma Kuvvetleri bu kez ülkenin kuzeyinde ve merkezinde üstünlük sağlayarak Kudüs civarında ve güneyde tutunmayı başarmış ve Lidya, Ramlah ve Nazaret adındaki Arap kentleri Yahudilerin eline geçmiştir.
18 Temmuz 1948’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararı uyarınca ikinci bir ateşkes yürürlüğe girmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Mayıs’ta atamış olduğu İsveçli arabulucu Kont Folke-Bernadotte (1895-1948), bir gözlemci heyetle ateşkes süresince ateşkese nezaret etmiş ve 28 Temmuz’da İsrail ve Arap Devletleri’nin hükümetlerine önerilerini bildirmiştir.
Buna göre:
-Nagev Araplar’a bırakılacak;
-Ramlah ve Lidda Araplar’a bırakılacak;
-Galile Yahudilere bırakılacak;
-Kudüs uluslarası bir mıntıka olacak ve her iki tarafta Hayfa limanı ile Lidda havaalanını kullanabilecektir.
İsrail Devleti bu önerileri reddetmiş ve iki taraf arasında doğrudan doğruya yer alacak görüşmeler talep etmiştir. Araplar ’da bunu reddetmiş ve İsveçli gözlemci Bernadotte Kudüs’te bir suikasta uğramıştır.
1948 Ekim’inde “Yaov” harekâtı ile İsrail Savunma Kuvvetleri, Negev’e giden yolu açarak Beer-Şeba’yı ele geçirmesi üzerine batıda Mısır Kuvvetleri Gazze’ye kadar geri çekilmişlerdir. İsrail Savunma Kuvvetleri Aşdod ve Aşkelon’da kontrolü ele geçirdikten sonra İsrail donanması Aşkelon açıklarındaki Mısır donanmasının karargâh gemisini Gazze kıyılarında batırmıştır.
İsrail Devleti “Hiram harekatıyla da Galile’deki toprakların tümü ile Malkia-Manavra’daki bazı Lübnan köyleri İsrail’in eline geçmiştir. Aralık ayının başına doğru İsrail Savunma Kuvvetleri güneye doğru ilerleyerek Sadom’a giden yolu açtı ve aynı anda Mısır’a karşı düzenlenen en büyük harekât olan “Horev”i gerçekleştirdi ve Sina Yarımadası’na girerek Mısır ordusunun bağlantısını keserek El-Ariş ve Rafah’ın çevresine kadar ilerlemişlerdir.
7 Ocak 1949’da İngiltere ve ABD’nin baskısıyla da Mısır, savaşın sona ermesi amacıyla görüşmelere başlamayı kabul etmesi üzerine bir ateşkes daha yapılmıştır. 24 Şubat 1949’da Rodos’ta Birleşmiş Milletler gözlemcilerinin huzurunda İsrail ve Mısır arasında bir barış anlaşması imzalanmıştır. Anlaşmaya göre; her iki taraf saldırmazlığı taahhüt ettiği gibi, sınırlardan sızanlara (göçmenlere) müsaade edilmeyecek ve ateşkesi Birleşmiş Milletler Gözlemciler Heyeti izleyecektir. Bu anlaşma evrakına göre;
-Lübnan’la (23 Mart 1949),
-Ürdün’le (3 Nisan 1949),
-Suriye’yle (20 Temmuz 1949)’da yapılacak olan ateşkes antlaşmalarına örnek teşkil edecektir.
İsrail Devleti’nin kuruluşuna ve Birinci İsrail-Arap Savaşı’nın İsrail’in lehine sonuçlanmasına rağmen, İsrail’in çözümlemesi gereken yüklü sorunları vardı. 1948’den 1951’e kadar İsrail’e 700.000 Yahudi göçmen gelmişti ki bu sayı, İsrail’in kuruluşundaki Yahudi nüfusunu aşmaktaydı.
Holokost’tan kurtulup, Almanlardan arındırılan kamplarda bekletilen Yahudiler ile Kıbrıs’taki İngiliz yönetim kamplarından tahliye edilen Yahudiler ’in yanı sıra, ülkeye; Polonya, Romanya gibi Doğu Avrupa ülkelerinden “Sihirli Halı Operasyonu” ile Yemen’den, Irak’tan; hemen hemen tüm cemaatleri ile Bulgaristan’dan; Fas-Cezayir-Tunus ve Libya gibi Kuzey Afrika ülkelerinden; Türkiye ve Afganistan’dan kitleler halinde gelen göçmenlere İsrail, hiçbir ayrım yapmadan kucak açmıştır. Kucak açmıştı ama en büyük sıkıntı konut açığıdır. Bu nedenle terk edilmiş İngiliz ordugâhları, kulübeler, çadırlar kullanılmış; 150.000 kişi kentlere dağıtılarak 250.000 kişi de geçici kamplara alınmıştır. Ayrıca savaşın tahribatı ve yüzbinlerce insanın ülkeye gelmesi ile yaygın bir işsizliğin yanı sıra; başta gıda olmak üzere birçok ihtiyaç maddesinde kıtlığa yol açmıştır. 1949’da bu nedenlerden ötürü maddelerin karneyle dağıtılmasını organize edecek bir büro kurulmuş; devletin zirai ürünlerde, kamu taşımacılığında, inşaat ve sanayi sektörlerinde üstlendiği tayin edici rol sayesinde İsrail’de kamu/özel karma ekonomisi gelişmiştir. Bu arada kısa bir süre içinde 284 yeni yerleşim bölgesi kurulmuştur. İsrail’in kuruluşundan önce 65 yıllık dönemde ancak 227 yerleşim bölgesi kurulabilmiştir.
Türkiye, 1963-1973 yıllarında yaşadığı Kıbrıs sorunu dolayısıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda taraftar bulamayınca; İslam dünyasının desteğini aramasının da etkisiyle Filistin Meselesi ’ne özellikle önem vermiştir.
1967 Haziranı’ndaki ‘’Altı Gün Savaşı”ndan sonra Türkiye, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda İsrail’e karşı tutum almış, Arap ülkeleriyle ve Filistinlilerle ilişkiler güçlenmiştir. 1974 yılındaki Kıbrıs Harekâtı, ayrıca Arap ülkelerinin dünyaya uyguladıkları petrol ambargosunun Türkiye’nin de ekonomisini sarsması, bu yakınlaşmanın artmasını etkilemiştir. 1979’da Ankara’da Filistin Kurtuluş Örgütü temsilciliği açılmış, Yaser Arafat Türkiye’yi ziyaret etmiştir. 1980’de İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesiyle beraber, Türkiye bu kentteki elçiliğini kapatmış ve ilişkiler İkinci Kâtip düzeyine inmiştir.
İsrail’in ilk yıllarında sergilediği teknolojik ve sosyal gelişmeler, Türkiye’den İsrail’e giden yazar ve gazeteci gibi kişilerin yakın ilgisini çekmiştir. Asya kıtasında ve İslam âleminde İsrail’i ilk tanıyan ülke olan Türkiye’nin Adnan Menderes’in başbakan olduğu dönemde İsrail’le siyasal, askeri ve iktisadi ilişkilerinde hızlı bir gelişme gözlemlenmiştir. İsrail Başbakanı Türkiye’yi ziyaret etmiş, Ankara’da “İsrail Evleri” adı verilen ve İsrailliler ’in yerleşimine tahsis edilmiş bir alan inşa edilmiştir. Ayrıca, Türk ve İsrailli öğrencilerin karşılıklı olarak bu ülkelerde tahsil görmeleri için burslar oluşturulmuştur. Bu olumlu ilişkiler, Süveyş Krizi’ne kadar sürmüş ve bu dönemde Türk Büyükelçisi geri çağrılarak ilişkiler yukarıda da ifade edildiği gibi bir ara kâtiplik düzeyine inmiştir.
Türkiye Filistin sorunuyla ilgili olarak, Birleşmiş Milletler’in kınama kararına katılarak 1975’te Siyonizm’i ırkçılıkla eşdeğer kabul eden BM kararına 79 ülkeyle birlikte olumlu oy kullanmıştır. (Not: Söz konusu karar 1991’de BM tarafından iptal edilmiştir!)
1980’de Türkiye ile İsrail Devleti arasındaki ilişkilerin İkinci Kâtip seviyesine inmesi; tatbikatta Askeri Ataşelerin, Ticari Ataşelerin, Kültürel ve Eğitimsel Temsilcilerin de geri çağırılmasını kapsamaktadır. Türk Hava Yolları’nın İstanbul / Tel-Aviv seferleri ve Türk Deniz Yolları’nın İsrail limanlarına yaptığı seferlerde iptal edildi. Bu dönemde Türkiye’nin İslam âlemi ile ilişkileri geliştiyse de Türkiye’nin Ortadoğu’nun önemli bir gücü olan İsrail ile münasebetlerini Tel-Aviv’de İkinci Kâtip Seviyesindeki genç bir diplomat ile yürütülmesinin güçlüğü ortaya çıkmıştır.
İki ülke, 1986’da daha yüksek mertebedeki ikişer diplomatı karşılıklı olarak tayin etmişlerdir. Bu kişiler, “Chargé d’ Affaires a.i” (maslahatgüzar) unvanını taşımaktadır. Fakat statüleri ikinci kâtiplik düzeyi olarak değiştirilmediğinden iki devlet de bu kararlarını ilan da edememişlerdir. Ancak bu diplomatların statüsü ne olursa olsun, iki ülke arasındaki ilişkilerin süratle normale dönmeye başladığı müşahede edilmiştir. Binlerce İsrailli turist Türkiye’yi ziyaret etmeye, Türk Hava Yolları (THY)’da tekrar seferlerine başlamıştır. Bu kez seferler yalnız Tel-Aviv / İstanbul arasında değildir. İzmir, Antalya, Adana, Dalaman, Bodrum ve Tel-Aviv arasında yeni hatlarda oluşturulmuştur.
Türkiye’nin Arap ülkelerinde aradığını bulamaması ve bazı Arap ülkelerinin Türkiye’deki terör kıvılcımını ateşlemesi gibi nedenlerden ötürü, 1987’den itibaren Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir “yumuşama süreci” yer almaya başlamıştır. Bunda ABD’nin teşviki ile ve Türkiye’nin desteği ile güdümlenen Ortadoğu Barışı görüşmelerinin de etkisi bulunmaktadır. İsrail’in Filistinliler’le bir anlaşmaya varması, İsrail’in yalnız Türkiye ile değil, bu ülkenin SSCB ve Varşova Paktı üyeleriyle bozulan ilişkilerinin de düzelmesini sağlanacaktı.
Nitekim Avrupa ülkeleri tarafından da desteklenen ABD’nin çabaları semeresi vermiş, ihtilaflı tarafların Madrid’de toplanması üzerine “Barış Süreci” başlamıştır. Bu faaliyetlerin kapsamı çerçevesinde, İsrail Dışişleri Bakanı ile Türkiye Dışişleri Bakanı Moskova’yı ziyaret ederken; Türk Büyükelçiliği’nde bir araya gelmişler ve 1992’de karşılıklı ilişkilerini Büyük Elçilik düzeyine çıkartmaya karar vermişlerdir. Her iki ülkedeki “Chargé d’ Affaires a.i” unvanlı diplomatlar, bulundukları ülkelerdeki cumhurbaşkanlıklarına itimat mektuplarını sunduktan sonra Ekrem Güvendiren, İsrail’in “İlk Türkiye Büyük Elçisi” olarak atanmıştır.
Tüm bu gelişmeler ekonomik ilişkileri olumlu yönde etkilemiştir.
1985’te iki ülke arasındaki ticaret hacmi sadece 18-19 milyon USD dolaylarındayken, 1992 yılında bu hacim 200 milyon USD’ye çıkmıştır (70 milyon USD Türkiye’nin ihracatı, 130 milyon USD Türkiye’nin ithalatı. Ayrıca 200-250 milyon USD’lık hacmi olan turizm sektörü de eklenmelidir.) 1993’ün ilk dört ayında Türkiye’ye gelen turist sayısı 13.500 iken 1994’te aynı dönemde bu sayı 48.000’e çıkmıştır. Bu sayının 1994’te 200.000’i aştığı sanılmaktadır. Ayrıca ticari ilişkilerin yönlendirilmesine yardımcı olması için İsrail’de İsrail-Türkiye İş Konseyi, Türkiye’de Türkiye-İsrail Konseyi kurulmuştur. Ayrıca siyasal ilişkilerde de gelişmeler olmuştur.
6 ay, 3 hafta ve 5 gün süren Körfez Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da barışın tesisi için bir şans doğmuştur. Ortadoğu halklarının karşılıklı iş ortaklığı ve anlayışla ilk adımları atması konusunda bu yoldaki merhaleleri, Oslo’da 20 Ağustos 1993’teki İsrail-Arap (Filistinliler dahil) Barış Antlaşması’nın parafesinde bulunan zamanın İsrail Dışişleri Başkanı ve Nobel Barış Ödülü sahibi Şimon Peres şöyle tarif etmektedir:
…”Oslo’daki görüşmelere Ürdün, Filistin, Lübnan ve İsrail heyetlerinin katılmasının yanı sıra, Filistin halkını temsil eden kuruluş da karmaşa yaratmıştır. Ancak Filistin Heyeti’nin Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından yönlendirilmesinin kabullenilmesi, Mısır’ın, ABD‘nin ve Norveç’in de olumlu tutumlarıyla sağlanabilmiştir.’’
İsrail Devleti’nin kurulmasından itibaren 45 yıl boyunca meydana gelen çatışmaların temelinde Filistin sorunu yatmıştır. İsrail, bu yüzden Arapların yaşadığı yerlerde yasa düzeni kurmak ve hem işgal bölgesindeki halkla hem de duruma karşı olan İsrail vatandaşlarının bir kısmı ile bunalımlar yaşamak mecburiyetinde kalmıştır. Esasen Yahudiler, tarih boyunca başkalarını yönetmekten kaçınmışlardır. 1987’de Likud yönetiminin, Peres’in Kral Hüseyin’le beraber üzerinde çalıştığı antlaşmaya karşı çıkmasının yararı olmamıştır. İntifada başlamış ve terör, etnik çatışmalara zemin hazırlayacak tarzda süregelmiştir. Aslında deneyimli bir lider olan Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü’nün başında olması yararlı olmuştur.
Filistin Kurtuluş Örgütü’nün çökmesi, kökten dinci örgütlerin muhatap kabul edilmesi zorunlu kılacaktır. Öte yandan Gazze Şeridi ile tüm Batı Şeria’yı İsrail’in elde tutması için belirli bir nedende bulunmamaktaydı. Yaşama koşulları çok kötü olan Gazze’nin rehabilite edilmeden; Batı Şeria’nın da füze menzillerinin geçersiz kıldığı ‘’stratejik derinlik’’ bahanesiyle muhafazası anlamsızlaştırılmıştır. Ancak Gazze ve Eriha’nın öncelik taşıdığı bir antlaşmanın Filistinlilere benimsetilmesi, süreçsel gelişme olarak daha sağlıklı olmuştur. Ayrıca Filistinliler bu şekilde toprak da elde etmiştir. Bu arada Filistin Kurtuluş Örgütü, terörizmden vazgeçecek, teröre karşı savaş verecek, İsrail ile Filistin kurtuluş Örgütü’nü birbirini karşılıklı olarak tanıması ise İlkeler Deklarasyonu’ndan daha anlamlı olacaktır.
Nitekim Başbakan Rabin, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü tanıyan belgeyi; Arafat’ta, İsrail’in tanınma deklarasyonunu imzalamışladır. Daha sonra Washington’da Rabin ve Arafat’ın el sıkıştığı ve Clinton’un da hazır bulunduğu törende, Filistin-İsrail Barış Antlaşması imzalanmıştır. 13 Eylül 1994’te Beyaz Saray’ın bahçesindeki törene, şehit düşen İsrail askerlerinin ailelerinden de bir grup çağırılmıştır. Ancak önemli olan, bölgenin tüm insanlarına refah getirecek bir çerçeve inşa etmektir.
1992’deki 500. Yıl kutlamalarına İsrail Devlet Başkanı Haim Harzog katılmıştır.
1993 Kasım’ı İsrail’i ilk kez bir Türk Dışişleri Bakanı (Hikmet Çetin) ziyaret etmiştir.
Ocak 1994’te ise İsrail Devlet Başkanı Ezer Weizmann Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulunmuştur.
Kasım 1994 başında Türkiye Başbakanı Tansu Çiller, Ortadoğu gezisi kapsamında İsrail’i ziyaret etmiş, Başbakan’ın heyetinde bakanlar, milletvekilleri, çeşitli resmi kuruluşların yöneticileri, iş adamları ve Türk Musevi Cemaati’nin temsilcileri de bulunmuştur. İki ülke arasında terör, uyuşturucu kaçakçılığı ve diğer suçlarla mücadelede iş birliği konusunda ve uydu dâhil, telekomünikasyon ve posta hizmetleri alanında anlaşmalar imzalanmıştır. Ayrıca bölgesel meyve ve sebze nakli için şirketler kurulması; Manavgat, Seyhan ve Ceyhan sularının satılması veya kullanılması konusunda iş birliği yapılması; ortak inşaat şirketleri kurulması, turistik yatırımların Türkiye’de tamamlanması, GAP bölgesinde İsrail firmalarının yatırım yapması, vb. Projeler önerilmiştir. İki ülke arasındaki ticari iş birliğinin kolaylaşmasını sağlamak için bürokrasiyi azaltacak anlaşmalar da hazırlanma aşamasına girmiştir. Ticari münasebetlerin olgunlaşması ile Türkiye’nin İsrail’in faal olduğu Güney Amerika gibi pazarlara da tanıştırılabileceği umulmuştur. Suriye-İsrail barışının gerçekleşmesi ve Filistin’de ekonomik gelişme ise, tüm projelerin gerçekleşmesine etkili temel unsur olarak görülmüştür.
Aralık 1994 sonlarında Millî Savunma Bakanlığı ve savunma sanayiinden temsilcilerin katıldığı bir heyet, İsrail savunma sanayiinden kurumlar ve İsrail Savunma Bakanlığı ile görüşmeler yapmak üzere İsrail’e gitmiştir. Görüşmelerde, radar güdümlü füze, zırhlı araç, tüfek ve mermi üretiminde iş birliği ele alınmıştır. Şubat 1995’te ise Türk Hava Kurumu’nun 54 adet F-4 uçağının modernizasyonu ihalesine İsrail katılmışsa da teklifi pahalı bulunmuştur.
Nisan 1995 başlarında DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit ve eşi Rahşan Ecevit, İsrail’i ziyaret etmiştir. DSP Genel Başkanı Ecevit, resmi görüşmelerin yanı sıra, İsrail’in Kibutz ve kentlerini gezmiş ve Hayfa’daki Atatürk Ormanı’nda ağaç dikmiştir.
Mayıs 1995 başında İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Yossi Beilin, Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulunmuş, GAP’a İsrail teknolojisini taşımak amacıyla Haziran 1995’te İsrail Tarım Bakanı Y. Tsur Türkiye’yi ziyaret etmiştir.
İsrail’de çeşitli dönemlerde göç etmiş 100.000 kadar İsrailli bulunmaktadır. Bu İsraillilerin yoğun olduğu Tel-Aviv yakınlarındaki Bat-Yam’da kurulmuş ve 1994’te başkanlığını Niso Kaneti’nin yapmaya devem ettiği ve adı geçen Museviler’i temsil eden “İtahdut Yotsei Turkiya” (Türkiyeliler Birliği) adlı bir kuruluş bulunmaktadır. İsrail’deki Türk göçmeni Museviler, genellikle aralarında Türkçe konuşmakta, davranış ve tutumlarıyla Türkiye’ye karşı sevgilerini ve nostaljilerini her vesile ile belirtmişlerdir. Türkiye göçmeni Yahudiler 1994’te ilk kez olarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramını, Tel-Aviv-Hafia karayoluna yakın bir bölgede oluşturulan Atatürk Ormanı’nda kutlamışlardır. Aynı kuruluşun düzenlenmesi çerçevesinde İsrail gezisinde Bat-Yam’a uğrayan Başbakan Tansu Çiller, büyük bir sevgi gösterisi ile karşılanmıştır.
1995 Mayıs’ında İsrail Dışişleri mensuplarının verdiği bilgiler, iki ülke arasındaki ilişkilere daha güncel bir ışık tutmaktadır. Örneğin İsrail’in Türkiye Büyükelçisi David Granit’e göre; iki ülke arasındaki ticaret hacmi 1994’te 300 milyon doları bulmuştur. 1993’te Türkiye’nin İsrail’e ihracatı %77 oranında artmış; İsrail’in Türkiye’ye ihracatıysa %6 oranında bir azalma göstererek, Türkiye’nin lehine bir durum oluşmuştur. Ayrıca Türkiye’ye 1994 yılı içinde gelen İsrailli turist sayısı 300.000’den fazla olup, Türkiye turizmine yarım milyar dolar civarında bir katkı sağlamıştır. İsrail’in İstanbul Başkonsolosu İshak Sahoam ise, İsrail’de kişi başına GSMH’nin 16.000 USD’a ulaştığını ve İsrail halkının uygun fiyata yüksek kaliteli ürünler aradığını, Türkiye’nin de bu tür ürünleri başta inşaat sektörü olmak üzere birçok geleneksel ihracat mallarında pazarlama fırsatına sahip olduğunu belirtmiştir. İsrail’in İstanbul Başkonsolosu İtshak Sahoam, İsrail teknolojisinden istifade etmenin yanısıra; Türkiye’nin köprü yapılarak başka ülkelere ihracat yapabileceğini vurgulamıştır. İsrail, Türkiye vasıtası ile Orta Asya’da mevcut ilişkilerini daha da geliştirebileceğini belirtmiştir.
Türkiye’yi ziyaret eden İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Yossi Beilin ise, müteakip iki yıl içinde Batı Şeria ve Gazze’de ekonomik sorunlara çözüm olarak 8-11 kadar sanayi parkı oluşturmayı planladıklarını, her parkın 10.000 işçi istihdam edebileceğini, yöre halkının İsrail’de çalışmasına ihtiyaç kalmadan Uzakdoğu’yla rekabet edecek ucuz ve profesyonel bir işgücü oluşturabileceklerini umduklarını belirtmiş; suyun muhafazası, atık suyun kullanımı, deniz suyunun arıtılması teknolojisinin Arap Körfezi’ne kadar yayılabileceğini izah etmiştir.
Barış Anlaşması uyarınca da İsrail Ürdün’e 1995 yılı ortalarında ilk etapta 20 milyon metre küp tatlı su vereceğini ifade etmiştir. Temmuz 1995’in başında GAP’a İsrail teknolojisini taşımak amacıyla İsrail Tarım Bakanı Türkiye’yi ziyaret etmiştir. İsrail’in İstanbul ticari ataşesi, İsrail’in Türkiye ile serbest ticaret antlaşması istediğini belirtmiştir. Son yıllarda zorlanmaya başlanan Türkiye tarımının umudu olan GAP Projesi’ne destek veren Ziraat Leasing Genel Müdürü Burak Eke; Harran’da seracılığın geliştirilmesinde, bu konuda dünya üçüncüsü olan İsrail’in iş birliği sağlandığı taktirde, İsrail’in ekipman ve konw-how yardımı haricinde İsrail Eximbank kredisinin de sağlanacağını belirtmiştir. Türkiye-İsrail İş Konseyi, Kasım 1995’te İstanbul’da toplandı. Ocak 1996 ortalarında İsrail’i ziyaret eden Türkiye Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Onur Öymen, İsrail Başbakanı Şimon Peres’le görüştü ve Türk Ticaret Bakan Fuat Çay’ın açılışını yaptığı fuara 140 kadar Türk firması katılmıştır.
Filistin meselesinin görüşüldüğü uluslararası bir toplantıya ise Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman’ın konuğu olarak 11-14 Mart 1996 tarihleri arasında İsrail’e resmi bir ziyarette bulunmuştur.
Cumhurbaşkanı Demirel’in bu ziyareti dönemin ikinci Genelkurmay Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in Şubat 1996 sonlarında Türkiye-İsrail arasında imzalan Askeri Antlaşma ile gerçekleşmiştir. Bu anlaşmaya göre, “İki ülke silahlı kuvvetleri arasında subay, personel değişimiyle, belirli okulların heyetlerinin karşılıklı ziyaretlerinin gerçekleşecektir.” (Not: Türkiye ve İsrail arasında imzalanan Askeri Antlaşma ile — İsrail askeri uçaklarının Türkiye’de eğitim uçuşları yapmasına olanak sağlanmasını kapsadığının ve buna karşın İsrail’in Türkiye’ye güneydoğu komşularının elektronik dinlenmesi konularında teknik yardımda bulunacağının açıklanması ise, Tahran, Şam ve Kahire’den sert eleştirilere neden olmuştur.)
Cumhurbaşkanı Demirel, İsrail’e gerçekleştirdikleri resmi ziyaretlerinde önce Yas Vaşem Müzesi’ni, Kudüs’teki El Aksa Camii’ni ziyaret etmiş ve Bat Yam’daki Atatürk Parkı’nın açılışını yaptıktan sonra İsrail’deki Türkiyeliler Birliği Dernek Başkanı Niso Kaneti’nin davetine katılmıştır. Cumhurbaşkanı Demirel, ayrıca İsrail Dışişleri Bakanı Ehud Barak, İsrail Başbakanı Şimon Peres, İsrail’in ana muhalefet partisi lideri Netanyahu ve Kudüs Belediye Başkanı Ehut Olmert ile görüşmüştür. Cumhurbaşkanı Demirel bu görüşmesinde iki ülke arasında yapılan: “Çifte Vergilendirmeyi Önleme”, “Yatırımların Teşviki ve Korunması”, “Ticari, Ekonomik, Sınai, Teknik ve Bilimsel İş Birliği” ve “Serbest Ticaret Antlaşması” olmak üzere dört ayrı anlaşmaya imza atmıştır.
Türkiye ile İsrail arasındaki Serbest Ticaret Antlaşması’nın Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasındaki tekstil kotalarının İsrail üzerinden delinmesini sağladığı gibi, Türk ihracatçısına Çin, Kore ve Güney Afrika ülkelerine ihracat imkânı oluşturulduğu belirtilmiştir. Ayrıca Türk İnşaat şirketlerine İsrail’de 3 milyar dolarlık yeni bir iş alanı açılmıştır. Cumhurbaşkanı Demirel, İsrail tarafından olumlu karşılanan anti-terör paketini 13 Mart 1996’da dünya liderlerinin bir araya geldiği Şarm El-Şeyh Zirvesi’nde sunmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış dönemine ilişkin araştırmalarıyla tanıdığımız gazeteci, yazar ve televizyon programcısı Murat Gökhan Bardakçı’nın sunumuyla Mayıs 2010’da Prof.Dr. Vahdeddin Engin’in yayımlanan “Pazarlık” adlı eserde 13 Mart 1996’da dünya liderlerinin bir araya geldiği Şarm El-Şeyh Zirvesi’nden bahsedilmektedir:
(…) “Yıl 1996.
Filistin meselesinin görüşüldüğü uluslararası bir toplantıya(?) Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve İsrail Devlet Başbakanı Şimon Perez katılmışlardır. Şimon Perez kürsüde konuşurken Cumhurbaşkanı Demirel’e dönerek şu sözleri söyler:
(…)’’Geçenlerde sınırda bir Arap vatandaşla konuşuyordum. Sorunları nasıl aşarız diye sordum. Bana şöyle dedi:
-Vallahi Beyim, biz Mısır’ın egemenliğinde yaşayamayız.
-Peki, ne yapalım?
-Sizin de egemenliğinizde yaşayamayız, çünkü siz Yahudi’siniz.
-O halde?
-Vallahi, siz iyisi mi bizi Osmanlı’ya bağlayın.’’
(…)’’Yukarıda sözünü ettiğimiz toplantının yapıldığı 1990’lı yıllarda da Filistin adı kan, gözyaşı ve terörle birlikte anılıyordu. Aslında 1990’lardan bu önce de Filistin adı kan, gözyaşı ve terörle birlikte anılıyordu. Yani Filistinli Araplar ve Yahudiler, yıllardır devam eden bir husumeti, her geçen gün daha şiddetlendirerek sürdürüyorlar. Aşağıda okuyacağımız kısa anekdotun bize hatırlattığı bir gerçek var. O da Osmanlı idaresinin Filistin’de bıraktığı derin izler ve bunların ne olduğunu bilinmeden de bu sorunun çözümünün zorluğu.
(…) Filistin yaklaşık dört bin yıldan beri tarih sahnesindedir. Bu süre içinde o kadar çok istilaya uğramış ve toprakları o kadar çok değişiklik göstermiştir ki, Filistin adı verilen bölgeye belirli sınırlar çizmek zordur. Tarih boyunca birçok çatışmaya sahne olan Filistin 16.yüzyılda Osmanlı hâkimiyetine girdi. Yavuz Sultan Selim 1516 yılında Mercidabık Muharebesi’nden sonra Filistin’i Osmanlı topraklarına katığı zaman Şam Beylerbeyliğine bağlı üç sancak halinde teşkilatlandırılmıştı: Kudüs, Gazze, Nablus.
Osmanlı Devleti, 16.yüzyılın başından Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan bir dönemde, hâkimiyet kurduğu bütün coğrafi alanlarda olduğu gibi, Filistin’de de kendine özgü bir idari yöntem uyguladı. “Pax Ottamanica” adı verilen Osmanlı barışı bölgeye hâkim oldu. 19.yüzyılın ortalarından itibaren ise, bölge üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen büyük devletler, Filistin’deki dini ve etnik grupları kışkırtarak Osmanlı Devleti’ni zor duruma düşürmeye çalıştılar.
Bu çabalar sonuç verdi. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden Osmanlı Devleti bu bölgeden çekildi. Fakat ortaya çıkan boşluk bir türlü doldurulamadı. Ne bölgeyi mandater bir yönetimle idare eden İngiltere, ne de bölge üzerinde faaliyet gösteren diğer güçler Filistin’de çatışmaların çıkmasını önleyemediler. Osmanlı Devleti, Balkanlar ve Kafkasya’da olduğu gibi, Ortadoğu’da da öyle bir barış ortamı oluşturmuştu ki, geri çekildiği andan itibaren eksikliği hissedildi ve bu bölgelerde sürekli huzursuzluk yaşandı. Aradan bir asır geçmesine rağmen de hiçbir güç buralara istikrar getirmeyi başaramadı…”
Kaynakça:
-Hüseyin Hakkı Kahveci, “Atatürk’ün Yasaklanan Kitabı”, Ulak Yayıncılık – Temmuz 2017.
-Yusuf Besalel, “Yahudi Tarihi”, Üniversal Dil Hizmetleri ve Yayıncılık A.Ş. – Eylül 2000.