-…”Herkesin polisi kendi vicdanıdır, fakat polis vicdanı olmayanların karşısındadır,” sözü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtarıcısı ve kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ündür (1929).
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde yeni Türkiye Cumhuriyeti zayıf bir polis teşkilatına sahipti. Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı Devleti’nden İl polis teşkilatlarını da merkez teşkilatı gibi pek zayıf durumda devralmıştı. İstanbul, Edirne, Bursa ve Manisa gibi büyük iller 1922 yılına kadar işgal altında kalmış ve bu nedenle kadroları yetersiz durumda bırakılmıştır. Yeni Türk devletini kuran ve Cumhuriyeti ilan etmeyi başaran Atatürk, polise önem vermiş ve iyi bir polisin nasıl olması gerektiğini şu sözleriyle ifade etmiştir:
-…”Polis, kanun adamıdır. Ona her zaman saygı göstermeli ve itaat etmelidir. Polis, asker kadar disiplinli, hukukçu kadar hukuk adamı, bir anne kadar şefkatli olmalıdır”(1934).
Cumhuriyetin ilanından sonra, Türkiye Cumhuriyeti, Polis Teşkilatını geliştirmek amacıyla 1924’te Emniyeti Umumiye Müdürlüğü’ne bağlı olarak yeni birimler oluşturulmuş ve Umum Müdürlüğü’nden başka, bir Umum Müdür Muavini, üç Şube ve Evrak Memurluğu ve Polis Mecmuası Müdürlüğü’nü kurmuştur.
27 Aralık 1924 tarihinde Mustafa Kemal’in Polis Müdürü olarak İstanbul’da göreve başlayan Emekli Korgeneral Ekrem Baydar, o yılları anılarında şöyle aktarmıştır:
”…1924 yıllarında İstanbul’un 1 milyon 200 bin kadar olan nüfusuna karşılık emniyet kadrosu; müdürler ve amirler olmak üzere 1800’dü. Bu sayıdan hastalar, hava değişiminde bulunanlar, bürolarda görevlendirilenler çıkarılırsa geriye 1000 kadar polis kalıyordu. Aslında bu sayının bir kısmı da ilçelerde görevliydi. Bu yetersizliğe rağmen kadronun takviyesi için herhangi bir istekte bulunmadım.Çünkü kemiyetin (:nicelik) değil keyfiyetin (:haberleşme) esas kabul edilmesi gerektiğine inanıyordum. Emniyet teşkilâtının elindeki tek motorlu araç benim makam otomobilimdi. Bu otomobil de çoğu zaman Babıâli Yokuşu ‘nu bile çıkamıyordu. Polisin elindeki muharebe (:haberleşme) imkânı da birkaç şehir telefonu ile karakollar arasında çekili manyetolu telefon hatlarına münhasır (:sadece bir şeye veya bir kimseye mahsus) kalıyordu. İşte göreve başladığım zaman İstanbul’un ve emniyet teşkilâtının genel durumu kaba çizgileri böyleydi…
Emniyet Müdürü olduğum zaman ordu ile ilgim kesilmemişti. Bu yüzden kıta hizmetine çıkmam gerekiyordu. Genelkurmay Başkanlığı’ndan aldığım yazıda “Sivil kadroya mı geçmek istediğim, yoksa orduda kalmayı mı tercih edeceğim” soruluyordu. O günlerde İstanbul’da ordu ile ilişkileri devam etmekte olan üç müdür vardı: Ben, Seyrisefain (:Denizcilik Bankası) Umum Müdürü, İnhisarlar (:Tekel) Umum Müdürü. Bu arkadaşlarıma da aynı konuda yazı gelmişti. Kendileri sivil kadroya geçmeyi düşünmüşler ve bu yolda cevap vermişlerdi.
Genelkurmay Başkanlığı’na cevabımda “İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne kendi arzum ve isteğimle değil, çok bozuk olan asayişin düzeltilmesi için Mustafa Kemal Paşa’nın emirleri ile geldiğimi, nerede çalışmam emredilirse orada çalışmaya hazır olduğumu” arz etim. Bu cevabıma karşılık orduda kalmamın uygun görüldüğü ve İzmit Topçu Kumandanlığına atandığım bildirildi. Yeni görevime başlamak üzere 21 Haziran 1927 günü Emniyet Müdürlüğünden ayrıldım.
Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Samsun’a hareket ettiği 16 Mayıs 1919’dan beri sekiz yılı aşkın bir zaman geçmişti. İstanbul halkı Büyük Kurtarıcıyı görmek, alkışlamak ve bağrına basmak için sabırsızlanıyordu.
Mustafa Kemal Paşa; savaş meydanlarında, sosyal, ekonomik, politik ve idare alanlarında Batı ve Doğu emperyalizmini yıkan, dünyamızın esir edilerek bir köle gibi çalıştırılan uluslarına istiklâl ve hürriyet ruhunu aşılayan, dünyada en imkânsız şartlar içinde bir tarih yaratmanın canlı örneği olan büyük bir insandı. Bu yüzden, yalnız İstanbul halkı değil, yabancılar bile kendisini yakından görme, tanıma şerefini paylaşmak istiyorlardı.
Görevden ayrılmamdan kısa bir süre önce, Ankara’ya çağrılmıştım. Mustafa Kemal Paşa’nın Başkanlığında yapılan Büyük Millet Başkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı ve bazı milletvekilleri vardı. Gazi Hazretleri, toplantının o günkü politik ve idari şartlar altında kendilerinin İstanbul’a gelmesi konusundaki görüşlerin tespiti için düzenlendiğini belirttiler. Konu çok önemliydi.
Kendilerine İstanbul’da emniyet ve asayişin çok iyi bir durumda olduğunu arz ettim. Alınmasını düşündüğüm tedbirleri de şöyle özetledim:
1-Dolmabahçe Sarayı’ndaki ikametleri süresince karadan ve denizden emniyet sağlanacaktır.
2-Şehrin polis bölgesi içinde gece veya gündüz dolaşmayı arzu buyurdukları takdirde, bir saat öncesinden gezi istikametlerinin ve uğramayı düşündükleri yerlerin yaverler aracılığı ile bana bildirilmesine müsaade edilecektir.
3-Deniz gezileri içinde aynı usul izlenecektir.
4-Emniyetleri konusunda Silahlı Kuvvetler, Jandarma ve Belediye ile işbirliği yapılacaktır.
Görüşlerimi açıklamamdan sonra Gazi Hazretleri, toplantıda bulunan diğer kişilerin de görüşlerini aldılar. Sonuçta İstanbul’da hazırlıklara başlanması kararlaştırıldı.
İstanbul’a döndükten sonra hazırlıkları tamamladık. İşte Genelkurmay Başkanlığı’ndan tayin emrimi alışım bu araya rastlıyordu. Mustafa Kemal Paşa 1 Temmuz 1927’de, ben görevden ayrıldıktan 12 gün sonra, İstanbul’u şereflendirdiler. Kendilerini bağırlarına basan İstanbullular arasında bulunmadığım için üzgündüm. Ama yine de teselli buluyordum. Büyük devlet adamı Mustafa Kemal Paşa’nın emrinden çıkmış, Büyük Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın emrine girmiştim.”
Hıfzı Topuz, 2016’da yayımlanan eseri; “Atatürk Sesleniyor, Gazi İle Sohbetler Ve Anılar,” sayfa 55’te: ”Atatürk Özel Koruma İstemiyor” demiştir:
…”Atatürk, güvenliğin sağlanması için özel önlemler alınmasından hiç hoşlanmazdı. Yakınları O’nun geçeceği yollara, gideceği yerlere, kapılara, Florya Plajı’na, Dolmabahçe Sarayı’na sıra sıra polislerin dikilmesinden hiç hoşlanmadığını anlatırlar. Atatürk her zaman peşinde polisler olmadan halkın arasına karışmaktan zevk almıştır.
Hasan Rıza Soyak bu konuda örnekler vererek özetle şunları anlatır:
”… Atatürk Bursa’ya gelecekti. Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe ile geçeceği yolun iki yanına, özellikle virajlara sık sık süngülü nöbetçiler koymayı uygun gördük. Atatürk, Bursa’ya bir akşamüstü geldi, hava kararmıştı. Bizim aldığımız önlemlerin farkına varamadı. Ancak ertesi sabah şehre inişinde yolun süngülü nöbetçilerle sarıldığını gördü. Köşke dönüşünde beni çağırttı, gittim. Kırgın ve kızgın görünüyordu. Yüzüme dikkatle bakarak sordu:
-…”Yoldaki hal nedir?”
Birdenbire şaşırmıştım. Cevap veremedim, sözüne devam etti:
-…”Sen olsan ve benimle görüşmek istesen iki yanı süngülü askerlerle tutulmuş bir yoldan geçmek hoşuna gider miydi?”
Kekeledim, “”Efendim, bu önlemler yalnız Siz geçerken alınıyor,” dedim.
-…”Nasıl olursa olsun, iyi şey değil. Buna gerek de yoktu. Bir daha yapılmasın. Ben kapıdaki resmi elbiseli polisleri de istemem. Gerekirse onların yerine sivilleri kullanınız. Hiç unutmayın, alınacak koruma önlemleri halkı hiçbir surette ürkütmeyecek ve üzmeyecek biçimde olmalıdır.”
Bunun üzerine dış kapıdaki üniformalı polisler çıkartıldı. Yoldaki nöbetçiler tarlaların içine alındı ve yüzükoyun yere yatırıldı.
Ertesi gün belediyenin önünde toplanan halk fesleri yırttı, şapka, kasket giyerek ya da başı açık gösteriler yapa yapa köşke kadar geldi. Atatürk kapıyı açtırarak bu muazzam kalabalığı bahçeye aldırdı. Kendisi de köşkün önüne çıktı. Pek memnundu. Karşılıklı nutuklar söylendi. Neşe ve coşku son haddini buldu.
Hasan Rıza Soyak, anılarında Atatürk’ün Florya’da özel önlemler alınmasından da hoşlanmadığını belirterek şunları aktarmıştır:
Atatürk, halk arasında huzursuzluk yaratır diye hiçbir şekilde açık ve silahlı güvenlik önlemlerinin alınmasına, hatta üniformalı asker ve polislerin bu işte kullanılmasına razı olmuyordu. Yaverlerden ve polislerden başka muhafız birliğinden alınan neferlere de sivil elbise giydiriliyordu.
Plajda bulunanlar Deniz Köşkü’nü karaya bağlayan köprünün önünden serbestçe geçiyorlardı. Kendisi çoğu zaman köşkün giriş kapısının solunda plaja açılan geniş pencerenin önünde oturuyor ve öğlenleri orada küçük bir masada yemek yiyordu. Hemen her gün, hem de plajın en kalabalık olduğu saatlerde köşkten çıkıyor, mayolu ya da giyinik olarak halkın arasında görünüyordu. Bazen de bir sandala binip denize açılır, çevresi halk, özellikle gençler tarafından sarılı olarak uzun süre denizde kalırdı.
O, bu gezilerden çok hoşnuttu. Çünkü öteden beri büyük bir saygı ve sevgiyle bağlı olduğu yurttaşların arasında bulunmak, onlarla birlikte eğlenmek başlıca zevkiydi.
Bir gün hükümetten şöyle bir haber gelmişti: ”Atatürk’e suikastta bulunmak üzere Bulgaristan’da eski komitecilerden oluşan bir çete kurulmuştur.”
Bu yüzden özel önlemler alındı. Plajdaki köprünün ışık kulesinin elverişli bir yerine bir makineli tüfek kondu. Plajdaki mayolu polislerin de sayısı arttırıldı. Bazılarına bornozlar giydirildi. Tabidir ki Atatürk’ün bunlardan hiç haberi olmadı. (Ayrıca bakınız: Hasan Rıza Soyak, ”Atatürk’ten Hatıralar” YKY. Yayınları, 8.basım, İstanbul -2016, sf: 69-71) ”