Bu yıl, geçtiğimiz 24 Ocak Perşembe günü saat 20.00’de,Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile Kadıköy Belediyesi’nin CKM Kültür Merkezi’nde beşinci kez düzenlenen etkinliğe 600 kişi katılmış, etkinlikte “Türkiye’de Gazeteci Olmak, Gazeteci Kalmak” tartışılmıştı. Toplantıda,Türkiye’de yaşanan “31 Mart İsyanı (Vak’ası)” gerici ayaklanma öncesinde Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesinden başlayarak bugüne kadar öldürülen gazeteci sayısının 66, son 10 yılda ise 10.000’i aşkın gazetecinin işsiz, 142 gazetecinin 2019 yılına cezaevinde tutuklu olarak girdiği hatırlatılmıştı.
Serbesti gazetesi başmuharriri Hasan Fehmi Bey’in 6/7 Nisan 1909 gecesi öldürülmesi ile hürriyetten rahatsız olan ve menfaatleri kısıtlanan saray adamları ve uşakları ile el ele veren yobaz zümresi alaylı subaylar ile de ilgi kurarak hürriyete karşı bir cephe yolu bulmuşlardı. İttihat ve Terakki genel merkezinin ve hükümetinin beceriksiz ve kötü siyaseti, Selanik’ten İstanbul’a getirdikleri avcı taburları, tek güvenilir kuvvetmiş gibi her yerde öne plana alınması, İstanbul’da bulunan diğer askeri birlikler tarafından yadırganmaya başlanmıştır. 13 Nisan 1909 günü, bir dönem Yeniçeriler nasıl “talim istemeyiz!” diye kazan kaldırmışlarsa, işte bu ordu mensupları da Ayasofya’da Meclisi Mebusan önünde toplanarak “Şeriat isteriz!” sözleriyle ayaklanmışlar, İstanbul’da 11 gün boyunca egemen bir duruma geçmişler, birçok yerleri ele geçirerek mektepli subayların da kanına girmişlerdi.
Şüphesiz toplumumuzda ordunun özel bir yeri ve etkinliği vardır. Bunu, “Biz Asker Milletiz”ya da “Her Türk Asker Doğar” gibi tekerlemelerle anlatmaya çalışmak yararsızdır. Türk insanı askerdir de, tüccardır da, düşünürdür de, yazardır da… Farklı olan ordunun konumudur. Bunun kökenlerini de yıkılan bir İmparatorluktaki işlevi ile açıklamak gerekir:
Osmanlı Devleti artık Avrupalılarla baş edemediğini, savaşlarda hep yenildiğini fark edince ilk çağdaşlaşma ve Batılılaşma girişimlerini orduda yapmıştır. 18. yüzyılın sonundan beri en mükemmel eğitim veren kurumumuz hep askeri okullar ve Harbiye olmuştur. Devleti korumak ve kurtarmak için yetiştirilen bu kadrolar sadece askerlik mesleğinle yetinmemiş, bütün yönetim hizmetlerinde görev almışlardır. Çağdaş düşünceli bu insanların 1. ve 2. Meşrutiyetlerin ilanındaki rolleri İttihat ve Terakki’nin devindirici gücü olduğu bilinir.
İttihat ve Terakki yani Birlik ve İlerleme Cemiyeti Fırkası kurulmadan önce, Osmanlı Devleti’ne kısaca bakarsak; Abdülhamit’in otuz yıl süren baskıcı idaresini görürüz. Bu baskıya karşı, Osmanlı asker ve sivil aydınları yılmadan çeşitli alanlarda mücadele etmişler, başarısızlığa uğradıkça Osmanlı’dan kaçan çağdaş düşünceli bu aydın kimseler,yılmayarak özellikle yayın yolu ile Abdülhamid’in baskıcı monarşisine karşı mücadeleye devam etmişlerdir.İttihat ve Terakki’nin yürüttüğü mücadele günlerinde,Cemiyet aleyhinde şiddetli şekilde karşı çıkarak kalemini oynatan Başmuharrir Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesinden üç gün önce Serbesti gazetesinde çıkan makalesinde aşağıdaki şu satırlar, O’nun tahrik edici üslubunu yansıtmaktadır:
(—)”Millet bugün kan ağlarken, milletin damarlarında eskimiş, kalmış olan birkaç damla kanı da emmeğe uğraşan rüesâ-yımâr-tıynet (yılan tıynetli şefler) kat’iyyen merhametten, insaftan bir şey anlamıyorlar. Bu cemiyet (İttihat ve Terakki) daha ne vakte kadar böyle mazarrat tohumları saçmakta devam edecektir? Zirâ cemiyetin fenâlığı açlıktan da, kıtlıktan da, koleradan da ziyâdetahribâtımûcib oluyor.”
Bu gibi yazılara aydın zihniyetlibe Batılı görüşlü İttihatçıların tahammül etmeleri güçtür. Nitekim Hasan Fehmi Bey 6/7 Nisan 1909 gecesiyanında mülkiye kaymakamlarından Ertuğrul Şakir ve Ergiri mebusu Müfit Bey bulunduğu halde, Beyoğlu’ndan Köprü ’ye gelmiş, bu esnada arkalarından tabanca ile iki el ateş edilmiştir.İlk kurşun Hasan Fehmi Bey’e isabet etmiş diğer bir kurşun da Ertuğrul Şakir Bey’i sol böğründen, tehlikesiz surette yaralamıştır. Ertuğrul Şakir Bey’in ifadesine göre kendilerine arkalarından seslenerek ateş eden katil, bir süvari zabitidir ve silahını kendisine doğrulturken ‘Al sana da Mevlân’ demiştir. Bundan anlaşıldığına göre katil zabit, Şakir Bey’i ‘Serbesti’ gazetesi sahibiMevlân-zâde Rif’at’a benzetmiştir.
Katilin bulunamadığı bu hâdise, İttihatçılar aleyhindeki muhalefeti adeta ayaklandırmıştır. İstanbul’da İkdam gazetesinin başyazarlığını da üstlenen Ali Kemal Bey, bir yandan da Darülfünun daEdebiyat Fakültesi’nde verdiği siyasi tarih dersini tatil etmiş ve Hasan Fehmi’ye atılan kurşunun söz hürriyetine ve insan haklarına yöneltilmiş olduğunu söylemiştir.Sonrasında Darülfünun talebesi toplu halde Bâbıâli’ye akmış ve Sadrazam’a teessürlerini bildirerek, katilin bir an önce yakalanmasını istemişlerdir (7 Nisan 1909). Ertesi günüde Serbesti gazetesinin ilk sayfası beyaz renkte çıkmış, sayfanın tam ortasında yalnız “Serbesti –i matbuatın ilk kurbanı, ömrünü menfâlarda geçirmiş olan evlâd-ı hürriyetten Hasan Fehmi Bey’in ruhuna…” yazılmıştı.
Görselde; İlk Basın Şehidi Hasan Fehmi Bey’in (1874 – 1909) Çemberlitaş, Divanyolu’nda bulunan II.Mahmut Türbesinde bulunan mezarını görmekteyiz.
4 yıl sonra…
İstanbul’da, 1913’ün 11 Haziran günü öğle saatlerinde Beyazıt Meydanı’nın Divan Yolu’na çıkan noktasında bir cenaze alayının kapattığı yolun açılmasını bekleyen otomobilde, zamanın hem Sadrazamı “Başbakan”, hem de Harbiye Nazırı yani “Savaş Bakanı” olan Mahmut Şevket Paşa ile yaverleri bulunmaktadır. Bekleyen otomobile dört bir taraftan ateş açılmış, yaverlerden İbrahim Bey hemen orada, Mahmut Şevket Paşa ise bir saat sonra can vermişlerdir.
Mahmut Şevket Paşa, döneminin en tanınmış ve en sert askeridir. 1856’da Bağdat’ta doğmuş, İstanbul’da Harp Okulu’ndan mezun olmuş, bazı Batı dillerini öğrenmiş, askeri kitaplar ile roman tercüme etmiş, valilikler ve ordu kumandanlıkları yapmış, Milli savunma bakımından havacılığın gelecekteki önemini görmüş ve tespiti ile 1911’de ilk defa Yeşilköy’de bir hava istasyonu faaliyete geçirilmiştir.
Mahmut Şevket Paşa, asıl şöhretini 1909’daki 31 Mart İsyanını bastıran Hareket Ordusu’nun kumandanı olarak İstanbul’a girmesi üzerine sağlamıştır:
İstanbul’da, II. Meşrutiyet’e karşı ayaklanan avcı taburları büyük bir isyan çıkarmış, 13 Nisan 1909 günü Rumi takvimde 31 Mart 1925 tarihine denk geldiği için “31 Mart Vak’ası olarak anılmıştır. Gerçi Avcı Taburları, Meşrutiyet’in korunması amacıyla Rumeli’den İstanbul’a gönderilmiş birliklerdi ama bir kısım gericiler tarafından aldatılarak 13 Nisan 1909 sabahı “Şeriat isteriz!” sözleriyle Meşrutiyet aleyhine ayaklanmışlardır. Büyüyen isyan, Selanik’ten İstanbul’a gelen Hareket Ordusu ile bastırılacaktır ve Atatürk, İstanbul’daki olaylar üzerine 14 Nisan günü Selanik II. Redif Tümeni Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa ve III. Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa ile görüşerek:
-…”Yapılacak tek şeyin İstanbul’a kuvvet Sevki olduğunu” söylemiş ve 15 / 16 Nisan 1909 günü Hüseyin Hüsnü Paşa komutasındaki Hareket Ordusu’nun Kurmay Başkanı olarak Selanik’ten İstanbul’a hareket etmiştir.
Selanik’ten yürüyüşe geçen Hareket Ordusu, Hüseyin Hüsnü Paşa’nın komutasındadır. Komutadaki bu değişiklikle Kurmay Başkanlığı’na da Binbaşı Enver Bey getirilmiştir. Ancak, bu ordu İstanbul yakınlarında Hadımköy’e geldiği zaman (19 Nisan 1909) Mahmut Şevket Paşa, komutayı ele alacağını bildirmiş ve bu emir üzerine Hareket Ordusu 20, 21, 22 Nisan günlerini Hadımköy’de geçirmiştir.
İstanbul yakınlarına gelen Hareket Ordusu, Atatürk tarafından yazılan ve Hareket Ordusu Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa tarafından imzalanan aşağıdaki bildirgeyi halka duyurmuştur:
-…”Millet, yıllardan beri zulüm yapan istibdat kuvvetlerini parçalayarak meşrutiyet hükümetini kurdu. Bu kansız mutlu inkılâptan zarar gören aşağılık kimseler, kanunsuz bir şekilde çıkarlarının teminine hizmet eden eski durumun gelmesi için bin türlü hile ve alçaklığa başvurarak yasal meşrutiyet hükümetini yıkmak istedi ve bütün insanlık âleminin kınadığı İstanbul faciasının oluşmasına sebep vererek masum kanlar döktü. (19 Nisan 1909)”
Hadımköy’de Mahmut Şevket Paşa’nın gelişini bekleyen Hareket Ordusu’nun, Atatürk imzasıylamensuplarına 1 sayılı emri:
”…Hareket Ordusu görevini yalnız askeri yönden yapacaktır. Politik konular ve bu konuda İstanbul ile görüşme yapmak şimdilik görev dışıdır. (21 Nisan 1909)”
Mahmut Şevket Paşa, 22 Nisan 1909 günü Hadımköy’e gelerek Hareket Ordusu’nu fiilen üzerine almış ve 24 Nisan’da İstanbul’a girerek sıkıyönetim ilan etmiştir. 25 Nisan günü Hareket Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa: ”…Hareket Ordusu’nun İttihat ve Terakki ile bir ilgisi yoktur!” demiştir.
Mahmut Şevket Paşa, Hareket Ordusu’nun İttihat ve Terakki ile bir ilgisi olmadığını söylemişse de; ünlü tarihçi Faik Reşit Unat, ”Atatürk’ün II. Meşrutiyet’in İnkılabının Hazırlanmasındaki Rolüne Ait Bir Belge” de; — ”29 Ekim 1907’de Atatürk’ün Selanik’te gizli olarak kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olduğunu kaydeder (Bakınız: Belleten, 1962, Sf:343)”.
Doç. Dr. Nevzat Eren’de 1984’ten 1992 yılına kadar ”Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi ve Yüksek Onur Kurulu Üyeliğini” sürdürdüğü dönem içerisinde, Tıp Bayramı nedeniyle 14 Mart 1987’de yayımlanan makalesinde “İttihat ve Terakki Cemiyeti” için şöyle demiştir:
(—)Tıbbiye ’de bir gün, bir ilkbahar günü, Okulun bahçesinde Diyarbakırlı İshak Sükûti ile Erzurumlu İbrahim Temo, vatanı kurtarmak için ne yapmak gerektiğini tartışıyorlarmış. Yanlarına Bakü’lüHüseyinzâde Ali gelmiş. Bir zaman dinlemiş ve dernek kurmaktan başka yol olmadığını söylemiş. İbrahim Temo sormuş, Nasıl kurulur böyle bir dernek, diye?… Bakülü Hüseyinzâde Ali çevresine bakınmış… Abdullah Cevdet, bir sıraya oturmuş, kitap okuyormuş. Şu Arapkirli ile sen konuş demiş. Sonra tek başına, dalgın dolaşan Kafkasyalı Reşit’i göstermiş. Ben de Çerkez oğlunu (Abdullah Cevdet) razı ederim, dernek kurulmuş olur diye konuşmuş. Hem de kurulmuş dernek. Bu; İttihat ve Terakki Derneği’dir. O’nun halktan ya da devletten yana tutumunu yargılamak değil kuşkusuz amacımız. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’nun son 25 yılına damgasını vuran, Atatürk ve İnönü’nün de üyesi oldukları bu derneği Tıp Fakültesi öğrencileri kurmuşlardır. (Bakınız: 14 Mart 1987, Cumhuriyet gazetesi, sayfa: 2)”
31 Mart İsyanı, bazı kişilere göre, İtalyan ve İngilizler ’in, bazı kişilere göre de İttihat Terakki’nin gölgesinde Almanların müdahalesi olduğu söylenmektedir. Bu konu tartışmalıdır. Ancak bu tartışmanın yanıtını makalemin sonlarına doğru Atatürk’ün 19 Nisan 1919’da Tümen Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa’ya imzalattırdığı telgrafların içerisinde bulacağız. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’nun son 25 yılına damgasını vuran Ulu Önderimiz Kemal Atatürk’ün de üyesi olduğu iddia edilen bu Cemiyet’e imkânlarım doğrultusunda kısaca bir göz atmak isterim:
İttihat ve Terakki Cemiyeti (Fırkası);
İstibdat yönetimine ve II. Abdülhamid’in şahsına karşı savaşan, Jön Türkler ’den bir grubun, Kanun-ı Esasi’nin yeniden yürürlüğe konması ve Meclis-i Mebusan’ın açılması amacıyla kurduğu, II. Meşrutiyet’in ilanında etkili rol oynayan, 1913 Babıâli Baskınından sonra I. Dünya Savaşı sonuna dek hükümeti elde tutan burjuva demokrat bir siyasi örgütlenmedir.
Cemiyet’in kuruluş tarihi tartışmalı olmakla birlikte, kurucularından İbrahim Temo’ya göre 21 Mayıs 1889’dur.
Cemiyetin kurucuları, Askeri Tıp Okulu öğrencilerinden ”İbrahim Temo (Ohri), Abdullah Cevdet (Harput), Mehmet Reşit (Kafkasya), Hüseyinzâde Ali (Bakü) ve İshak Sükûiti (Diyarbakır)”’dir.”İttihad-ı Osmanî” (Birleşik Osmanlı) olan ilk adı kısa bir süre sonra ”Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” olarak değiştirilmiştir.(F. Hüsrev Tökin, “Türk Tarihinde Siyasi Partiler” adlı yapıtında, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluş tarihi ve yeri hakkında şöyle demektedir:(—)”1889 yılının Mayıs ayında İstanbul’da o zaman Sirkeci Demirkapı’da bulunan ‘Tıbbiye-i Askeriye’ okulunda Tıbbiyeli öğrencilerden bir grup, İttihad-ı Osmani’ (Birleşik Osmanlı) adı ile bir Cemiyet kurdular. Dışarıdaki Jön Türklerin yayınlarını ilgi ile takip eden bu Cemiyet üyeleri, Paris’te bulunan Ahmet Rıza’nın grubu ile temas ettiler. Bir isim değişikliği yaptılar ve Cemiyetlerine ‘İttihat ve Terakki’ adını verdiler. Paris’teki Jön Türkler de aynı adla kurdukları Cemiyeti, anavatandakinin bir kolu kabul ettiler. (Bakınız:1965, Elif Yayınları, Sf: 32)”
Carbonarri ve Mason örgütlenme modelinden esinlenerek, gizliliğe dayalı bir yapıya sahip olan, küçük hücreler halinde oluşan örgütte, her hücrenin ve her hücre üyesinin bir numarası vardır. Örgüt içinde her üye yalnızca kendi hücresindeki beş kişiyi tanımaktadır. Kısa zamanda örgüt büyüyüp ”Harbiye, Bahriye, Mülkiye, Veterinerlik, Topçu, Mühendishane” gibi yüksekokullarda da benzer şekilde örgütlenmiştir. Zamanla, örgüte “Asaf Derviş Paşa, Süleyman Emin Paşa, İsmail Safa Bey ve Naci Paşa gibi üst düzey bürokratlardan da katılanlar olmuştur. (Harun Yahya, “Yahudilik ve Masonluk; İhtilaller ve Masonlar”adlı yapıtında, İttihat ve Terakki Cemiyeti hakkında şöyle demektedir: “Bu cemiyet 1889’da başta İbrahim Temo olmak üzere İshak Sükuti, Abdullah Cevdet, Çerkez Mehmet Reşit beyler tarafından kuruldu. Cemiyetin kurucularının hepsi istisnasız MASONDUR. İbrahim Temo daha öğrencilik yıllarında İtalya’da Birendizi Locasında tekris olmuştu. Burada İtalyan Mason Localarının emri ile gizli bir cemiyet kurmakla görevlendirildi. Bu gizli cemiyetin görevi Abdülhamit’in yarıda kalmış tahtan indirme teşebbüsünü tamamlamak mücadelesine girişmek olacaktı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, faaliyet programı olarak, İtalya Masonluğunun kurulmasında öncülük etmiş olan Carbonarri gizli tedhiş örgütün çalışma şekillerini kopya ediyordu. Fakat İbrahim Temo, anılarında Masonlarla ilgisini sürekli gizlemeye çalışmıştır. Nottaki bilgiler bir başka İttihatçı olan F. Caner’den alınmıştır.”)
İzmir’de ve Şam’da Cemiyetin görüşlerini yaymak için propaganda başlanmış, Cemiyetin varlığı ilk kez, 1892’de II. Abdülhamid’e verilen bir jurnal sonucu ortaya çıkmıştır.(Ahmet Hür, “50 Soruda Milli Mücadele; İttihat ve Terakki Fırkası Hakkında Ne Biliyoruz: “ ‘Üsküdar Komitesi’ denilen gizli örgüt, Saray’a baskın yapıp, Abdülhamit’in yerine 5. Murat’ı geçirmeye kalkışmış ama başarılı olamamış, örgütün lideri Ali Suavi Bey’de Saray’daki baskın sırasında öldürmüştür. Yine Aziz Bey isimli bir kişinin etrafında oluşturulan, tahta 5.Murat’ı geçirmeye yönelik gizli oluşumunda Abdülhamit’in hafiyeleri tarafından dağıtılmıştır.)Bunun üzerine okul kumandanları ve bir grup bürokrat, görevlerinden alınarak, Cemiyet’in önde gelen üyeleri tutuklandıysa da, üç ay sonra II. Abdülhamid tarafından affedilerek görevlerine iade edilmişlerdir. Aftan sonra Cemiyetin çalışmaları yoğunlaşarak sürmüştür. Bu dönemde Cemiyetin yöneticileri, örgütü güçlendirip, yurt ölçüsünde yaygınlaştırmadan eyleme geçmeme düşüncesi içine girmişlerdir. Bununla birlikte 1895’te patlak veren Ermeni olayları, bu düşüncelerin yaşama geçirilmesini engellemiştir.
İttihat ve Terakki, duvarlara astığı bildirilerle halkı birliğe çağırmıştır. Bu bildiriler yüzünden Cemiyet içerisinde geniş tutuklanmalara gidilmiş; Doktor Abdullah Cevdet ve bir grup Tıbbiye öğrencisi, Trablusgarp, Şam ve Manastır’a sürülmüştür. İbrahim Temo, İshak Sükûti, Tunalı Hilmi, İzmirli Nevzat, Âkil Muhtar gibi Cemiyet’in önde gelen üyeleri ve Cemiyet üyesi olmayan Mizan gazetesi sahibi Murat Bey gibi liberal aydınlar ise Romanya, Mısır ve Avrupa’ya kaçmışlardır. Böylece İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul’daki örgütlenmesi geçici bir süre çöküntüye uğramış ve Cemiyet çalışmaları yurt dışına kaydırılarak başta “Bükreş, Paris, Cenevre ve Kahire” olmak üzere dört merkezden şu şekilde yürütülmüştür;
— Bükreş çalışmaları, İbrahim Temo’nun yönetimi altında, Balkan ülkelerinde şubeler kurmak biçiminde örgütlenmiştir. Paris’te Cemiyet’in yöneticisi, 1895’ten başlayarak ’Meşveret Gazetesi’ni çıkaran ve daha önce “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin Avrupa temsilciliğini yürüten Ahmet Rıza Bey’dir. Cenevre ve Kahire’de ise kalıcı örgütlenmelere gidilememiş ancak, Tunalı Hilmi, İshak Sükûti ve Mizancı Murat Beyler buralarda yayın etkinliğini sürdürmüştür. Cenevre ve Kahire’de ise kalıcı örgütlenmelere gidilememiş ancak, Tunalı Hilmi, İshak Sükûti ve Mizancı Murat Beyler buralarda yayın etkinliğini sürdürmüştür.
1895 – 1890 yılları arası yayımlanan tüzüğünde Cemiyet’in amaç ve ödevleri sıralanarak Meşveret gazetesi Cemiyet’in yayın organı olarak kabul edilmiş ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yurtdışı çalışmaları sistemli olarak yürütülememiştir. Bunun nedeni Cemiyet’in amacına ulaşmak için tutacağı yola ilişkin görüş ayrılığı ve II. Abdülhamid’in Cemiyet’i parçalamak için gösterdiği çabadır. Cemiyet’in yurtdışı çalışmaları sistemli olarak yürütülememesinde bir başka farklılık da, özellikle din konusunda kendini göstermesidir; Pozitivist anlayışı benimseyen ve Avrupa temsilciliğini yürüten Ahmet Rıza Bey, Cemiyet içerisinde bazı üyelerce dinsizlikle suçlanması üzerine Mısır Hıdivi ’de bu nedenle İttihat ve Terakki’ye para yardımı yapmaktan vazgeçmesidir. Diğer bir farlılık da; İstibdat yönetimini alaşağı etme yolunda Cemiyet üyelerinden bazılarının nizam yanlısı, bazılarının ise bir suikastla II. Abdülhamid’i ortadan kaldırmak istemesi, hatta düzenlenecek suikastta bomba ya da tabanca kullanılması konusunda bile görüş ayrılığına düşmesidir. (Harun Yahya, “Yahudilik ve Masonluk; İhtilaller ve Masonlar”: “İttihat ve Terakki’nin ilk faaliyetlerinden olan ve 1896’da yapılması planlanan darbe, usulüne uygun olarak gerçekleştirilecekti. İlk önce Şeyhülislâmdan zorla da olsa Abdülhamit’in tahtan indirilmesine izin veren fetva alınacak, sonra başa yine Mason V. Murat geçirilecekti. Fakat Abdülhamit, darbe teşebbüsünden bir gün önce haberdar oluyor ve İttihatçıların bir kısmını tutukluyor bir kısmını da yurt dışına sürüyor.”)
Cemiyet içerisinde belirtilen bu farklı görüşler çerçevesinde, genel arzuya uyularak 1897’de yapılan bir toplantıda çoğunlukla Genel Başkanlığa Murad Bey, Merkez Başkanlığı’na da ÇürüksuluAhmed Paşa seçilmiş ve yönetim mekanizmasının denetimi de; Ali Kemal, Şerafeddin, Şefik ve Şeref Beylere geçmiştir. Yine bu toplantıda Doktor Nâzım Bey, Saymanlığa getirilirken Ahmet Rıza Bey’de Cemiyet’in organı olan Meşveret gazetesi’ni yayımlamaya devam etmişlerdir. Cenevre’de bulunan yeni yöneticilerin yayın organı ise Osmanlı gazetesi’dir. Bu dönemde Ahmet Rıza Bey’in kimi kaynaklara göre Cemiyetten ihracı, kimi kaynaklara göre ayrılması nedeniyle Meşveret gazetesini tek başına yönetmesi söz konusudur.
Bu arada 1899 sonlarında Avrupa’ya kaçan Damat Mahmut Paşa ve oğulları Prens Sabahattin ve Lütfullah, II. Abdülhamid’e karşı İttihat ve Terakkidışında muhalefet yürüterek tüm Jön Türkler’ in başına geçmek istemektedirler. (Harun Yahya, “Yahudilik ve Masonluk; İhtilaller ve Masonlar”: 1899’da Abdülhamit’in kayınbiraderi Damat Mahmut Paşa ve oğlu daha önce MASON yapılmış, prens ünvanlı Sebahattin Bey ve Kardeşi Avrupa’ya kaçmıştır. Prens Sabahattin Jön Türkler için taze bir kan olmuştur.”) O dönemde, değişik ulusal toplulukların örgütlenmeleri dışında Jön Türkler esas olarak bir yanda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde, diğer yanda Damat Mahmut Paşa ile Prens Sabahattin’in çevresinde toplanmıştır. Bu iki grup arasında Jön Türklerin birliğini sağlamak için yürütülen görüşmeler 4 Şubat 1902’de Paris’te düzenlenen bir grup toplantısıyla sonuçlanmıştır. ”İlk Jön Türk Kongresi” olarak adlandırılan bu kongrede yapılan çalışmalar iki sorun üzerinde şöyle yoğunlaşmıştır:
— Birincisi, yalnız başına propaganda yoluyla Meşrutiyet’e ulaşıp ulaşılamayacağı, dolayısıyla başka yöntemlerin kabul edilip edilememesi, İkincisi ise ülkede reformların sağlanmasında dış devletlerin yardımına vurulup vurulmamasıdır.
Prens Sabahattin, İsmail Kemal ve yandaşları ile Rum ve Ermeni delegelerin oluşturduğu çoğunluk, ihtilal yöntemlerine başvurulmasını, dış devletlerden sağlanacak yardımla reform yapılacağını savunmuşlar ancak, Ahmed Rıza, Hoca Kadri, Doktor Nâzım ve yandaşları bu görüşe karşı çıkmışlardır. Görünüşte bir birlik sağlandıysa da, kongrede beliren iki grup, iki ayrı Cemiyet halinde çalışmalarını sürdürmüştür. Azınlıkta kalan Ahmed Rıza ve arkadaşları Cemiyet’in adını “Terakki ve İttihat” olarak değiştirip, Paris’te Meşveret gazetesi’ni çıkartmayı sürdürürken, Mısır’da da ’Şûra-yı Ümmet’i yayımlamaya başlamışlardır. Prens Sabahattin ve yandaşları ise, çoğunluk adına, Meşveret Gazetesi ‘nin Türkçe bölümünün kapatılması üzerine Osmanlı gazetesi’ni çıkartarak 1904’e kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti adını kullanmışlardır.
1906’dan sonra ise Prens Sabahattin ve yandaşları, ”Âdem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsî Cemiyeti” adı altında etkinlik göstermişlerdir. Cemiyet’te bu yılar daha çok yayın yoluyla propagandalarla geçerken, Ahmed Rıza Bey’in önderliğindeki ”Terakki ve İttihat” bu arada mektuplaşmalar yoluyla İmparatorluk içinde örgütlenmeyi yürütmeye çalışmıştır.
Bu arada 1906 yazında Selanik Askeri Rüştiye Müdürü Tahir, Fransızca Öğretmeni Naki, Posta Telgraf İdaresi Başkâtibi Talat, Mülazım Ömer Naci ve Selanik eşrafından Mithat Şükrü Beylerin kurduğu ”Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” ile ”Terakki ve İttihat” Cemiyetleri, 1907 Eylül’ünde ”Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” altında birleşmiştir. (Harun Yahya, “Yahudilik ve Masonluk; İhtilaller ve Masonlar”: 1906 Eylül’ünde Selanik’te “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” ve aynı yılın Ekim ayında yine Selanik’te “Vatan ve Hürriyet” Cemiyetleri (Vatanı kurtarmak için!) birbirinden haberi yokmuşçasına kuruluyor. Fakat kurucular listelerini incelediğimizde her iki Cemiyetin önemli üyelerinin (çoğunluğunun) aynı şahıslar olduğunu görüyoruz. Jön Türklerin ve İttihat ve Terakkicilerin Önde Gelen Masonları:“Emanuel Karasu (Yahudi) / Talat Paşa / Prens Sabahattin / Mustafa Fazıl Paşa / İbrahim Temo / NissimMasliyah (Yahudi) / Abdullah Cevdet / İshak Sukuti / Çerkez Mehmet / Agâh Efendi / Ali Suavi / AlberFeridAseo (Yahudi) / Rıfat Bey / Namık Kemal / Ziya Paşa / Şinasi / Ali Şevkati / Enver Paşa / Mithat Şükrü Bleda / AlberFua (Yahudi) / Kazım Nami Duru / Ömer Naci / NissimRuso (Yahudi) / İsmail Hakkı Bey / Bursalı Tahir Bey / Resneli Niyazi / Binbaşı Nâmi / Dr. Nazım Bey / Cemal Paşa / Süleyman Paşa / RafaelBenuziyu (Yahudi) / Mustafa Necip / İsmail Canbolat / Manyasizade Refik / AvramGalente (Yahudi) / Kazım Özalp / Rahmi Bey / Faik Süleyman Paşa / Aşer ve AvramSalem (Yahudi) / Mahmut Şevket Paşa / Ahmet Vefik Paşa / Hüseyin Cahit Yalçın / LeonGatenyo (Yahudi) / Celal Sabahattin / SamoelTiano (Yahudi) / Selim Sırrı Tarcan / Mahmut Celal Bayar / Ziya Gökalp / Hüseyin Muhittin”)
Vatan ve Hürriyet Cemiyetinin kurucusu Atatürk diyor ki:
-…”Hürriyet olmayan bir memlekette, ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir! Selanik, 1906.
11 Ocak 1905’te Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisinden mezun olan Atatürk, Harp Okulu’nda ve Harp Akademisi’nde de zekâsı, yetenekleri ve üstün kişiliği ile kendisini arkadaşlarına ve hocalarına tanıtmış, onların içten sevgi ve saygısını kazanmıştı. Askerlik derslerine büyük ilgisi yanında matematiğe, edebiyata ve güzel söz söylemeye karşı da merakı ve eğilimi vardı. Harbiye’de ve Harp Akademisi’nde, memleket ve millet davaları ile ilgilenmesi, düşüncelerini cesaretle ifadeden çekinmemesi sebebiyle aydın ve inkılâpçı bir subay olarak tanınmıştı. Devir istibdat idaresi idi ve bu davranışları aleyhine olabilirdi; ancak çevresince gerçekten çok sevilişi,düşüncelerinde samimi oluşu, onun herhangi bir tertibe kurban gitmesini önlemişti. Bununla beraber Harp Akademisi’nden mezuniyetini izleyen günlerde istibdat ve padişahlık rejimi aleyhindeki düşünceleri ve durumu, şüphe çekerek kısa bir süre İstanbul’da tutuklu kaldı; sonra Suriye bölgesine, Şam’a atandı. Kâzım Özalp hatıralarında, Atatürk’ün tutuklanma sebebine şöyle açıklamaktadır:
(—)”Atatürk, Harp Akademisi’nin üçüncü sınıfında iken arkadaşları arasında bir yardım sandığı kurdular. Arkadaşlarından ihtiyacı olanlara az bir faizle sandık ‘tan para verirlerdi. Sınıflarından bir hafiye, menfaat temin etmek amacıyla “Jön Türklere” yardım için bir Sandık kurulduğunu jurnal etmiş. Hemen tahkikat başladı ve Sandık dağıtıldı. Bu esnada Atatürk, öğrenimini bitirmiş, Kurmay Yüzbaşı olmuştu. Bu sandık işinde önayak olduğu zannıyla Harbiye Nezareti’nde Bekir Ağa Bölüğü’ne götürüldü ve oradan 5’inci Ordu’ya atama ile Şam’a gönderildi. (Bakınız: Ö.A.A, Milliyet 10 Kasım 1969) ”
Atatürk, Kurmaylık stajı için Şam’da bulunan 5’inci Ordu’nun emrine girmek üzere 10 Şubat 1905’te İstanbul’dan Şam’a hareket etmiş, 11 Mart 1905’te Şam’da staj yapmakta olduğu 30’uncu Süvari Alay ile beraber Dürzî harekâtını bastırmak üzere Havran’a gitmiş, Dürzî Harekâtı’nın bastırılmasını takiben 1905’in Temmuz’unda Havran’dan Şam’a dönmüştür.
Atatürk, Şam’da 5. Ordu’nun emrinde kaldığı üç yıl içinde, Suriye’nin hemen her yerini görevle dolaşmış,memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha da yakından görmüştü. Atatürk, burada Dr. Mustafa (Cantekin), Müfit (Özdeş) ve diğer bazı arkadaşlarıyla gizli olarak Ekim 1905/1906’te “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurdu. Bu arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve Kudüs’te kurdukları cemiyeti genişletti.
Atatürk, bir ara Yafa’dan gizli olarak Selânik’e geçerek (Nisan,1906) burada da “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”nin bir şubesini açtı ve dört ay sonra tekrar Yafa’ya döndü. Atatürk, Yafa’dan sonra bir süre daha Şam’da kalarak kıta stajını tamamladı ve kendisine Suriye bölgesindeki üstün hizmetleri nedeniyle Beşinci Rütbeden Mecidi Nişanı verildi (25 Aralık 1906).”
Selânik’te gizli olarak faaliyette bulunan ”Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” ile ”Terakki ve İttihat” Cemiyetleri, 1907 Eylül’ünde ”Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” altında birleşmiştir. Doktor Nazım, 1907 yılı Eylülünde Paris’ten gizlice Selânik’e gelerek buradaki Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kurucuları ile iki cemiyetin birleşmesi hususunda bir anlaşma yapmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti, bu tarihten itibaren Rumeli’nin her tarafına yayılarak kuvvetli örgüt oluşturmuştur. Cemiyet’in, yurt içinde ve yurt dışında olmak üzere iki genel merkezi olması, yurt dışı merkezinin Paris, yurt içi merkezinin ise Selanik olması kararlaştırılmış, Cemiyetin yayın organı ise ”Türkçe Şûra-yı Ümmet”, ”Fransızca Meşveret gazetesi” olarak belirlenmiştir. ”Osmanlı Hürriyet Cemiyeti”nin Selanik’teki yurt içi merkezini; “Bursalı Tahir Bey, Naki Bey, Talât Bey, Mithat Şükrü Bey, Bursalı Hakkı Bey, Edip Servet, Ömer Naci, KâzımNami, Rahmi ve İsmail Canbulad Beyler oluşturuyor; Talât, Rahmi ve İsmail Canbulad Beyler ise adeta bir yürütme kurulu görevinde bulunuyorlardı.
1907 Eylül’ünde gerçekleşen birleşme ile kısa bir süre içerisinde çok genişleyen ”Osmanlı Hürriyet Cemiyeti”, özellikle genç subaylar arasında örgütlenmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanına dönük ilk hareket ise, İsmail Canbulat Bey’in yardımıyla Mustafa Necip Bey tarafından, Selanik Merkez Kumandanı Kaymakam Nazım Bey’e yapılan suikast olmuştur.
(—)”Atatürk, 13 Ekim 1907 günü Şam’dan merkezi Manastır’da bulunan 3. Ordu Karargâhına atanmış ve bu atama üzerine 3. Ordu Karargâhının Selânik’teki Kurmay Şubesi’nde çalışmak üzere Selânik’e gelmiştir. Bu sıralarda Selânik’teki “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” Şubesi’nin kurucularını da içine almış olan “İttihat ve Terakki Cemiyeti” faaliyet halinde ve gelişmekte idi. Atatürk’ün, Selanik’te olmaması ve Talat Bey’in enerjik çalışmaları genç Kurmay Subay’ları İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında topluyordu. Talat Bey, Rahmi, Bahattin Şakir, Enver, Cemal, Nami, Muhittin Baha gibi birçok sivil ve subaylar Talat Bey’in Selanik’in kenar mahallesindeki evinde sık sık toplanarak hürriyet çalışmaları için kararlar alıyorlardı. Aynı zamanda da Manastır ve Üsküp’te birer kol kurmuşlar, Paris’e de adam gönderip getirmek gibi çalışmalara girişmişlerdi. Selanik’e gelen Ali Fuat Cebesoy ile Resneli Niyazi Beyler de Cemiyet’in kadrosuna girmişler, Eyüp Sabri Bey, Süvari Yarbay Sadık Beyler bu örgütün en faal üyeleri halindeydiler. Daha sonra Mahmut, Teğmen Atıf’da Manastır’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin atak birer çalışanları arasına girmişlerdi. Atatürk, Selanik’e gelip yeni görevine başlayınca Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kuran arkadaşlarının İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dâhil olduklarını görmüş, üzülmüştü. Fakat gelişmiş olan bu Cemiyeti kuvvetsiz bırakmamak için kendi kurduğu Cemiyeti’nin devamını doğru bulmayarak kendisi de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne kayıt olmuştu.Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin lideri durumunda olanlara birçok defa konuşmalar yapmış, bunların bütün emellerinin devleti meşruti bir krallık haline getirip hürriyeti ilan ederek müsavatı kurmaktan başka bir görüş ve amaçları olmadığını öğrenmişti.”(May Yayınları A.Ş. “Atatürk Ansiklopedisi, Türkiye Cumhuriyeti Siyasi Tarihi”,Mart/1981, Sf: 110-111,)
1907’de Cenevre’deki Ermeni Taşnaksutyon Cemiyeti’nin Jön Türkler ’in bir program etrafında toplanması önerisiyle ”Teşebbüs-i Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet” ve ”Terakki ve İttihat” yanı sıra ”İttihat Cemiyet’lerine yaptığı başvuru üzerine ve bu örgütlerin de katılımıyla ”II. Jön Türk Kongresi” toplanmış ve Osmanlı Muhalif Fırkaları Kongresi’nin Beyannamesi’ni yayımlayarak çalışmalarını tamamlamışlardır. Osmanlı Muhalif Fırkaları Kongresi’nin yayımlanan beyannamesinde;
—”Sultan Abdülhamid’i tahtan çekilmeye zorlama, var olan yönetimin kökten değiştirilerek danışma yönteminin (meşveret) ve Meşrutiyet’in kurulması” amaç, ”hükümet uygulamalarına silahla karşı koyma, var olan hükümete vergi vermeme, ordu içinde propaganda, genel ayaklanma” araç olarak belirtilmiştir.”(Harun Yahya, “Yahudilik ve Masonluk; İhtilaller ve Masonlar”: Prens Sabahattin, 4 yıl süren bir çalışmadan sonra yine MASON olan İsmail Kemal Beyle Abdülhamit’i tahtan indirmek için darbe hazırlıyor. Bu darbe girişimi için İngiltere Masonluğundan büyük bir para yardımı almasına rağmen, net bir netice alınamamıştır. Bu kadar darbe girişimine rağmen elde edilemeyecek başarı ancak 1908’lerde değişik bir örgütlenme ile kazanılacaktır. Fakat devletin bir hayli yıpratıldığı ve büyük bir ilerleme kaydedildiği unutulmamalıdır.)”
Bu durum, hükümet otoritesini tümüyle ortadan kaldırmıştır.
Resne’de 20 Haziran 1908’de dağa çıkan Kolağası Niyazi Bey, daha sonra; ”Debre, Elbasan, Ohri ve Gönce” eyaletlerini dolaşmış ve ”Osmanlı Hürriyet Cemiyeti”nin Manastır’dan gelen direktifleri uyarınca; Eyüp Sabri Bey’in ”Ohri Ulusal Taburu” ile Manastır’a giderek, Manastır Olağanüstü Komutanı Müşir Osman Paşa’yı 9 Temmuz’da dağa kaldırmıştır.
Atatürk, 22 Temmuz 1908’de Selanik’ten Üsküp’e gelerek, akşam saatlerinde Cemiyetin Üsküp Şubesi’nin toplantısında bulunmuştur.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 22 Temmuz 1908 Kongresi:
(…)” Bu kongrenin kararları 13 maddelik bir belge ile kamuoyuna duyurulmuştur. Bunun dışında 21 maddeden oluşan bir siyasi programın en önemli bölümleri Anayasa’da yapılması gerekli değişiklikler konusuna açıklık getirmesidir. Bunların arasında milletvekillerinin yasa teklif etme, seçme hakkının belirli bir servete bağlı olmaksızın herkese tanınması, Gayri Müslimlerin de askere alınması önde gelen konulardır. Siyasi programda eğitim konusuna da ağırlıklı bir yer verilmiş ve bütün okullarda devletin denetimi ilkesi kabul edilmiştir. Programın ekonomik bölümleri zayıftır. Yalnız bu programda çiftçiyi toprak sahibi yapma ilk kez Türkiye’de gündeme getirilmiştir.(Bakınız: Agâh Sırrı Levent’in, 1947 yılında Memleket’te çıkan ”İttihat ve Terakki Kongreleri” adlı makalesi.)”
Rumeli’de büyük faaliyet göstererek, aylardan beri Abdülhamit’i 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan’ı tekrar toplantıya çağırmaya zorluyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu girişimleri, nihayet II. Meşrutiyet’in ilânına uzanmıştır. 23 Temmuz 1908’de, II. Meşrutiyet ilk olarak Manastır’da ilan edilmiş, bunu aynı gün Rumeli’nin diğer şehirlerinde de ilânı izlemiştir. II. Meşrutiyet’in ilân haberlerinin İstanbul’a ulaşması üzerine Padişah II. Abdülhamit de 23/24 Temmuz gecesi Meşrutiyet’i resmen ilân mecburiyetinde kalmıştır.
Atatürk, II. Meşrutiyet gibi büyük bir inkılabı takiben yapılanları kâfi görmüyor, bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu. Fakat kendisinin görüşleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenlerinin görüş ve düşüncelerine uymadı. Buna rağmen fikirleriyle, onları uyarmaktan da çekinmemiştir.
”Miralay Sadık, Yüzbaşı Habib, Mülâzımevvel Yusuf Ziya, Mülâzımevvel Tevfik, Vilayet Tercümanı Fahri Beylerden; Selanik merkezi ise, Miralay Hasan Rıza, Kurmay Kaymakam Faik ve Cemal, Kurmay Binbaşı Fethi ve İsmail Hakkı, Davavekili Manyasizâde Refik, Talât (ünlü Talât Paşa) ve Rahmi Beylerden oluşmaktadır.
Atatürk, İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez Komitesi tarafından kendisine verilen görev üzerine Selanik’ten İstanbul’a hareket ettiğinde (Eylül 1908), hükümetle görüşmek üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti adına Selanik’ten Talât ve Cavid Beyler de İstanbul’a gelmiştir. Bir süre sonra Sadrazam Said Paşa’nın istifasıyla hükümet, Kamil Paşa tarafından Cemiyet temsilcilerine de danışılarak kurulmuştur. Kamil Paşa Hükümeti’nin kurulmasından sonra 4 Aralık 1908’de Meclis-i Mebusan açılmıştır. Bu dönemde İttihat ve Terakki, hükümeti doğrudan kurmak için kendini güçsüz görüyor, Meclis-i Mebusan’daki temsilcileri aracılığıyla işleri yürütmeye çalışıyordu.
Atatürk, 4 Aralık 1908’de Meclis-i Mebusan açılmadan önce İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez Komitesi tarafından kendisine verilen görev üzerine İstanbul’dan da deniz yoluyla Trablusgarp’a hareket etmiştir. Atatürk’ün Trablusgarp’a geliş tarihinin 1908 yılı Eylül sonuna rastladığı, Trablusgarp’ta bulunan İngiltere, Fransa ve İtalyan konsoloslarının, Atatürk’ün temas ve faaliyetleriyle ilgili olarak memleketlerine gönderdikleri raporlarla kesinlik kazandırmaktadır. Trablusgarp’taki Fransız Konsolosu A. Alrick’in, Fransız Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 3 Ekim 1908 tarihli raporda:
(—)”Muhtemelen, Selanik İttihat ve Terakki Komitesi üyesi olan bir Türk subayı, birkaç günden beri bu civarda olup bitenler ve kişiler hakkında soruşturma yapmaktadır. Kendisinin, daha şimdiden birçok yüksek memur ve eşrafı anayasaya ve onun başlıca ilkelerine sadakat yemini yapmaya davet ettiği, hürriyet ilkesi konusunda dindaşlarının menfi davranışlarıyla veya hiç değilse bazı tereddütleriyle karşılaştığı söylenmektedir,” yazmaktadır.
Okuduğumuz üstteki rapora ilaveten, Selanik İttihat ve Terakki Komitesi üyesi olarak belirtilen bir Türk Subay’ının ”Atatürk” olduğunu aynı şahsın Trablusgarp’tan 11 Ekim 1908 tarihli Fransız Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı ikinci rapordan anlıyoruz:
(—)”Selanik İttihat ve Terakki Komitesi Üyesi Yüzbaşı Kemal Bey İngiliz ve İtalyan meslektaşlarımı olduğu gibi, beni de ziyaret etti. Kendisinin ziyaretini iade ile bir görüşme yaptım.”
Trablusgarp’ta II. Meşrutiyet’e karşı, halk arasında, bazı şeyhlerin önayak olmasıyla ayaklanmaya benzer bir hazırlık olmuş, bazı kişiler tutukluları tahrik ederek genel af çıkarılmasını istemiş, Osmanlı Devleti’nin atadığı idarecilere karşı tepki göstermişlerdir. Atatürk, Trablusgarp’ta askeri ve siyasi bazı girişimlerde bulunarak bölgedeki huzursuzluğun giderilmesinde büyük bir rol oynamış, ordunun ve devlet otoritesinin bölgede hâkim olmasını sağlamıştır.
Bu arada, 18 Ekim günü, Selanik’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1. Büyük Kongresi toplanmış, Trablusgarp’ta güvenliği temin eden Atatürk, 19 Ekim 1908 günü, Trablusgarp’tan Bingazi’ye hareket etmiştir. Atatürk, Bingazi’de bir süre kalmış, bu arada bir kısım kuvvetlerle, II. Meşrutiyet’e isyan halinde olan aşiret reisi Şeyh Mansur’un evini sararak şeyhi teslim olma zorunluluğunda bırakmış ve bölgede devlet otoritesini sağlayarak ve 1909’un Ocak ayının başlarında Selanik’e dönmüştür.
Atatürk, Trablusgarp ve Bingazi’deki ayaklanmaları söndürerek Selanik’e döndükten sonra 3 ay geçmişti. Tümen komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa, 14 Nisan sabahı İstanbul’daki İttihat ve Terakki Cemiyetinin merkez üyesi olan Rahmi Bey’den bir telgraf aldı ve bunu Atatürk’e gösterdi. Telgrafta şu cümle vardı:
“Adadayız ve cümlemiz sıhhatteyiz”
Atatürk, bu telgraf ile İstanbul’da mühim olayların olduğunu kavramıştı. Arkadaşlarını ivedilikle toplayarak mutlaka bir askeri kuvvetin İstanbul’a gönderilmesinin lazım geldiğini, bunun zorunlu olduğunu söylemişti. Sonrada 3’ncü Ordu Komutasında ve Kurmay Başkanlığı’nı kendisinin yapması suretiyle bir kuvvetin kurulması için izin istemişti. Fikrini kabul ettirmesini bilen bu Büyük İnsan Tümenle beraber hareket ettiği gibi Edirne’den de yardımcı birlikler alarak İstanbul üzerine gitmeyi başarmış ve ayaklanmanın çok az kan dökülerek bastırılmasında ön ayak olmuştur.
Hakikatte kıt’anın komutasını Kurmay Başkanı olmasına rağmen üzerine almış gibiydi. Bu orduya “Hareket Ordusu” adını da kendisi vermişti. İstanbul kapılarına 19 Nisan günü dayandığı zaman yayınladığı ve kendisinin hazırlayıp komutana imza ettirdiği 19 Nisan tarihli beyannamede aynen şöyle diyordu:
1-Millet, kendisini senelerden beri zulümle idare eden müstebit idareyi parçaladı ve meşru Meşrutiyeti kurdu. Bu kansız ve mutlu devrimden zarar görmüş olan menfaat düşkünü eski idareciler, eski hale dönebilmek için bin türlü hile, desise ve alçaklığa başvurarak Meşrutiyet Hükümetimize yaralar açmak istedi, İstanbul faciasına sebep olarak kan döktü.
2-Miilt, yaşamın ve geleceğinin tek garantisi olan Meşrutiyetin parçalanarak Şer’i Kanunlara, toplumun kurtuluşu ve saadetinin temeli olan Anayasa’mızın ayaklar altına alınmak istendiğini gördü. Bu alçakça durumun yaratılmasına sebep olanlara hak ettikleri cezayı vermek için İstanbul üzerine yürümeye karar verdi. İlk yapıcı kuvvet olmak üzere işte bizi İstanbul surları karşısında gördüğünüz bu Hareket Ordusu gönderdi.
3-Hareket Ordusu’nun maksat ve görevi, meşru Meşrutiyet Hükümetimizi hiçbir kuvvetin sarsamayacağı surette kuvvetlendirmek ve sırf şeriat kuvvetleriyle perçinlenen Anayasa’nın üstünde hiçbir kanun, hiçbir kuvvet olmadığını ve olamayacağını ispat eylemek ve meşru Meşrutiyetimizin devamından memnun olmayan vatan ve millet hainlerine kesin surette bir ibret dersi vermektir.
4-Zulüm görmüş ahali ve tarafsız askerler tamamıyle himaye edilecektir. Ancak tahrikçiler ve fesatçılar mutlaka layık oldukları kanuni koğuşturmadan kurtulmayacaklardır.
5-Faziletli ilmi heyet başımızın tacıdır. Fakat şahsi çıkarları ve adi menfaatleri için yalandan ilim yoluna sapan birtakım hafiyeler ve çıkarcılar elbette kanunun pençesinden kurtulamayacaklardır.
6-Muhterem Millet Mebuslarının güvenine sahip Vekiller Heyeti’nin hayatları ve Kanun-i Esasi (Anayasa)’nın kendilerine sağladığı hukuk ve yetkileri tamamıyla sağlanacak ve sükûn ve umumi sürur temin edilecektir.
7-Vatanın Milli selâmet ve saadetinin gerektirdiği bu askeri icraat esnasında yardım, dâhili inzibat ve sükûneti ve cümle ahalinin can ve emniyeti için her türlü tedbir alınmış bulunmaktadır.
8-Muhterem elçiler ve tüm yabancı misafirlerin huzurlarının bozulmalarına meydan verilmeyecektir.
9-İstanbul’un feci olayında kanları dökülen şehitlerin ruhları karşısında, hesap vermeye, korku ve dehşete kapılmaya mahkûm olanlar ancak bu kanlı facianın failleri ve teşvikçileridir. Bu hakikati herkes bilmeli, ateş ve heyecana kapılmayıp müsterih olmalıdır.
31 Mart olayı, bazı kişilere göre, İtalyan ve İngilizler ’in, bazı kişilere göre de İttihat Terakki’nin gölgesinde Almanların müdahalesi olduğu söylenmektedir. Bu konu tartışmalıdır. Ancak bu tartışmanın yanıtını makalemin sonlarına doğru Atatürk’ün 19 Nisan 1919’da Tümen Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa’ya imzalattırdığı telgrafların içerisinde bulacağımızı belirtmiştim:
-…”33 yıllık uzun ve meşum bir istibdat devrinden sonra bütün Osmanlı milletinin galeyana gelen hamiyetiyle kurtarılmış bulunan meşru meşrutiyetimizi yine istibdadın cellat ellerine bırakmak gibi melun bir maksat güden ve bin türlü hile ve fesatlara başvurupnihayet görünürde güya şeriat istiyormuş gibi, hakikatte ise dinimize tamamen aykırı olarak kanlı bir ihtilal çıkarılmasına sebep olmuş bulunan melun ve vicdansız istibdat taraftarları ile birtakım alçak çıkarcıların iblisçe telkinlerine kapılışı ve payitahtın Millet Meclisi mebuslarının al kanlara boyanmasına ve milletin temiz alnına silinmesi zor bir siyah leke sürülmesine sebep olmuş bulunan Hassa Ordusu efradıyla Bahriye ve Tophane efradının vaki hareketi 600 senelik lekesiz bir namus ve itaat taşımakta olan mukaddes Osmanlı Ordusu’nu pek büyük bir utanca düçar etmiş ve bu lekenin harikulade bir hızla temizlenmesi için Ayastefanos (Yeşilköy) ve Küçükçekmece’ye gelmiş olan İkinci ve Üçüncü Ordulardan ayrılan bir muntazam Osmanlı kuvvetine dayanarak Allah’ın yardımıyla Kanun-i Esasi’nin bundan sonra her türlü tecavüz ve helalden korunması payitahta asayiş ve emniyetin iadesi için gerekli müessir tedbirler alınması ve Mart’ın 31. günü Osmanlı Milleti’nin en meşum uğursuz günü haline getirmeye sebep olan hafiyelerle alçak tabiatlı çıkarcıların layık oldukları cezanın tayini maksadıyla girişecekleri her türlü icraatta serbestliği muhafaza edebilmek ve bu sayede Osmanlı Ordusu’nun namusunu koruyabilmek için İstanbul’da bulunan Kara ve Deniz silah arkadaşlarından aşağıdaki hususları talep eder:
Evvela:
Mart’ın 31. gününden evvel İstanbul’daki Kara ve Deniz Kıtaları ve gemilere memur olan bütün yüksek rütbeli subayların tekrar Kıtalarına iade olmalarına katiyen engel olunmayarak bunların bütün emirlerine körü körüne itaat göstereceklerine ve siyasi işlere bundan sonra hiçbir suretle müdahale etmeyerek yalnız mukaddes askeri vazifeleriyle meşgul olacaklarına dair Şeyhülislam ve Fetva Emini ve Ders Vekili Efendiler Hazretleriyle kendi kumandanları huzurunda ve Kur’an üzerine ellerini basmış oldukları halde bir gün içinde umumen İstanbul’da bulunan efrat ve küçük zabitler yemin edeceklerdir.
İkinci olarak:
“Şeriat isteyiniz” diye kandırarak vatanı tehlikeye düşürmüş olan alçakların cezalandırılması için Ordumuzca alınacak tedbir ve inzibat tedbirlerine katiyen müdahale etmeyerek ve Ordumuz etrafında hatta yangözle bile bakmayarak onları kendi kardeşleri gibi bilecekler ve kendilerini kandırmış olan hafiyelerle alçakları kendi Zabitlerine ihbar eyleeceklerdir.
Bu iki talebimiz İstanbul’da bulunan Kara ve Deniz tüm silah arkadaşlarımız tarafından iyi suretle kabul olunarak tam bir itaat ve ciddiyet gösterdikleri takdirde icraatımız sırasında kendilerine katiyen ilişilmeyeceği hususlarının efrada anlayacakları dilde ihtar olunması ve itaat derecelerinin acele tarafıma bildirilmesi rica olunur.”
Atatürk, böylece bu inkılapların yalnız İttihat ve Terakki ve bunun içindeki subaylarla değil, bütün aydın Türk subayları tarafından gerçekleştirildiğini, Osmanlı Ordusu’nun 600 yıllık lekesiz ve namus kaygusu ve itaati içinde bu işleri başardığını belirtmişti.
Mahmut Şevket Paşa, Hareket Ordusu Komutanlığını 22 Nisan 1909’da üzerine almış, 25 Nisan’da yayımladığı bir bildiride;bir takım aksi propagandalarla karşılaşma ve manevi direniş meyi kırmak düşüncesiyle Hareket Ordusu’nun İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bir ilgisi olmadığını açıklayarak Atatürk’ün düşüncesinde olduğunu belirtmişti.
Âyan ve Mebusan Meclislerinin 27 Nisan 1909 günü tertiplenen müşterek toplantısında alınan karar gereğince fetva ile II. Abdülhamit tahtan indirilerek yerine V. Mehmet (Reşat) padişah yapılmış, 30 Nisan günü (31 Mart) isyanının bastırılarak asayişin sağlanması ile askeri harekâtın son bulması ve harekâta katılan birliklerin garnizonlarına ve kışlalarına dönmeye başlamışlardı.
Atatürk, 15 Mayıs 1909 günü rahatsızlığı sebebiyle İstanbul’da Gülhane Hastanesi’ne yatmış, üç günlük bir tedavi gördükten sonra, 18 Mayıs günü hastaneden çıkmış, 20 Mayıs 1909 günü İstanbul’dan Selanik’e hareket etmiş; 22 Mayıs günü Selanik’e dönmüştür.
4 ay sonra…
Selanik’te İttihat ve Terakki Cemiyeti 2. Büyük Kongresi toplanmıştır.
Atatürk, üyesi olduğu Cemiyetin 22 Eylül 1909 günü Selanik’te yapılan 2. Büyük Kongresi’ne Trablusgarp delegesi olarak katılmış ve bu kongrede bir konuşma yaparak ordunun siyasetten çekilmesi gereğini şu sözleriyle savunmuştur:
-…”Ordumuzun içinde bulunan Cemiyet arkadaşlarımız, politikada devam etmek istiyorlarsa, ordudan çıkmalı ve Cemiyetimizin halk içindeki teşkilâtı arasına girmelidirler. Bu suretle gün bile kaybına meydan vermeyerek, ordumuz politikadan uzaklaşmalıdır. Ve ordu içinde kalacak dostlarımız da, artık politika ile meşgul olmamalı ve bütün gayretlerini ordumuzun kuvvetlenmesine çevirmelidirler. Cemiyetimizin de bir an önce, teşkilatımızı, halkın içinde genişletilerek, milletimize dayanan siyasi bir parti haline gelmelidir.”Kongre genellikle bu fikri benimsemiş ve 17 Maddelik bir iç tüzük kabul edilerek, Genel Merkez’in görevleri ve milletvekilleriyle ilişki biçimleri belirlenmiştir.
1910’da yapılan Kongre’de Genel Merkez Yöneticiliğine Hacı Adil Bey, Doktor Nazım, Eyüp Sabri, Ömer Naci, Ziya, Hayri ve Mithat Şükrü Beyler seçilip Genel Sekreterliği ’de Hacı Adil Bey üstlenmiştir.
Cemiyet’in 1912’de partiye dönüşmesine dek, Genel Merkez Üyeliği gizli tutulmuştur. Bu dönemde İttihat ve Terakki yönetiminden hoşnut olmayanlar değişik siyasi partiler ve örgütler içerisinde yer almışlardır. Bir yandan ”Hürriyet ve İtilaf Partisi”nin ve onunla uyumlu ”Halâskar Zabitan Grubu”nun etkinlikleri ve dış olaylar, 1912 ortalarında İttihat ve Terakki’nin denetimindeki Sait Paşa Hükümeti’nin görevden çekilerek ”Büyük Kabine” adıyla Ahmed Muhtar Paşa Hükümeti’nin kurulmasına yol açmış ve aynı yıl toplanan Kongre’de Cemiyet, parti haline dönüşmüştür.
Balkan Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yenilgiye uğraması üzerine Kâmil Paşa Sadrazamlığa getirilmiş, ancak 23 Ocak 1913’te Babıali Baskınıyla Kamil Paşa Hükümeti, İttihat ve Terakkiciler tarafından devrilmiş ve kendi denetiminde Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra İttihat ve Terakki karşıtlarının bir bölümü idam edilirken, bir bölümü de sürgüne gönderilmiştir. Bu dönemde yeni hükümet doğrudan Said Halim Paşa tarafından kurularak, Hariciye Nazırlığını Talât Paşa üstlenmiştir. 1916’da yapılan Kongre’de Genel Başkanlığa Said Halim Paşa, Genel Sekreterliğe Mithat Şükrü Bey seçilmiştir.
8 Ekim 1918’de Talât Paşa Hükümeti’nin istifasıyla son bulan İttihat ve Terakki iktidarı, bütün bu dönem boyunca ülkenin siyaseti, bu arada I. Dünya Savaşı katılma gibi önemli kararlarda da belirleyici olmuştur. Fırkanın 19 Ekim 1918’de toplanan son kongresinde İsmail Canbulad başkanlığa seçildiyse de partinin etkinliği sona ermiş ve eski İttihatçılar; ”TeceddüdPartisi”ni kurmuşlardır.
İttihat ve Terakki’nin önde gelen yöneticilerinden Talât Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Dr. Nâzım Bey ve Dr. Bahaeddin Şakir Bey, Kasım 1918’de bir Alman torpidosuyla Almanya’ya geçtiler ve daha sonra ya değişik suikastlarda yaşamlarını yitirecekler ya da ölünceye dek siyasi etkinliklerini yurt dışında sürdüreceklerdi.
1913 – 1918 arasında arka planda kalan bazı İttihatçılar ise Kurtuluş Savaşı’nın öncü kadrosu arasında yer aldılarsa da savaşın kazanılmasından sonra, özellikle 1926 İzmir Suikastını izleyen günlerde İttihatçıların hemen hemen tümü tasfiye edilmiştir.
Önemli tarihçilerimizden İlter Ortaylı, İsmail Küçükkaya ile yaptığı soru ve cevaplı kitapta:
(—)”İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1918’in sonunda kaybedilen savaşın ardından kendisini feshetse ve önderleri yurtdışına iltica etse de Türk siyasi hayatından çekilmiş değildir. İttihatçılık bir ‘şiar’ yani misyondur ve ‘ittihatçı’ demek hayatları pahasına dayanışma içinde olan yoldaşlar topluluğu demektir. Yolları ayrılmış olsa dahi, yoldaşların sorumlulukları bir ölçüde devam ederdi. 1926’da idam edilen Maliye Nazırımız Mehmet Cavit Bey’in oğlu, hepimizin tanıdığı Şiar Yalçın’ı, Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey büyütmüştür. Aynı zat, evvelce beraber oldukları fakat sonra yolları ayrılıp muhalif cepheye geçen ve İznik’teki feci hadisede linç edilen Dahiliye Nazırı Ali Kemal Bey’in kendisine sığınan eşini ve oğlunu himaye etmiş ve yurt dışına göndermiştir. Bu çocuk ünlü büyükelçimiz Zeki Kuneralp’tir.
İttihatçılar nerede olurlarsa olsun birbirleriyle ilişkileri olan, belirli zamanlarda ortak hareket edebilen bir zümreydi. İstanbul’daki Fransız İşgal Komutanı Franchetd’Esperey ‘her şeye rağmen bütün dinamizmin miskin ve çürük ihtiyar Türklerde değil, bu genç Türklerde olduğunu haklı olarak belirtmiştir. Cumhurbaşkanımız Celal Bayar, Demokrat Parti’nin baş kurucusudur ama “Benim Partim” diye söz ettiği Demokrat Parti değil, İttihat ve Terakki idi ve o, Yassıada’da yargılanırken dahi ittihatçıydı.
Hiç kuşkusuz önde gelen İttihatçılar dışarıdaki Enver Paşa’nın yanında olsalar da geniş üye zümresi her yerde Ankara’daki hükümetin etrafında toplandı. Partinin asıl inatçı unsurları Enver ve Talat Paşa’nın adamlarıydı. Ankara’ya Enver’i getirmek için her türlü siyasi manevrayı denediler ama eski İttihatçılar, Milli Mücadele’ye katıldı. (Bakınız: Cumhuriyetin İlk Yüz Yılı, Timaş Yayınları, Ekim 2012, Sf: 42)
***Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.