-…”Lütfen selamlarımı babana, Ali’ye ve Zeuve Birahanesi’ndeki eski dostlara ilet.
Tüm kalbim ve sevgimle,
Mustafa Kemal – 20.11.1911 – İskenderiye.”
Korgeneral Ali Fuat CEBESOY anlatır:
—“Derslerimize muntazam çalışmakla beraber, kendimizi güzelim İstanbul’un eğlenceli muhitlerinden de mahrum bırakmıyorduk. Tatil günlerinde ve bazen da kaçamak olarak bunlara karışıyorduk. Kâh Mustafa Kemal ile baş başa, kâh Arif Adana, Müfit Kırşehir ve Tevfik Selanik’le beraber Beyoğlu’ndaki eğlence yerlerini dolaşır, hatta bir ara da içer ve müzik dinlerdik. Bazen de Adalara gittiğimiz olurdu. Bir Perşembe günü son vapuru kaçırdığımız için Büyükada’da çamlar altında sabahladığımızı çok iyi hatırlarım.
Yaz mevsiminde Beyoğlu’nda çoğunlukla “Zeuve Birahanesi” ne gider, burada nefis Alman birası içerdik. Birahanenin sahibi emekli bir Alman astsubayı idi. Kendisi kasada oturur, ailesi müşterilere hizmet eder, içki ve meze getirirdi. Burada Avrupa’da çıkan gazeteleri de bulmak mümkündü. Mahzen gibi bir yerdi ama yaz günleri serin olurdu. Sonra çok temizdi. Müşterileri de seçilmiş kimselerdi. Sık sık yabancılarda buraya uğrarlardı. Ya sahibinin Alman tebaası olması veyahut sapa bir mevkide bulunması yüzünden “Zeuve Birahanesi” ne hafiyeler gelmezdi.
Mustafa Kemal, özel sohbetlerinde bu birahaneden çok bahsetmiş, hatta zaman zaman eski günleri anarak, hasretini duyduğu da olmuştur.
Cumhuriyet devrinde bana kaç defa:
-…”Fuat Paşa, yahu şuraya gidip bir bakalım, acaba ne haldedir?” diye sormuş, şimdi ne halde olduğunu bilmediğimi, bilmek de istemediğimi, kapandığını veya eski şeklini değiştirerek alelade bir dükkân haline gelmiş ise ikimizin de üzüleceğini cevabını vermiştim.
-…”Doğru, çok doğru,” demişti. Bırakalım, gençlik hatıralarımız zedelenmeden kalsın.”
Ama öyle olmadı.
Ölümünden dört yıl kadar önce idi. Bir akşam saat 19.00’da saraydan telefonla Gazi’nin beni akşam yemeğine davet ettiğini haber verdiler. Gönderilen motöre binerek Kuzguncuk’tan Dolmabahçe’ye geldim. Beni karşılayan nöbetçi yaver:
—“Gazi Paşa Hazretleri bu akşam Tokatlıyan’da yemek yiyecekler, sizi de davet ettiler araba hazırdır, buyurun.” Dedi.
Tokatlıyan’a geldiğim zaman salonun arka tarafında sofra kurulmuş bulunuyordu. Sofrada Profösör Afet Hanım’la Gazi’nin manevi evlatlarından Sabiha GÖKÇEN Hanım’da vardı.
Gazi dedi ki:
-…”Eski günleri hatırlayalım” diye buraya geldik.
Solunda Sabiha Hanım vardı. O’nu başka yere oturttu ve beni soluna aldı. Bir iki kadeh içki aldıktan ve şundan bundan bana bahsettikten sonra bana doğru eğildi:
-…”Fuat Paşa, hani hep söylerim, biz Erkânı Harbiye sınıflarında iken birlikte bir Alman birahanesine giderdik. Buranın Tokatlayan’dan pek uzak olmadığını sanıyorum. Sen yerini daha iyi biliyorsun, bu akşam en müsait bir fırsattır, artık ısrar etme, yine beraber gidelim. Belki Afet Hanım’la Sabiha’yı da alırız.”
Sonra sesini daha yavaşlattı:
-…”Yalnız sofradakilerin haberi olmasın, sonra mani olmaya kalkarlar.”
—“Ben yerini biliyorum, fakat birahane çoktan kapanmıştır.”
-…”Olsun bir kere görelim.”
Muvafakat cevabı verdim. Memnun oldu.
-…”Ben şöyle bir plan düşünüyorum, önce siz sofradan kalkın, tuvalete doğru gidip dışarıda biraz vakit geçirin, sonra salonun arka tarafından otelin kapısına çıkarsınız, köşe başında beklersiniz. Ben hanımlardan biriyle gelirim, birbirimizi görür görmez birleşir, gideriz,” dedi.
Hanımların, kimseye sezdirmeden masadan nasıl kalkabileceklerini sordum, onu da planlamıştı. Otelin vestiyerinde kartpostal satılıyordu. Afet ve Sabiha Hanım’lar birkaç resmini almak istediklerini söyleyerek masadan kalkacaklardı.
Plan, iyi tatbik edilmişti. Ben otelin Balık Pazarı’na giren köşesinde bekledim. Üç beş dakika kadar sonra bir de baktım, Gazi Paşa şapkasını giymiş, hatırımda yanlış kalmadı ise, yanına Sabiha GÖKÇEN ‘i de almış bana doğru geliyordu. Buluştuk. Postahane binasını geçtik. Bugünkü İş Bankası’na gelmeden sol tarafta eski Fransız Sefareti ’ne inen yokuşun baş taraflarındaki vaktiyle devam etmiş olduğumuz “Zeure Birahanesi”nin yerini bulduk. Fakat tahmin ettiğim gibi yıllarca önce kapanmış ve şeklini de değiştirmişti. Gazi bir çocuk gibi üzüldü.
-…”Hakkın varmış Fuat Paşa, dedi. Keşke gelmeseydik.”
Ben de müteessir oldum. Hayalimizde yaşattığımız gençlik hatıralarından biri daha yıkılmıştı. Döndük tekrar caddeye çıktık. Bir de ne görelim, otelin önü allak bullak olmuş, bir telaştır gidiyor…
Salih BOZOK:
—“Aman Paşam, neden bize haber vermediniz? Deliye döndük,” dedi.
Mustafa Kemal şu cevabı verdi:
-…”Sizlerin benimle ne kadar ilgilendiğinizi denemek istemiştim. Eski mektup arkadaşlarımla beraber vaktiyle çok uğramış olduğumuz bir birahaneye gittik ve orada serin birer bira içtik.”
ATATÜRK, General Ali Fuat CEBESOY ‘a:
-…”Doğru, çok doğru,” demiş, “Bırakalım, gençlik hatıralarımız zedelenmeden kalsın,” buyurmuşlar ise de öyle olmamış;
28 Ağustos 2005 tarihli Radikal Gazetesi’nin kültür ve sanat sayfasında “ATATÜRK ‘ün Sevgilisi Safiye” başlıklı bir yazı yayımlanmıştır. Mahmut Hamsici imzalı haberde söyleşi formatındaki bu yazının alt başlığında “Cumhuriyet devrimlerini etkilemiş, ATATÜRK ‘ün Sevgilisi, Marksist Yahudi Safiye BEHAR ‘la ilgili gerçekler gün ışığına çıkıyor. Avusturyalı tarihçi Michael BLUM, BEHAR hakkında bir sergi açmaya hazırlanıyor” ifadeleri yer almakta, yine aynı şekilde söyleşinin girişinde sanki gerçekten böyle bir “tarihçi” ve “Safiye BEHAR” adlı bir kişi varmış gibi “İlk kez”, “çok tartışılacak” türünden ifadelerin yanı sıra;
“ATATÜRK ‘le uzun süreli bir aşk ilişkisi yaşayan Safiye BEHAR ‘ın varlığından, Türkiye ilk kez Eylül’de adına kurulacak bir küçük müzeyle haberdar olacak. BEHAR ‘ı tarihin içinden çıkarıp bize gösteren ve tarihi yeniden okumamıza neden olacak Avusturyalı tarihçi Michael BLUM, ismi bundan sonra çok tartışılacak Safiye BEHAR ‘ı bize anlattı” denilmekteydi.
Aldatmaca, söyleşi boyunca çok inandırıcı bir biçimde sürdürülmekte; kişi ve yer adları, mektup tarihleri verilmekte somut olaylar anlatılmakta ve bunlara ilişkin sorular sorulmaktaydı.
Yazının en sonunda çok kolaylıkla gözden kaçabilecek italik harflerle, “Bu bir bienal söyleşisi” başlıklı iki cümlelik küçük notta, “Safiye BEHAR ‘ın” gerçekte var olmayan kurgu bir karakter olduğu, Michael BLUM ’un bu çalışmasıyla “tarihe atfedilen mutlak doğruları” sorgulamayı ve sorgulatmayı amaçladığı söylenmekteydi.
28 Ağustos 2005 tarihli Radikal Gazetesi’nin kültür ve sanat sayfasında Mahmut Hamsici imzalı yayımlanan haberin üzerinden 6 yıl geçmiş, Yazar Kahraman YUSUFOĞLU, 2011’de yayımlanan eseri; “Çağdaş Cumhuriyet Kadını, ATATÜRK ‘TEN HATIRALAR – 4, sayfa: 70 – 71 ‘de:
“ATATÜRK ‘ÜN YAHUDİ SEVGİLSİNE YAZDIĞI MEKTUP!” başlığını atmış, ATATÜRK ‘ün, Safiye BEHAR isimli bir gizli aşkı olduğunu söylendiğini ve Avusturyalı tarihçi Michael BLUM, Safiye BEHAR ‘ın Yahudi olduğunu ve ATATÜRK ile olan ilişkisini eserinde şöyle anlattığını ileri sürmüştü:
—“Yahudi bir birahane işletmesinin sahibi olan “Safiye BEHAR”, genç yaşında farklı bir çizgi belirleyerek Marksist ve feminist bir yaşam sürdürdü. ATATÜRK ‘ü babasının sahibi olduğu barda tanıdı. Çevresindekilerin engellemelerine rağmen otuz yıl sürecek tutkulu bir ilişki yaşadılar. Bu süre içerisinde “Mustafa Kemal – Latife Hanım” ile “Safiye BEHAR – Günay TÜTÜNCİ” isimli biriyle evliydi. İkisi de aralarında yaşanan ilişkinin sır olarak kalmasını tercih ettiğini ileri süren Avusturyalı tarihçi Michael BLUM ‘un, ATATÜRK ‘ün, Safiye Hanım’a yazdığı 1911, 1923 ve 1932 tarihli üç mektup bu ilişkinin kanıtı olmaya yeter” dediğini alıntılayarak, sözde ATATÜRK ‘ün Safiye Hanım’a yazdığı üç mektubundan birine de yer verir:
“ATATÜRK ‘ÜN YAHUDİ SEVGİLSİNE YAZDIĞI MEKTUP!”
-…“Benim tatlı Safiyem!
Sana, birkaç gün önce küçük bir yaralanma nedeniyle İskenderiye’deki hastaneden yazıyorum. Ama endişelenme, iyiyim. Nuri ve Fuat şu anda yanımdalar ve onların refakati beni çok memnun ediyor. Geçen defa bahsettiğim Alman filozofun adı neydi? Keşke kitaplar yanımda olsaydı. Şu anda okumak için bolca vaktim var. Öyle çok sıkılıyorum ki. Sana muhteşem bir doğum günü dilerim. Seni çok fazla düşünüyorum. Lütfen selamlarımı babana, Ali’ye ve Zeuve Birahanesi’ndeki eski dostlara ilet.
Tüm kalbim ve sevgimle,
Mustafa Kemal – 20.11.1911 – İskenderiye.”
29 Eylül 1911’de Trablusgarp’ta Osmanlı Devletine harp ilan eden İtalyanlar 28 – 29 Eylül 1911 tarihinden itibaren Trablusgarp’a çıkarma yapmaya ve tüm kıyı şehirlerini bombalamaya başlamışlar; 3 ve 4 Ekim 1911’de Tobruk’a, 5 Ekim’de Trablus’a, 16 Ekim’de Derne’ye ve Homs’a, 19 Ekim 1911 günü de Bingazi’ye çıkarma yaparak işgal etmişlerdi.
27 Ağustos 1911’de Harbiye Nezareti tarafından “geçici olarak” Trablusgarp Tümeni Kurmay Başkanlığına atanan ATATÜRK, 13 Eylül 1911 günü Harbiye Nezareti tarafından İstanbul’a çağrılmış, 24 Eylül ve 5 Ekim 1911’de ise İstanbul’dan Selanik’te bulunan Salih (BOZOK) Bey’e birer mektup göndermiştir;
-…”Genelkurmay I. Şube’ye memur edildim. Orduyu, memleketi kurtarmak için çok fedakârane çalışmak lazım. Başka çare yok! …İstanbul muhiti pek pis, herkes kişisel çıkarından başka bir şet düşünmüyor! (24 Eylül 1911)”
-…”Birinci Şube’ye devam ediyorum. Mümkünse annemi teselli et! (5 Ekim 1911)”
ATATÜRK ‘ün 15 Ekim 1911 günü İstanbul’dan hareket ettiğini, İskenderiye’ye giderken vapurda Fuat (BULCA) ‘ya 17 Ekim 1911 tarihinde bir mektup yazmış, mektubunda;
-…”Lüzum ve fayda görürsem seni ve daha bazı arkadaşları da isteyeceğim. ….Vatanı kurtarmak için şimdiye kadar olduğundan ziyade gayret ve fedakarlık zorunludur,” demişti.
21 Ekim 1911 günü İstanbul’dan İskenderiye’ye gelen ATATÜRK, 23 Ekim 1911 günü Trablusgarp’a hareket etmiş, yolda hastalanmaları üzerine tekrar İskenderiye’ye dönerek 15 gün kadar hastane ’de tedavi gördükten sonra 29 Kasım 1911 günü yeniden Trablusgarp’a hareket etmişti.
Tüm bu bilgilerin ışığında, Yazar Kahraman YUSUFOĞLU, ATATÜRK ‘ün 20 Kasım 1911 tarihinde İskenderiye’deki hastaneden “ATATÜRK ‘ÜN YAHUDİ SEVGİLSİNE YAZDIĞI MEKTUP!” un varlığından şüphe etmemiş, okuyucuyu hiç uyarmadan yayımlamıştır.
Oysa 28 Ağustos 2005 tarihli Radikal Gazetesi’nin kültür ve sanat sayfasında Mahmut Hamsici imzalı yayımlanan haberin üzerinden 11 gün geçmiş, ATATÜRK ‘ün Bütün Eserleri Yayın Yönetmeni, Şule PERİNÇEK, Cumhuriyet Gazetesi, 8 Eylül 2005, sayfa: 2’de;
“Bir Aldatmaca!” manşeti ile bu konuyu gündeme getirerek;
…Yazı boyunca bir “sergi”, “müze” açılacağı söylenmekte (“Bu bir bienal söyleşisi”) bienalden ise bir tek dipnotta söz edilmektedir. Oysa en azından sanat olaylarını yakından izleyen az sanat olaylarını yakından izleyen az sayıda okuyucu “bienal” sözcüğünü gördüğünde, bu sanatçının “küresel sanat” aldatmacası içinde, “kavramsal” düzeyde ortaya koyduğu bu iş hakkında bir fikir sahibi olacaktır. Bunun bir kurgu olduğunun ipucunu elde etme şansına sahip olacaktır.
Çünkü iki yılda bir dünyanın çeşitli kentlerinde düzenlenen bu serginin post modern işlerinin teması budur. “Yeni sanatta” estetik sanattaki güzel, ne doğayı en iyi yansıtan, ne doğanın sanatçı öznesi katılarak algılanmış hali, ne insanlığın gelişimine ne kadar katkı sağladığı gibi sorunlarla ilgileniyor. Bu bakışın estetiği “nesnenin dizgesinin değiştirilmesinden” ibaret. Diyelim, bir sandalyeyi parçalarına ayırıp sırtlığını “oturak”, ayağını “koltuk” yapmak bile bir sanat yapmak bile bir sanat yapıtı ortaya çıkarmak artık! Basit açıklamasıyla kapitalizmin çürüme aşamasına geldiği, yaratıcılığın ve yaşamın kuruduğu noktada bütün toplumsal birikimi reddederek hiçlik ve yokluk üzerine kurulu bir “sanat” anlayışı. Michael BLUM, bu örnekte olduğu gibi kendi sanat anlayışına göre şu iletiyi vermeyi öngörüyor:
—“Ben burada gerçekmiş gibi bir aldatmaca yapıyorum, ama size her sunulan gerçek, gerçek değildir. Reddedin.”
Ancak “gerçek haberleri, haber yaptığı” varsayılan günlük bir basın organının bir sergi haberini okuyucuyu hiç uyarmadan, üstelik oyuna kendisi de katılarak vermesi basın ahlakına aykırıdır. Hayal ürünü olan öyküler ve masallar bile çocukları uyarmak üzere “Masal bu ya…” diye başlar. Bir yerinde bir işaret verir, bunun gerçeküstü olduğu konusunda.
Bu bir sanat eseri değil, haberdir. Okuyucunun böyle algılayacağı açıktır. Gerçekten de birçok kişi ATATÜRK ‘ün Bütün Eserleri ’ni arayarak bu “belgelerden” haberimiz olup olmadığını sormuştur. O sayfalar bizim oyuncağımız, kişisel fantezilerimizi yansıtacağımız alanlar değildir.
Kaldı ki, bunu yalnızca basit bir gazetecilik hatası ya da ilginç bir buluş olarak değerlendirmek mümkün mü?
Seçilen konu “ATATÜRK ve Gizli Sevgilisi”, üstelik hem “Radikal Marksist hem de Yahudi”, “Tarihi yeniden okumamıza neden” olunca böyle düşünmek olanaksız. Mazlumlar dünyasının ayağa kalkışını ateşleyen, Türk halkının milli devrimine önderlik eden Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün seçilmesi bir rastlantı değildir. Türk halkını tarihinden koparmadan boyun eğdirmenin mümkün olmadığı çeşitli merkezler ve temsilcileri tarafından uzun süredir dile getirilmektedir.
Haklıdırlar.
Eğer ATATÜRK ‘ün 1903’ten ölümüne kadar söylediği ve yazdığı bütün metinlerin bir araya getirildiği “ATATÜRK ‘ün Bütün Eserleri”nin sayfalarını karıştırırsanız her satırında bu başı dik ve bağımsız yaşama kültürünün nasıl ilmek ilmek işlendiğini göreceksiniz. Ayrıca, bu süreci geriye doğru götürürseniz köklerin çok derinlerde olduğu da saptanacaktır.
Son dönemde Atatürk, “karısının üst katta, tepesinde tepindiği” ikinci sınıf bir ikinci sayfa kişiliğine dönüştürülmek istenmektedir. Buda bir rastlantı değildir. Atatürk ‘e ve Türk halkına saygısızlık yapılmıştır.” Demiştir.
İki ay sonra…
Zehra İPŞİROĞLU, “Kalıpların Sorgulanması” Cumhuriyet, 2 Kasım 2005 Çarşamba, sayfa: 14’te
İstanbul Bienali’nde ATATÜRK ‘ün bilinmeyen / kurmaca bir ilişkisi sergilenmiş, resmi tarihin bizden bunca yıldır gizlediği bir kesit sergileniyor. ATATÜRK ‘ün Marksist, Feminist ve Yahudi Safiye BEHAR ile otuz yıl süren gizli ilişkisi. Belgelere göre BEHAR, ATATÜRK ‘ün üzerinde derin izler bırakmış, özellikle de O ‘nun kadınlara bakışını etkilemiş, aydın ve kültürlü biri. Yirmili yıllarda Chiacago’ya gittikten sonra da ATATÜRK ‘le bağlantısını koparmamış.
Safiye BEHAR ‘ın İstanbul’daki Deniz Apartmanı’ndaki evininin canlandırıldığı sergide, gençlik fotoğraflarından Mustafa Kemal’in kendisine yazdığı mektuplara, İngilizceye çevirdiği Nazım Hükmet ‘in “İnsan Manzaraları”ndan torunu ile yapılan kapsamlı röportaja değin zengin bir malzeme sunuluyor.
ATATÜRK ‘ün ilk kez sergilenen bu mektuplarını okurken şaşkınlık ve heyecan içindeyim. Bizim gibi feodal bir tolumda bir kadın ve erkek arasında (bu erkek ATATÜRK bile olsa) bu kadar uzun yıllara dayanan, bu kadar sevgi ve güven dolu, verimli ve üretici bir dostluk olabilir mi? Ve en önemlisi, bu ilişki nasıl bunca yıl gizlenebilmiş? Mustafa Kemal 1911’de yaralı alarak yattığı İskenderiye Hastanesi’nden yazdığı mektupta, Safiye’ye okumak istediği bir Alman felsefecinin adını soruyor. Mektubu özlem ve sevgi dolu.
1923’te yazdığı mektupta, annesinin ölümünün onu ne kadar sarstığını ve teselliyi içkide bulduğunu söylüyor. Karamsarlıkla dolu olan aynı mektupta Latife ile evleneceğini haber veriyor. Bu nasıl bir evlilik olacak? Korku ve kaygı dolu sözleri; (“Umarım bu evlilik felakete dönüşmez, çünkü kendisi yapmacık saflığı ve patronluk taslayışıyla daha şimdiden sinirime dokunuyor”), bizim toplumumuzda bugün bile geçerli olan yerleşik kadın imgesine nasıl kuşkuyla baktığını dile getiriyor.
Fransızca olarak yazdığı son mektubunda ise Safiye’ye takılarak; (“Aşırı milliyetçilik duygusu ile beni baştan çıkarmaya mı çalışıyorsun?” diye onun mektubu neden Türkçe yazdığını soruyor. (“Ne olursa olsun, ben her zamanki lisanımıza, Fransızcaya sadık kalacağım. SenRousseau ve Tocgueville ‘in bu güzel lisanı ile yazışabildiğim çok az sayıda insandan birisin.”) Ancak bu mektupta Safiye’nin Nâzım’ı bağışlama ricasını geri çeviriyor.
Gerek bu üç mektuptaki, gerek Safiye’nin torunu ile yapılan röportajdaki ipuçlarıyla tarihin gizli sayfasından çıkan Mustafa Kemal öylesine canlı, öylesine yakın ki, neredeyse yanı başımda soluk alıp verişini duyabiliyorum. Gözümün önünde canlanan, kadın – erkek eşitliğini sadece savunan değil sonuna değin yaşanan bir erkek, bir sevgili, bir dost, bir insan. Milliyetçilikle dalga geçebilecek kadar şakacı, Fransızcayı kendi dili gibi benimseyebilecek kadar şakacı, Fransızcayı kendi dili gibi benim söyleyebilecek kadar başka kültürlere ve dünyalara açık, inanılamayacak derecede modern bir insan. Sanki geçmişin değil de yaşadığımız dönemin, yani bugünün, 21. yüzyılın insanı. ATATÜRK bir efsane, bir mitos değil; bir insan, gerçek bir insan.
Böylesine insancıl ve feodal olmayan bir ATATÜRK imgesinin oluşması ne kadar heyecan verici. Bu keşfin yeni tarihsel araştırmalara yol açması umudu. Mustafa Kemal klişesinin ve mitinin artık yıkılması umudu. Onunla ilgili şimdiye değin bizden gizlenen belgelerin ortaya çıkması umudu. Geçmişle, bugünün açısından yeniden hesaplaşma, geçmişte bugünü, bugünde geçmişi bulgulama isteği…
Sergiyi gezdiğim akşam “Safiye BEHAR” diye birinin olmadığını, ATATÜRK ‘le ilgili bu serginin bir kurgu olduğunu öğrendiğimde, ilk anda bunun ATATÜRK ‘ü kendi ideolojileri doğrultusunda kalıplaştıran milliyetçilerin çıkardıkları bir söylenti olduğunu düşündüm. Şimdi, şaşkınlık, kuşku ve düş kırıklığını ardımda bıraktıktan sonra şöyle düşünüyorum:
“Tarihle bundan daha güzel bir hesaplaşma olabilir mi?”
Bu serginin yaratıcısı Avusturyalı sanatçı Michael BLUM, gerçeğe çok yakın olan kurmaca bir dünya yaratarak bize tarihi birinci elden yaşatırken kafamızdaki klişeleri ve kalıpları da sorgulamamızı sağlamıyor mu?
Öte yandan tarihin de nasıl bir kurgu olduğunu ve nasıl bakış açısına göre değişebileceğini bize yaşatarak göstermiyor mu?
Çalışması ATATÜRK ve yakın tarihimiz üzerine kapsamlı bir araştırmanın ürünü. Belli ki bizde ATATÜRK ‘ün nasıl efsaneleştirildiği üzerine kafa yormuş, belki de amacı bu efsaneyi sorgulamak. Öte yandan yarattığı ileri görüşlü, dünyaya açık, kadınlara büyük değer veren ATATÜRK imgesi örnek alınacak derecede olumlu.
Mustafa Kemal’i sadece üniformalı kimliğiyle sınırlandırarak duvar boyu panolara, taş yontulara, yaldızlı rozetlere, kalıplara, “ah Atam, vah Atam” klişelerine hapsetmemiş olanlara çok şey söyleyen, çok etkileyici ve düşündürücü bir sergi.
Bu sergiyle ilgili izlenimlerimi kısa süre önce İstanbul Kitap Fuarı’nda “Gerçekçiliği Yeniden Tartışıyoruz” açıkoturumunda dile getirdiğimde, gerek konuşmacılar, gerek dinleyicilerden gelen tepkiler de otoriter düşünceyi ne kadar içselleştirdiğimizi gözler önüne seriyordu.
Sadece birkaç alıntı:
—“Sanatçıların tarihi malzeme olarak kullanmalarını yanlış buluyorum”, “Böyle bir sergiyi gediklerinde gençlerimiz çok kötü etkilenmezler mi?”, “Neden ATATÜRK, neden örneğin Evren Paşa’yı ele almıyorlar?”, “Bu sergi dincilerin ekmeğine yağ sürmez mi?”
Bu sergiyi ve sergiye gelen tepkiler üzerinde düşünmeyi okuyucuya bırakıyorum.” Demişti.
Düşünüyorum…
Medeniyetin af ve müsamaha olduğunu birçok kere tekrar eden ATATÜRK ‘ün bir gün yabancı bir ressamın yaptığı yağlıboya portresinde, bazı arkadaşlarının benzeyişte kusur bulmaları üzerine söyledikleri şu sözünü yanıt olarak vermek istiyorum;
-…”Olabilir! Fakat inanır mısınız, bu portre bir aralık bana son derece benzemişti; fakat üstat durmasını bilmedi! Sanatkârlar, komutanlar gibi durmasını bilmelidirler; aksi takdirde vardıkları başarı düzeyinden iniş başlar.”
Eksiklikler benim, fazlalıklar daha önce emek verenlerindir. Bir başka yazımda görüşmek üzere esen kalınız efendim.