Atatürk Yeniden Doğu Anadolu’da (12 Kasım – 20 Kasım 1937)
Cumhurbaşkanı Atatürk, beraberlerinde Başbakan Celâl Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya olduğu halde Ankara’dan 12 Kasım 1937 Cuma günü saat 17.50’de özel tren ile Doğu illerimizde inceleme yapmak üzere seyahate çıkmışlardır.
Atatürk;
13 Kasım 1937’de beraberindekilerle Ankara’dan sabah saat 9.30’da Sivas’a gelmiş ve saat 16.45’te Sivas – Erzurum – Kafkas hattının birleşme noktası olan Çetinkaya’ya hareket etmiştir.
14 Kasım Pazar günü beraberindekilerle saat 13.00’de Malatya’ya gelmiş ve saat 14.10’da Diyarbakır’a hareket etmiştir.
15 Kasım Pazartesi günü saat 18.00’de beraberindekilerle Diyarbakır’a gelmiştir.
16 Kasım Salı günü saat 18.45’te beraberindekilerle Diyarbakır’dan trenle Elazığ’a hareket etmiştir.
17 Kasım Çarşamba günü beraberindekilerle saat 13.00’te Elazığ’a gelmiş, Tunceli’nin Pertek kazasına geçerek Murat nehri üzerinde Singeç Köprüsü’nü hizmete açmıştır.
18 Kasım Perşembe günü beraberindekilerle Elazığ’dan hareketle Malatya – Fevzipaşa üzerinden Adana’ya gelmişlerdir.
19 Kasım Cuma günü beraberindekilerle Adana ve Mersin’de incelemeler de bulunduktan sonra, saat 17.00’de Mersin’den Konya’ya hareket etmiştir.
20 Kasım Cumartesi günü beraberindekilerle Konya üzerinden Afyon’a gelmiş, Afyon’dan hareketle Eskişehir üzerinden Ankara’ya dönmüşlerdir (1).
22 Kasım 1937 tarihli Akşam gazetesi “Atatürk’ün doğu intibaları” manşetiyle Atatürk’ün doğu seyahati izlenimleri hakkında demecini şöyle aktarmıştır:
“Ankara 22 (Telefonla) — Ulus refikimiz B. İsmail Müştak Mayakon imzası ile şu başmakaleyi neşrediyor: …”Atatürk’ün trenindeyiz. On gün evvel başladığımız doğu seyahatinden Ankara’ya dönüyoruz. Tren gecenin karanlıkları içinde Eskişehir ile Ankara arasındaki mesafeyi 50 kilometre süratle kat ediyor. Biz, bu sürati kâfi bulmuyoruz. Daha hızlı gitmek, daha çabuk varmak istiyoruz. Çünkü kalplerde şirin ve sevimli Ankara’nın nostaljisi başlamıştır. Gözler ve gönüller, Atatürk’e müteveccih hep O’nu dinliyoruz. O, eski yerlere feyiz ve bereket saçan gür bir kaynağın temiz suları gibi dolu hadise ve meseleler üzerinde düşüncelerini, duygularını, kanaatlerini anlatıyordu.
Bazen maziye ait bir hatıra ile günün bir hadisesini çöz eliyor, bazen halde yaşayan bir hadise ile istikbalin bir sırrını anlatıyordu. Beşer bilgilerinin bütün sahalarında, fikir dünyasının bütün mıntıkalarında aynı salahiyet ve hâkimiyetle dolaşan Atatürk gözlerimizin önüne daima yeni yeni ufuklar açıyordu… Bundan sonrasını B. İsmail Müştak Mayakon, Atatürk’ün sözlerini Ulus gazetesinin baş sütununda aynen şöyle anlatıyor:
-…”Memleketin on bir vilayet merkez ve dolaylarını gezdim. Bütün bu merkez ve dolaylarındaki Türkleri, babaları, anaları ve çocukları ile gördüm. Çok sevindim. Yüksek medeniyet temeline şahit oldum: Madenlerden kurulmuş temeller… Bu açılmış maden ocaklarında profesörleri ile, teknisyenleri ile, amelesi ile, baştan aşağı Türk olan yüksek anlayışlı bir insan sosyetesi… Öyle memleket bölgeleri geçtik ki, orada kadınlar erkeklerden daha çok sabana yapışmış, elinde çapası ile Türk’ün azık topraklarını zenginleştirmeğe çalışıyor, toprağını seviyor ona gönülden bağlıdır.
Bütün bu insanlar Türkiye Cumhuriyeti, zengin, kuvvetli ve muhteşem olsun için kendi rızkının fazlasını, seve seve, tereddütsüz büyük bir fedakârlıkla devlet hazinesine veriyor.
Bütün gördüklerimizi bu kısa ifade içinde toplamak kabil değildir. Türk olsun veya olmasın, bu Türk camiası içinde az çok gezen, dolaşan, tetkik eden her akıllı insan kendini bütün dünyaya büyüklük saçan kuvvetli asil bir varlığın içinde duymamak imkânı yoktur. Böyle duymayan şuursuzlar bir tarafa bırakılınca hakiki insanlık tereddütsüz, kabul eder ki Türkiye Cumhuriyeti ve onun bugünkü sahipleri olan Türkler bütün dünya medeniyet ve insanlığı için bir imtisal örneğidir. Yalnız bu kadar değil, Türkler tarihin çok eski devirlerinde, beşeriyete karşı yaptıkları kültürel vazifeleri yeniden ve fakat bu sefer daha âlâ surette yapmağa hazırlanan yüksek bir varlıktır.
İşte Doğu seyahatinden dönerken Ankara’ya ulaşmak için geçen şu kısa zaman içinde seyahat arkadaşlarıma ifade edebileceğim intiba budur.”
Ayrıca, 25 Kasım 1937 tarihli Ulus gazetesi, 25 Ekim 1937’de İsmet İnönü’nün Başbakanlıktan istifası üzerine yeni kabineyi kuran ve Atatürk ile birlikte Doğu seyahatine katılan Başbakan Mahmut Celâl Bayar’ın , “Doğu Seyahati İntibalarını” da yayımlanmıştır. Başbakan Bayar’ın, Ulus gazetesinde yayımlanan doğu seyahati izlenimleri şöyledir:
-…”Büyük Şef’in refakatinde 12 Kasım’da Ankara’da başlayan ve 16 vilayetten geçerek 20 Kasım’da Ankara’da sona eren seyahatimiz 9 gün sürdü. Ankara – Sivas ve Sivas Malatya iltisakile evvela Diyarbakır’a gittik. Oradan dönüşte de Elazığ’a, ondan sonra Mersin, Afyon, Eskişehir’de durduk. Gördüklerimizin bende bıraktığı intibaları aynen söyleyebilirim:
-Sivas intibaları;
Sivas’ta demiryoluna ait büyük inşaatı derin bir zevkle tetkik ettik. Sivas şehrinin tam ortasını güzelleştirmek için yapılmış olan ve yapılması düşünülmekte olduğunu anladığımız binaları gördükten ve muhayyilemizde canlandırdıktan sonra dahi tarihi Sivas’ın bütün o çökmekte berdevam toprak yuvaları, bize yeni yapılmakta olan eserlerin zevkini acıtacak kadar hazin tesir yaptı. Sivas’a tayinlerinden beri kısa bir zaman geçen Valimiz mühim işler muvacehesindedir. Sivas’ta çok daha ciddi çalışmak lüzumu hissedilmektedir.
Çetinkaya – Sivas – Malatya iltisağından Divriği’ye giden demiryolu başlangıcında durduk. Mevkiin tabiatını tetkik ettik. İltisaktan şarka uzanması lazım gelen yol buradan ayrılmalı idi. Öyle olmuştur. Yeni döşenmiş raylar üzerinde Divriği’ye kadar yürümek hevesinden kendimiz alamıyorduk. Fakat vazifelerimizin çokluğu ve günlerimizin azlığı bu hevesimizi tatmin etmemize mani oldu. Atatürk trenine refakat eden trenle Divriği’ye gitmiş olan kadın erkek Mebus arkadaşlarımız orada bizleri de temsil ettiler.
Malatya yeni umran eserleri ile bilhassa kurulmakta olan dokuma fabrikası ve o sayede teşekkül etmeğe başlamış olan modern mahallesi ile bizi alakadar etti.
-Hazar Gölü İstifadeli Bir hale Konulacak!..
Elazığ’a uğramadan Diyarbakır istikametini tuttuk, yolumuz üzerinde dağlar arasına sıkışmış güzel bir göl var. Cenup yolunda Hazar Baba Tepesi bütün havaliye yüksek bakışlarını temsil ediyor.
Gölcük denilen bu göl Atatürk’ün derin Türk tarihinden vermiş olduğu ilhamla Hazar Gölü tesmiye ettik. Onun şark sahilinde trenimizi durdurduk ve indik, kıyılarını zevkle dolaştık. Burasını bütün bu bakır ve maden ocaklarında yaşayan en yüksek fen adamından en son galeri adamına kadar herkes için istifadeli bir hale koymak kararını verdim. Kararımız bu ihtiyacı duymakta olanları Atatürk’e bir daha minnettar kılmıştır. Hazar Gölü’nün Şark sahilini yaz hayatı için yalnız madencilerin değil tarihte maden bekçiliği yapmış olan Diyarbakırlıların ve bütün civar halkının istifade edebilecekleri bir hale getireceğiz.
Ergani bakır madenindeyiz. Atatürk yapılmış ve yapılacak tesisatı planları üzerinden tetkik ettiler. Bizzat maden mahalline çıkarak cevher ihracı ameliyesini gördüler ve malumat aldılar. Ergani bakır madeninin muazzam program dâhilinde işlerinin yürüdüğünü anladık. Fabrika müdürü gelecek sene bu mevsimde bütün inşaat ve hazırlıklarını bitirerek bize saf bakır vereceğini temin etti.
-Elektrikler içinde bir şehir;
Trenimiz Diyarbakır’a güneş batarken yaklaştı. Elektrik ışıkları içinde bir şehir. Diyarbakır’ı bu kadar parlak bulacağımızı zannetmiyorduk. Halkevi’nde localarımıza girdiğimiz vakit kendimizi yüksek medeniyetle bir cemiyetin müessesinde hissetmekle bahtiyar olduk. Halk şapkalarını havaya atarak Atatürk’ü selamlıyor. Burada ileri ve yeni Türk müziği ve ile ve yeni Türk cemiyetinden bir parça olan halk manzarası bizi pek mütehassıs etti.
Oradan ayrılırken hazır bulunanların şevk ve heyecanı karşısında Atatürk birkaç cümle ile tahassüslerini beyan ettiler. Ertesi günü Diyarbakır’ı devlet dairelerinden başlayarak ve nefis kalesi içinde dolaşarak tetkik ettik. Alakadarlarla imar planının şehrin eksikliği kadar güzelliğiyle mütenasip olmasına itina etmelerini tavsiye ettik. Atatürk’ün maden kapısındaki köşkünü gördük (Gazi veya Semanoğlu Köşkü). Şef burada yirmi sene evvel Ordu Kumandanı olarak oturmuştu. Denilebilir ki Diyarbakır’ın en güzel noktası bu köşkün bulunduğu yerdir.
-Dersim’den intibalar;
Dönüşte Dersim’i gördük. Singeç ve Murat üzerinde kurulmaya başlanan köprüyü gördük. Pertek’te biraz kaldık. Bu güzel ve sulak yerde nereden ve nasıl geldiği henüz tespit edilemeyen sineğin insan yüzlerindeki tahribatı bizi müteessir etti. Oranın kahramanı Alp Doğan bize Dersim hakkında izahat verdi.
İntibaımı açıkça söylemeliyim… Dersimde yaşanabilecek mahdut vahalar birer sosyal merkez teşkil edecek kadar verimli iseler – ki bunun böyle olup olmadığının tahkikini emrettim – onları ihya için her şeyi yapacağız. Fakat Türkiye’de çıplak kayalar içinde bedbaht bir hayat sürmekten başka nasip bulamayacak olanları da oralarda bırakmayacağız.
Geniş Türkiye’mizde onlarla mesut topraklar bulacağız. Binlerce işçi geçindirecek olan endüstri merkezlerimiz, mümbit ve müsait topraklarımız, birçok yurttaşlarımızı iptidai bir hayatta mahkûm olmaktan kurtarmamızı kolaylıkla mümkün kılar. Bu hususta tedbir almalarını icap edenlere söyledim.
-Adana’dan intibalar;
Adana’dayız. Güzel bir gar… Adana yolcusu trenden inip gardan geçerken medeni bir şehre girmekte olduğunu derhal hisseder. Otomobillerimiz bizi iki taraflı geniş bir cadde ortasından sıcak memleketlerde görülebilecek nefis bir parkın kapısına götürdü, indik, dolaştık, hayranlığımızı gizlemedik. Daha önce Vali, Belediye Reisi ve Halk Partisi Reisi ile şehrin ve halkın ihtiyaçları meseleleri üzerinde konuştuk. Ziyaretimiz esnasında yeniden bu memleketin imarı müstesna bir dava olduğu burada bir Mısır hatta ondan feyizli bir ülke yaratılabileceği kanaatine tekrar vardık.
Heyecanlı gençliğin alkış tufanı içinde yeni yapılmış bir enstitüye girdik. Enstitü ve talebelerinde Türk terbiyesinin inkişafı hepimizi sevindirdi. Talebeden bir genç kız Türk tarihi dersi takrir ediyordu. Onu dinlerken işittiğimiz sözler Büyük Şefi ve hepimizi mütehassıs etti.
Türk kızı diyordu ki:
…”Türk tarihi çok eski ve derindir. Bu derinlikler henüz bizim elimizdeki kitaplarda izah edilmiş değildir. Bununla beraber biz artık kendimizin ne olduğumuzu anlamış olmakla bahtiyarız. En asil millet ve en kültürlü varlık… İşte bu kadar.”
Mersin’de alakadarlarla mutad olan tetkik yaptık. Şehir içinde ve az uzağında dolaştık. Dönüşte Ereğli’den geçerken oradaki devlet kumaş fabrikasının nefis ve türlü renkli toplarından aldık.
-Afyon’da inkişaf;
Afyonkarahisar’ında Atatürk’ün 30 Ağustos Meydan Muharebesi’ne karar verdiği belediye dairesi önünde yepyeni bir eser ve eser etrafında genişlemekte olan bir mamure gördük. Afyon’da gördüğümüz inkişaf bizi birçok noktalardan memnun etti. Bir defa Afyonkarahisar tarihte mühimdir. Afyon’un bizim inkılap tarihindeki mevkii ise çok daha mühimdir. Afyonkarahisar bu askeri ehemmiyeti bugün de daha ileri olarak muhafaza etmektedir. Orada belediye dairesinin bir odasında oturduk. Bize ikram edilirken odanın duvarına aşılı olan bir levhayı okudum. Yazının hulâsası şu idi: …“Atatürk bu odada yattı. Düşmanın çevrilmiş olduğu haberini bu odada aldı. Düşmanı kâmilen sarmak ve imha etmek kararını bu odada tespit etti. “ Ankara’ya dönerken Eskişehir’de hükümet mümessilleri, kumandan ve çok kıymetli tayyarecilerle buluşup bir müddet görüştük. Ondan sonra bütün işlerin halledileceği merkeze, Ankara’mıza geldik.”
Atatürk’ün Doğu illerimize gerçekleştirdikleri son seyahatine tanıklık edenler ise anılarında bizlere şunları aktarır;
Atatürk Sivas’ta!..
—“Cumhurbaşkanı Atatürk’ün, 12 Kasım’da Ankara’da başlayan ve 16 vilayetten geçerek 21 Kasım’da Ankara’da sona eren Doğu seyahatlerinin ilk durağı olan Sivas’a tarihi Kongre’den sonra yedinci kez gelen Atatürk, trenden indi. Yine kalabalık bir grup vardı.
Ama Atatürk bir an önce o tarihi binaya, Sivas Kongresi’nin yapıldığı Sivas Lisesi’ne gitmek istiyordu. Sivas’a her gelişinde olduğu gibi dersi kaçırmamaya çalışan bir öğrenci gibiydi. Yanında Kültür Bakanı Saffet Arıkan, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen, İsmail Hakkı Tekçe ve yaveri Naşit Mengü vardı. Atatürk, lise müdürü matematik öğretmeni Ömer Baygo ve başyardımcısı, felsefe öğretmeni Faik Dranaz’ı yanına alarak doğru liseye gitti. Genellikle yaptığı gibi Kongre Salonu’nu, özel odaları dolaştı; duygulu anlar yaşadı. O gün Sivas Lisesi’nin dokuzuncu sınıfında geometri dersi vardı;
…”Topluluk halinde lisenin 9/A sınıfında programdaki geometri dersine girdiler. Dersin o zamanki adı -hendese- idi. Bu derste bir kız öğrenciyi tahtaya kaldırdılar. Öğrenci, tahtaya çizdiği koşut iki çizginin, başka iki koşut çizgisiyle kesişmesinden oluşan açıları Arapça adlarını söylemekte zorluk çekiyor ve yanlışlık yapıyordu. Bu durumdan etkilenen Atatürk, …“Bu anlaşılmaz Arapça terimlerle öğrencilere bilgi verilemez. Dersler Türkçe yeni terimlerle anlatılmalıdır,” diyerek belirtti ve tebeşiri eline alıp tahtada çizimlere -zaviye’nin karşılığı olarak -‘açı’-, -dılı’nın karşılığı olarak -‘kenar’-, -müselles’in karşılığı olarak da -‘üçgen’- gibi Türkçe terimleri kullanarak birtakım geometri konularını ve bu arada Pythagoras teoremini anlattılar.
Atatürk, bugünün dilimizdeki karşılığı -koşut- olan -muvazi- kelimesinin yerine kullandığı paralel teriminin kökenini açıklarken Orta Asya’daki Türklerin, kağnısının iki tekerleğinin bir dingile bağlı olarak duruş biçimine –para- adını verdiğini anlattı.
Atatürk, bu dersle aynı zamanda Kültür Bakanına ders kitaplarının birkaç ay içerisinde Türkçe terimlerle yeniden yazılıp bütün okullara ulaştırılmasını buyurdular. Bu tarihsel olaya, Sivas Lisesi’nin öğrencisi olarak tanık olmam, benim için mutlu ve unutulmaz bir anıdır (2).”
Atatürk Elazığ’da!..
—“Cumhurbaşkanı Atatürk’ün, 12 Kasım’da Ankara’da başlayan ve 16 vilayetten geçerek 21 Kasım’da Ankara’da sona eren Doğu gezisinin ikinci gününde tren Malatya’dan hareket etti. Atatürk, camdan uçsuz bucaksız doğanın gözlerinin içine baka baka süzüldüğünü görüyordu. Bu ülkeyi bu kadar sevmese uğruna ölümü göze alıp nasıl savaşabilirdi? Cam kenarında dalmışken getirilen kahvenin kokusuyla trenin içine giren bir başka güzelliği fark etti, trenin yanı sıra eşlik ediyordu. Elazığ ile Diyarbakır arasında gördüğü manzaraya hayran kaldı; trenin durdurulmasını istedi.
Trenden inerek beraberindekilerle bir doğa harikası Gölcük Gölü’nün kıyısına yürüdü. Sonbahar olmasına karşın, mavi ve yeşilin tonlarının birbiriyle oynaştığı bu doğa harikasına hayran oldu. Göldeki dalgaları izlerken yanındakilere, …”Gördüğünüz memleketler içinde en güzeli hangisidir?” diye sordu. Yanındakilerin ne kadar gezdiklerini bilmiyoruz ama Atatürk görev amaçlı bir hayli ülke görmüştü.
Çoğunluk “İsviçre” dedi. Bu fikre karşı çıktı ve …”En güzel memleket Türkiye’dir,” dedi.
Gölcük kenarında gezerken gökyüzüne doğru yükselen dağa bakıp adını sordu. “Hazar Baba” olduğunu öğrenince kimseyi rahatsız etmeden usulca kıyıya gelip geri dönen dalganın peşine düştü mavi gözleri. Ayağının altındaki kum, şapkasının siperliğinden önüne akan güneşin ışığını hissediyordu. “Hazar Baba” diye mırıldanırken, kararını verdi; istediği şeyi bulmuştu, yanındakilere memnuniyetle döndü ve …”O zaman Gölcük Gölü’nün ismi Hazar Gölü olarak değiştirilsin, (3)” dedi.
Böylece Hazar Denizi’nin Türkiye tarihindeki yeri ve 16 Türk devletinden biri olan “Hazar Devleti”nin ismi bir sembol olarak Elazığlılara hediye edilmiş oldu.
Eski Gölcük, yeni Hazar kıyısında geçirilen süre içinde çevre sakinleri de beklenmedik bu misafirin bulunduğu yere yetişmişlerdi; coşkuyla ilgi gösteriyorlardı. Atatürk ilgiyi karşılıksız bırakmadı, önünde duran çevre sakini köylülere, …”Buralar çok güzelmiş. Şimdiye kadar bu güzel yerleri görmekte geç kaldığım için üzgünüm. Burada sizlere modern bir şehir kurduracağım. Sizler çalışıp kazanacak ve beni hatırlamış olacaksınız. Doğu, Yalova’nın bir eşini de bu kıyılarda görmüş olacak ve buraya medeniyet gelecektir. Ne diyorsunuz? ” dedi.
Kim istemezdi ki böyle bir fikrin hayata geçmesini? Köylüler Atatürk’ün önerisine alkışlarla karşılık verdiler, iltifatta bulundular.
Atatürk Ankara’ya döner dönmez, Hazar Gölü’nün çevresine ilişkin düşündüğü talimatları verdi. Hızla, topoğraf ve istihkâm subayları ile mühendisler bölgeye gitti. Çadırlarını kurup arazinin etüdünü yaptılar. Görevliler, oteller, hastane ve askeri kuruluşlar, hatta Atatürk için yapılacak köşkün yerini bile tespit ettiler. Ancak, Atatürk’ün vefatı, bu girişimin yarıda kalmasına neden oldu; arzusunun yerine getirilmesine fırsat kalmamıştı.
Atatürk’ün başlayamadığı bu yatırımı, zaman içinde Elazığ ve bölge insanı başardı. Sivrice ve Hazar kıyılarında çeşitli tesisler yapıldı. Bugün Hazar Baba Dağı eteklerinde Hazar Gölü, çöldeki bir vaha gibi insanları kendine çekiyor (4).”
Atatürk Pertek’te!..
—“Cumhurbaşkanı Atatürk’ün, 12 Kasım’da Ankara’da başlayan ve 16 vilayetten geçerek 21 Kasım’da Ankara’da sona eren Doğu seyahatlerinden 18 Kasım 1937 günü gerçekleştirdikleri Pertek seyahati sırasında öğrencilerin yüzünde gördüğü çıbanlar Atatürk’ün moralini bozmuştu: …”Cumhurbaşkanı Atatürk’ün son çıktığı Doğu Anadolu gezisinde treni Elazığ’ın sınırlarını terk etmeye hazırlanıyordu. Tren, şimdilerde Tunceli’nin ilçelerinden olan, fakat o yıllarda Elazığ’a bağlı Pertek’e giriyordu.
Öğrencileri okulda görmek, Atatürk’ün en sevdiği görüntüydü; bu O’nun verdiği mücadelenin en önemli parçasıydı. Yine de ziyaret ettiği il ve ilçelerdeki yerel yöneticiler, Cumhurbaşkanı’nı çok sevdiği öğrencilerle karşılamayı bir ritüele dönüştürmüşlerdi.
Şimdi bir kez daha, yarını emanet ettiği öğrencileri, Pertek’te karşısındaydı. Karşılamaya ses çıkarmadı. Hemen işe koyuldu; çocuklarla ilgilenmeliydi. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da Pertek’te yanı başındaydı. Atatürk, çocukların yüzlerine dikkatle bakıyor, soru soran gözlerle “Burada ne oluyor?” dercesine etrafına bakınıyordu. Çocukların çoğunun yüzünde çıban izleri vardı. Nedenini sordu.
İl sağlık müdürü, ilçede bir süredir hükümet doktoru olmadığını, bir çeşit sivrisineğin ciltte tahribat yaptığını söyledi.
…”Ne demek bir nevi sivrisinek? Tahlili yapılmadı mı? Mücadele edilmedi mi?”
Vali’nin, komutanın ve diğer devlet görevlilerinin yüzlerini araştırdı. Yerli memurların dışındakilerde, benzer izler yoktu. Bu işte bir tuhaflık vardı. Atatürk bu konuyu çok önemli görüyordu ve oldukça canı sıkıldı.
Vali, Atatürk’ün gözlerindeki soruyu görüp, …”Yaz mevsiminde cibinliklerle korunmalıdır. Bir de haşere öldürücü ilaçlarla…” diye cevaplamaya çalıştı.
Vali, gelecek cümleyi tahmin edebilmeliydi, ama çaresizdi; köşeye sıkıştı: …”Ya cibinlik kuramayanlarla, ilaç bulamayan veya alamayanlar ne oluyor? Benim bu gördüklerim anlaşılan bu çaresizlerden olacak.”
O sırada gezide bulunan Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Dr. Hulusi Alataş’a dönerek, …”Ankara’daki enstitüde bu mahlûkun tahlilini yaptırın ve burasını sıtma mücadele sahasına alın. Önce hastalığı meydana getiren sinekler ile mücadele edin, sonra yaraların tedavi çarelerini kesinlikle bulun,” dedi. Atatürk’ün bahsettiği, sonradan ismi Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü olarak değiştirilen merkezdi (5).
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Dr. Hulusi Alataş, o gün Pertek’ten İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile ayrılarak Ankara’ya döndü, yanında canlı cansız bölgenin ünlü sivrisineklerinden bir koliyle. Bakan Alataş, Şükrü Kaya’ya dönerek, …”Ne ibretli değil mi? Bu sivrisinekler idare edenlere değil de, edilenlere musallat oluyorlar!” dedi. Şükrü Kaya bütün tecrübesiyle, sağlık bakanına Atatürk’ün tavrını aktardı; …”Milleti ile alakalı oldu mu sitemi her zaman olduğu gibi nazik, ama tokattan ağırdır,” karşılığını verdi.
Atatürk’ün yurt gezilerinin çoğu, benzer şekilde sonuçlanıyor; sorunları bizzat görüyor, çözümleri için ise hiçbir şeyi yarına bırakmıyordu. (6).
Atatürk Adana’da!..
—“Atatürk için yine yeni bir ders saatiydi. Bu kez başka bir okulun ders zili çalmıştı. O tarih dersine yetişmeliydi. Kendi gözleriyle görmeli, kendisi duymalı hatta soru sormalıydı. Bir kış günü geldi yine Adana’ya. Kasım’ın 19’unda indi trenden, …”Doğu Kız Enstitüsü’ne gideceğim,” dedi ve enstitüye Atatürk’ün bir tarih dersine gideceği haberi verildi. Okulda anons yapıldı. Atatürk doğru tarih dersinin yapıldığı okula gitti. Kış günü olmasına karşın sınıfın pencereleri açıktı, esen hafif rüzgâr tülleri havalandırıyordu. Öğrenciler ayağa kalktı. Atatürk, eliyle işaret ederek; …”Oturun, geleceğin kültürlü anneleri,” diye karşılık verdi.
Sınıfın arkasından öğretmenin bulunduğu tarafa bakıyordu. Hem öğretmenin ders anlatışını hem konuya hâkimiyetini hem de öğrencilerin derse olan ilgisini tartmaya çalışıyordu. Bazen tahtaya doğru bir iki adım atıp duruyor, dikkatini daha çok veriyordu. Sol elini ceketinin cebine sokmuştu. Sıraların arasında her adım atışında, fotoğraf karelerine değişik öğrenciler giriyordu.
Atatürk, öğrencilerden birini tahtaya kaldırdı. Sorduğu tüm sorulara doğru yanıtlar aldı. Sıraların arasında durduğu an fotoğrafları çeken göz, doğru anı, doğru kareyi yakalamıştı. O tarihte henüz 15 yaşında olan Remziye Tatlı: …”Yanımda durdu. Gözleri mavi, saçları sarı ve çok şıktı. Atatürk benim yanımda durduğunda kolu bana değdi. Sınıfın bütün öğrencileri doğal olarak heyecanlanmıştı… Heyecanlı olan sadece öğrenciler değildi, öğretmen de aynı durumdaydı ve hatta bir ara sınıfı terk etmek zorunda kaldı: …”Öğretmenimiz heyecandan sınıfa sınıfta duramamıştı. Daha sonra Atatürk öğretmenimizi yanına çağırtarak ondan bizimle ilgili bilgi aldı. ” Diyecekti yıllar sonra.
Çok sevdiği Adana’ya bir daha gelemeyecekti. Atatürk bir sonra ebediyete uğurlanacaktı. Ama o gün İsmet Paşa Kız Enstitüsü’nde çekilen fotoğraflar tarihe tanıklık edecekti (6).”
Atatürk Mersin’de!..
—“Cumhurbaşkanı Atatürk’ün, 12 Kasım’da Ankara’da başlayan ve 16 vilayetten geçerek 21 Kasım’da Ankara’da sona eren Doğu seyahatlerinden 19 Kasım 1937 günü gerçekleştirdikleri Mersin seyahatine ait duymadığımız anılarını kaleme alan Nazmi Kal eserinde o günü şöyle aktarır:
…”Malatya, Diyarbakır, Elazığ gezisini tamamlamış, dönerken Mersin’e gelmişti. Cuma günü öğleden sonra üçte Gazi’nin treni istasyona girdi. Yanında Başbakan Celâl Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya ve Sabiha Gökçen vardı. Cumhurbaşkanı’nı, Vali Rüknettin Nasuhioğlu ile Belediye Başkanı Mithat Toroğlu karşıladı, binlerce Mersinliyle birlikte. Atatürk, hemen resmi ziyaretler istemediğini söyledi. Yorucu bir geziden dönüyordu. Vali Konağı’na gidilip dinlenildi ve Atatürk ve beraberindekiler Subendi yolundaki Yakup Ersoy’un portakal bahçesine götürüldü.
Her yer portakal kokuyordu. Portakal mandalina ağaçları arasındaydılar. Narenciye Akdeniz için hayattı ve bu hayatı konuşurlarken Sabiha Gökçen soyduğu mandalinayı Gazi’ye uzattı: …”Yok, dedi ve “bana bir çakı verin, ben kendi elimle ağaçtan portakal keseceğim, kendi elimle soyacağım ve yiyeceğim, bunu da ilk defa yapmış olacağım. (7)”
Birkaç çakı birden uzatıldı. Belediye Başkanı Mithat Taraoğlu’nun çakısını aldı. Bir ağaca uzanmaya gerek kalmadı; kopartılmış bir dalda üç portakal vardı. Dala baktı, iri ve olgun olanından birini kopardı. Çakısıyla portakalın üstünde eşit şeritler çizdi. Soyulmuş portakal dilimini sağ eline aldığında serçe parmağı diğerlerinden ayrılıyordu.
Narenciyenin kokusuyla Akdeniz’in havası birleşmiş Atatürk’ü mutlu etmişti. Belediye Başkanı Mithat Toroğlu’na, …”Mersin’in en iyi ayı hangisidir?” diye sordu: —“Nisan ayıdır Paşam. Ilık ve az rutubetli olur. Limon ve portakal çiçeklerinin açtığı, kokularının çevreyi sardığı güzel bir aydır.”
Atatürk o gün çok mutlu olmuştu. Doğaya, ağaca, çiçeğe, meyveye dokunmak ona haz veriyordu. Hayatı savaş meydanlarında, siyaset arenasında geçen bir lider için doğanın içinde olmak çok önemliydi. Sanki çocukluğuna gitmişti. Bir ara daldı, sonra kendine geldi ve valiye dönerek, …”Konağı teşrif ettiriniz. Her yıl Nisan ayını Mersin’de geçireceğim,” dedi.
Başkan Toroğlu, Atatürk’ün portakal soyduğu çakıyı hep sakladı, ama her Nisan’da bekledikleri misafir hiç gelmedi (8).”
Kaynakça:
1-Utkan Kocatürk, “Doğumundan Ölümüne Kadar: Kaynakçalı Atatürk Günlüğü”, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 1. Basım, İstanbul, 2005, Sf:541.-542.
2-Ömer I. Örnekol, “Tarihsel Bir Anı”, Bilim ve Teknik, Tübitak Yayını, Kasım 1982,S.180, Sf:16.
3-Ergünöz Akçora, “Atatürk’ün 1937 Yılında Yapmış Olduğu Doğu Anadolu Gezisinin Sosyal-Ekonomik-Siyasi ve Kültürel Sonuçları (Malatya-Elazığ-Diyarbakır-Sivrice ve Pertek)”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul, 2014, S.208, Sf:303-322.
4-Fikret Memişoğlu, “Munzur, Harput ve Gölcük Turizm Bölgemiz”, Yeni Fırat Dergisi, Sf:15.
5-Dr. Tuna Yılmaz – Tayfun Gönüllü – Burçak Evren, “Atatürk Fotoğraflarının Hikâyesi”, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayıncılık, 2020, Sf:419.
6-Cemal Kutay, “Atatürk’ün Son Günleri”, 3. Basım, 2005, İklim Yayıncılık, İstanbul, Sf:199.
7-Nazmi Kal , “Atatürk’ten Duymadığımız Anılar”, Ziraat Grup Matbaacılık, 2. Basım, Ankara, 2016, Sf:58.
8-Gündüz Artan, “Atatürk Mersin’de”, Mersin Deniz Ticaret Odası Yayını, Mersin, 2000, Sf:45.